Bu Blogda Ara

24 Kasım 2011 Perşembe

KAPİTALİZMİ KETÇAPSIZ SEVERİM


Mutfak perdesinin arasından sızan güneş gözümü yeterince açmamı engelliyordu. Oturduğum yerde bile terlerken 2 saattir sokakta nasıl top oynadığıma şaşırıyordum. Tabi ki şaşırdığımla kalıyordum, çünkü yeni kadrolara karar verilmişti ve yeni maç en fazla 20 dakika içerisinde başlayacaktı. İki maç arasındaki aranın sebebi ise, anlaşmışlar gibi iki dakika ara ile balkonlardan “hadi gel, öğle yemeğini ye, sonra çıkarsın” diye bağıran annelerimiz olmuştu. Yaz tatilindeki 11-12 yaşlarında bir erkek çocuğunu, top oynamayı yarıda keserek öğle yemeği için eve çekebilecek çok az seçenek vardı, hatta o sıralar tek seçenek; patates kızartması. Ama anneler yerlerinde saymıyor kendilerini geliştiriyorlardı. Artık yeni bir silahları vardı. Sadece Ankara’daki akrabayı ziyarete gittiğimizde Kızılay’dan geçerken gördüğümüz mcDonalds’sın hayatımıza sokmaya çalıştığı hamburger. Annem bana karşı o öğle yemeğinde bu yeni silahını kullanacaktı. “mcDonalds’taki gibi olacak” demişti. Ufak bir sıkıntımız vardı ben mcDonalds’taki hamburgerin tadı nasıldı bilmiyordum, sadece şeklini bilirdim. “Neyse” dedim "şekli tutsun yeter". Lojmanın kantininden alınmış, ağzına attığın anda dağılan, yapıldığı anda bayat olan yuvarlak sandviç ekmeğinin arasına yerleştirilmiş köfteyi koydu annem önüme. Köfteyi öyle hamburger köftesi gibi zannetmeyin, annemin yıllardır yedirdiği kuru köfte işkence ve baskılarla biraz daha ince ve yayvan hale getirilmişti o kadar. Gülen bir yüzle “hadi ye bakalım” dedi ve uzaklaşmaya başladı. Hamburgeri tuttum. Görüntü hiç beklediğim gibi değildi. Hemen bir ısırık aldım. Bayat sandviç ekmeğine yayvan kuru köfte eşlik ediyordu o kadar. Annemin arkasından baktım. Bu hamburgerle mcDonalds’a yani kapitalizme savaş mı açmış oluyordu, yoksa ev yemeklerinden hatta patates kızartmasından vazgeçerek mcDonalds’takine benzer hamburger yapmaya çalışarak mcDonalds’a yani kapitalizme yenildiğini daha baştan mı kabul ediyordu bilemedim. Mutfaktan çıkmadan arkasını döndü ve fidan marka ketçapı göstererek “ketçap ister misin?” diye sordu. “Hayır” dedim. 

13 Kasım 2011 Pazar

PLONJÖR

Bu sefer benden bir hikaye değil, sevdiğim bir kitaptan, sevdiğim küçük bir hikaye geliyor. George ORWELL’ın “Paris ve Londra’da Beş Parasız” kitabında Paris’deki plonjörlerin hayatını bize özetlediği hikaye. Plonjör’ün sözlük anlamı bulaşıkçı aslında, ama anladığımız kadarıyla bu plonjörler, otel ve restoranlarda bulaşık yıkamanın yanında, kimsenin yapmak istemediği tüm işlere koşturan, statü ve gelir olarak aşçı ve garsonların çok altında olan şahsiyetler. Yazar plonjörlerin hayatını özetleyen bu hikayeyi, kendisinin de Boris adlı rus arkadaşı ile Paris’te bir otelde plonjör olarak çalıştıkları dönemi anlatırken araya sıkıştırıyor. Buyrun  burdan;



“İki haftada plonjörlerin gündelik yaşantısına öyle alışmıştım ki, bunun dışında herhangi bir şeyi gözümde zor canlandırabiliyordum. Pek değişikliği olmayan bir yaşamdı. Altıya çeyrek kala yataktan fırlayıp yağdan sertleşmiş giysileri sırtınıza geçirirsiniz. Yıkanmamış bir yüz ve direnen, size karşı koyan kaslarınızla dışarı fırlarsınız. Alaca karanlıktır. İşçi kahveleri dışında, ışıklı pencere görülmez. Gökyüzü, üzerine siyah kağıttan çatı ve kule resimleri yaptırılmış koyu mavi geniş ve düz bir duvara benzer. Uykusunu alamamış çöpçüler, üç metre boyunda süpürgeleriyle kaldırımları süpürürler. Üstü başı partal bir takım ailecek çöpleri karıştırırlar. İşçiler ve bir elinde bi çubuk çikolata, ötekinde bir croissant (açma hamurundan ay biçimi çörek, kruasan) olan genç kızlar metro istasyonuna akarlar. Kasvetli tramvaylar gürültüyle geçip gider, onlar da işçi doludur. Acele acele durağa koşarsınız,  bir yer bulmak için savaşırsınız. – Sabahın altısında Paris metrosunda yer bulmak için insanın gerçek bir savaşım vermesi gerekir. – Sarıla sarıla giden yolcu yığını içine tıkıştırılırsınız, ekşimsi şarap ve sarımsak kokan korkutucu bir Fransız suratı burnunuzun dibindedir. Sonra, otelin bodrum katındaki labirente iner, saat ikiye kadar gün ışığı neymiş, unutursunuz. Bu sırada dışarıda insanı ısıtan bir güneş vardır ve kent insanlarla, arabalarla doludur.
Oteldeki ilk haftamdan sonra, öğleden sonra molasını hep ya uyuyarak ya da, param varsa, bir bistroda geçirdim. Dershanede İngilizce dersine giden birkaç hırslı garson dışında, bütün personel boş zamanını böyle ziyan ederdi. Sabahın o didinmesinden sonra, insanda daha iyi bir şey yapacak hal kalmazdı. Bazen, beş altı plonjör, birlikte bir alem yapmaya karar verirler ve Sieyes Sokağı’ndaki iğrenç bir geneleve giderlerdi. Vizitye topu topu beş frank yirmi beş santimdi. Yani on buçuk peni. Geneleve le prix fixe (sabit fiyat, tek fiyat. Bir zamanlar çeşitli mallar satan büyük mağazalar için kullanılmış bir ad) diye ad takmışlardı. Orada başlarından geçenleri büyük bir eğlence gibi anlatırlardı. Plonjörlerin eline geçen, evlenmelerine olanak verecek bir para değildi. Elbette, bodrum katındaki çalışma da, ince duygular geliştirecek türden değildi.
Plonjör, bir dört saat daha bodrum katında kaldıktan sonra, ter içinde, sokağın serinliğine çıkar. Sokak lambaları, Paris’in o garip bir erguvan pırıltısı veren lambaları yanmıştır. Irmağın ötesinde Eiffel Kulesi tepeden tırnağa, kocaman ateşten sürüngenler gibi yılankavi ışıklı ilanlarla parıldar. Araba selleri, bir o yöne bir bu yöne sessizce akar, kısık ışıkta nefis görünümlü kadınlar kemerlerin altında bir aşağı bir yukarı gezinirler. Bazen bir kadın Boris’e ya da bana şöyle bir göz attığı, yağlı giysilerimizi fark edince hemen başlarını çevirdiği olurdu. Metroda bir savaş daha vermek zorunda kalır, kaldığımız yere saat onda ulaşırdık. Genellikle saat onla gece yarısı arasındaki vakit, bizim sokakta, Arap gemicilerin gittiği bir bodrum katı bistroda geçirirdim. Kavga dövüş çıkan kötü bir yerdi. Bazen havada şişelerin savrulduğunu görürdüm. Bir kez korkmuştum. Fakat genellikle araplar kendi aralarında dövüşür, hrıstiyanları kendi hallerine bırakırlardı. Arap içkisi rakı çok ucuzdu; bistro da hiç kapanmazdı, çünkü araplar, talihli herifler, bütün gün çalışıp bütün gece de içebilirlerdi.
Bu, tipik bir plonjör yaşamıydı. O vakitler kötü bir yaşam gibi gelmiyordu. Yoksulluğumu hissetmezdim. Çünkü kiramı ödedikten, tütün, yol parası ve Pazar gününün yiyeceği çıktıktan sonra elime içki için günde dört frank kalıyordu. Dört frank da servet demekti. Bir çeşit – anlatması zor – yoğun bir doyum içindeydim. Onca yalınlaşmış bir yaşamda iyi beslenen bir hayvanın duyabileceği doyum. Yalın diyorum, çünkü hiçbir şey bir plonjörün yaşamından daha yalın olamaz. Plonjör dış dünyanın pek bilincinde olmadan, bir şey düşünmeye vakit bulamadan, işle uyku arasında bir gidip gelme içinde yaşar. Onun Paris’i otel, metro, birkaç bistro ve yatağına indirgenmiştir. Gezmeye çıkıyorsa, bu, birkaç sokak öteye gidiyor demektir. Dizlerine oturttuğu bir hizmetçi kız vardır; kız bu arada istiridye yiyip bira içiyordur. Plonjör izin gününde öğleye kadar yataktan çıkmaz, sonra temiz bir gömlek giyip zar atmaya gider, bir kadeh içkisine oynayacaklardır. Öğleden sonra yine yatağına döner. İş, içki ve uykudan başka hiçbir şey onun gözünde tam bir gerçeklik taşımaz. Bu üçünün arasında da en önemlisi, uykudur.
Bir gece, gece yarısından az sonra, tam benim penceremin altında bir cinayet işlenmişti. Korku dolu bir feryatla uyanmış, pencereye gidince, aşağıda, taşların üzerinde boylu boyunca yatan bir adam görmüştüm.  Sokağın ucuna doğru uzaklaşan katilleri seçebiliyorum. Üç kişiydiler. Bir kaçımız aşağı inip bakmış, adamın basbayağı ölmüş olduğunu anlamıştık. Kafatası bir kurşun boruyla yarılmıştı. Kanın rengini unutamadım. Garip bir kızıllığı vardı. Şarap gibi. O günün akşamı işten döndüğümde, kan hala kaldırım taşlarının üzerindeydi. Dediklerine göre, kilometrelerce uzaktan okul çocukları buna bakmaya gelmişler. Fakat, şimdi bu olay belleğimde canlanırken bendeki en çarpıcı anı, cinayetten üç dakika sonra yatağa girip uykuya dalmış olmam. Sokağa çıkanların çoğu aynı durumdaydı.  Yaptığımız şey, sadece adamın işinin bittiğini gözlemlemek, arkasından hemen geri dönmek olmuştu. Bizler, çalışan insanlardık ve bir cinayetle uğraşacağım diye uyku savurganlığı yapmanın alemi yoktu. “



Evet, sizinle paylaştığım bu George ORWELL hikayesini okuduğumda (hikayede anlatılana göre biraz daha süslü olması detayını göz ardı edersek) plonjör hayatı yaşadığımız fikrine kapıldım. Siz ne dersiniz?