Yazmaktan hoşlandığını nasıl anlar bir insan bilmiyorum.
Ben de nasıl anladığımı hatırlamıyorum. Belki de onu güldürmek için yazdığım
iki satırlık yazılarımı beğenmemiş olsa, kalpar tünel sendromuna yakalanacak
kadar yazmaya bağlanmazdım. Üzerime geçirdikleri yeşil üniformayla, başka tonda
yeşil üniformalı olası "tehlikelere" engel olamam amacı ile
çağırdıkları ve bazal metabolizmam ile yaşamayı sürdürdüğüm 6 aylık askerlik
görevim sırasında yazdım ilk ufak hikayemi. Bana emanet ettikleri kazan dairesinin,
tüm askerlik arkadaşlarımı kıskandıracak sıcak ortamı (sıcak gerçek
anlamındadır), ve bana bahşettiği bolca boş zaman, düşünmem için fırsat
tanımıştı. Her şey hakkında düşünmeye başlamıştım. Sırtımı dayadığım galvaniz
kaplı sıcak kazanı, kazan dairesinin karşısındaki muslukların tepesinde yazan
"israf haramdır" yazısını, Gaye'yi, dışarıda beni bekleyenleri,
dışarıda beni beklemeyenleri, eski öğrenci evimdeki fareyi, bölüğe yeni gelen
komutanı, hayatımda tanıdığım ilk "komutanı", "space
oddsey" de yukarıdan düşen taşı, milk kurbağalarını, düşündüm. Aklıma ne
gelse uzun uzun düşünüyordum. Kimseyle paylaşmazsan düşünce özgürlüğünün nasıl
sınırsız yaşayabildiğini fark ettim, fakat paylaşma isteği kaçınılmazdı. O
sıralar aklımdan geçirdiklerimi paylaşmayı tek isteyeceğim kişi Gaye'ydi ve biz
sadece günde 15 dakika kontörlü telefonla konuşuyorduk. İşte o zaman yazmaya başladım, nöbetçi subay imza atmaya geldiğinde tükenmemiş olmasını umduğum tükenmez
kalemle, 5 cm'e 10 cm ebatlarındaki, siyah parlak kaplı asker cep defterine.
Böylece gün boyu kafamda kurduğum dünyaları, hikayeleri Gaye'ye eksiksiz
aktarabilecektim.
Nereden bilebilirdim ki o kadar beğeneceğini. 15 dakikalık
telefon konuşmalarımız, benim loş telefon kulübesi ışığı altında gözlerimi
kısarak küçük defterimden hikayelerimi okumam ve Gaye'nin şaşkınlık belirtisi
mırıltıları ve kahkahaları ile geçmeye başlamıştı. O beğendikçe heyecanlanıyor,
yeni şeyler yazmak için sabırsızlanıyordum. Tükenmez kalemler tükeniyor, siyah
kaplı defterler yatakhane dolabında birikiyordu. Askerliğim tamamlandığında,
biteceğini sandığım bir eğlence gibiydi, ama yazdıklarımı okurken Gaye'nin
gözlerindeki parlamayı gördükçe tam tersi olmuş , adeta bağımlı hale gelmiştim.
Beni mutlu etmek için, kötü de yazsam beğeniyor olma ihtimalini aklıma bile
getirmiyordum. Gaye'ye beğendirmek, iyi yazmaktan önemliydi. Sonra bir gün
-"Paylaş" dedi.
-"Paylaşıyorum" dedim
-"Başkalarıyla" dedi.
-"Neden" dedim.
-"Okusunlar" dedi.
Başkaları ile paylaşmamı istemesinin sebebini
anlayamamıştım ama beni ikna etmiş ve bir blog sahibi yapmıştı. Başlarda pek
bir şey değişmemişti. Gaye'ye yazdıklarımı okuyor, o beğendikçe mutlu oluyor
daha sonra da bu yazıları bloğuma aktarıyordum. Sayıları milyonları bulmasa
da, başka insanların da okuması hoşuma bile gitmeye başlamıştı. Belki böyle de devam
edebilirdi, bir arkadaşım bir hikayemde "kösele" yerine yanlışlıkla
"köseli" yazdığımı hatırlatmasa, bir diğeri yazı karakterlerimin gözü
yorduğunu söylemese ya da bir diğeri "sistem sistem diyip duruyorsun,
yaşadığın hayata bak" diyerek kendime gelmemi sağlamasaydı. Artık Gaye ne
kadar beğenirse beğensin hikayemi, diğer okurların yorumları bekler olmuştum.
Yeni bir hikayemi bloğa koyduktan sonra dakikalarca bilgisayar başında ilk yorumu
bekliyor, sık sık blog istatistiklerini kontrol ediyordum. Bloğun görselliği
için diğer blogları araştırmaya başlamıştım. İşte yeniden olmuştu. Sahip
olduğum şey, nasıl olduğunu anlamadan bana sahip olmuştu. Artık hikayelerimi
paylaştığım bloğa sahip değildim, Blog bana sahipti. Artık kafamı o kadar bloğuma
takmıştım ki, gün içinde başka bir şeyi düşünmüyordum. Bloğum dışında her şey
aklımdan uçup gidiyordu. Hatta geçenlerde spor arabamın süresi dolan kaskosunu
yenilemeyi unuttum. Neyse ki kasko şirketi aradı ve hatırlattı.