Bu Blogda Ara

9 Ağustos 2012 Perşembe

YAZARIN YAZILARI DEĞİL, YAZILARIN YAZARI


Yazmaktan hoşlandığını nasıl anlar bir insan bilmiyorum. Ben de nasıl anladığımı hatırlamıyorum. Belki de onu güldürmek için yazdığım iki satırlık yazılarımı beğenmemiş olsa, kalpar tünel sendromuna yakalanacak kadar yazmaya bağlanmazdım. Üzerime geçirdikleri yeşil üniformayla, başka tonda yeşil üniformalı olası "tehlikelere" engel olamam amacı ile çağırdıkları ve bazal metabolizmam ile yaşamayı sürdürdüğüm 6 aylık askerlik görevim sırasında yazdım ilk ufak hikayemi. Bana emanet ettikleri kazan dairesinin, tüm askerlik arkadaşlarımı kıskandıracak sıcak ortamı (sıcak gerçek anlamındadır), ve bana bahşettiği bolca boş zaman, düşünmem için fırsat tanımıştı. Her şey hakkında düşünmeye başlamıştım. Sırtımı dayadığım galvaniz kaplı sıcak kazanı, kazan dairesinin karşısındaki muslukların tepesinde yazan "israf haramdır" yazısını, Gaye'yi, dışarıda beni bekleyenleri, dışarıda beni beklemeyenleri, eski öğrenci evimdeki fareyi, bölüğe yeni gelen komutanı, hayatımda tanıdığım ilk "komutanı", "space oddsey" de yukarıdan düşen taşı, milk kurbağalarını, düşündüm. Aklıma ne gelse uzun uzun düşünüyordum. Kimseyle paylaşmazsan düşünce özgürlüğünün nasıl sınırsız yaşayabildiğini fark ettim, fakat paylaşma isteği kaçınılmazdı. O sıralar aklımdan geçirdiklerimi paylaşmayı tek isteyeceğim kişi Gaye'ydi ve biz sadece günde 15 dakika kontörlü telefonla konuşuyorduk. İşte o zaman yazmaya başladım, nöbetçi subay imza atmaya geldiğinde tükenmemiş olmasını umduğum tükenmez kalemle, 5 cm'e 10 cm ebatlarındaki, siyah parlak kaplı asker cep defterine. Böylece gün boyu kafamda kurduğum dünyaları, hikayeleri Gaye'ye eksiksiz aktarabilecektim.
Nereden bilebilirdim ki o kadar beğeneceğini. 15 dakikalık telefon konuşmalarımız, benim loş telefon kulübesi ışığı altında gözlerimi kısarak küçük defterimden hikayelerimi okumam ve Gaye'nin şaşkınlık belirtisi mırıltıları ve kahkahaları ile geçmeye başlamıştı. O beğendikçe heyecanlanıyor, yeni şeyler yazmak için sabırsızlanıyordum. Tükenmez kalemler tükeniyor, siyah kaplı defterler yatakhane dolabında birikiyordu. Askerliğim tamamlandığında, biteceğini sandığım bir eğlence gibiydi, ama yazdıklarımı okurken Gaye'nin gözlerindeki parlamayı gördükçe tam tersi olmuş , adeta bağımlı hale gelmiştim. Beni mutlu etmek için, kötü de yazsam beğeniyor olma ihtimalini aklıma bile getirmiyordum. Gaye'ye beğendirmek, iyi yazmaktan önemliydi. Sonra bir gün
-"Paylaş" dedi.
-"Paylaşıyorum" dedim
-"Başkalarıyla" dedi.
-"Neden" dedim.
-"Okusunlar" dedi.
Başkaları ile paylaşmamı istemesinin sebebini anlayamamıştım ama beni ikna etmiş ve bir blog sahibi yapmıştı. Başlarda pek bir şey değişmemişti. Gaye'ye yazdıklarımı okuyor, o beğendikçe mutlu oluyor daha sonra da bu yazıları bloğuma aktarıyordum. Sayıları milyonları bulmasa da, başka insanların da okuması hoşuma bile gitmeye başlamıştı. Belki böyle de devam edebilirdi, bir arkadaşım bir hikayemde "kösele" yerine yanlışlıkla "köseli" yazdığımı hatırlatmasa, bir diğeri yazı karakterlerimin gözü yorduğunu söylemese ya da bir diğeri "sistem sistem diyip duruyorsun, yaşadığın hayata bak" diyerek kendime gelmemi sağlamasaydı. Artık Gaye ne kadar beğenirse beğensin hikayemi, diğer okurların yorumları bekler olmuştum. Yeni bir hikayemi bloğa koyduktan sonra dakikalarca bilgisayar başında ilk yorumu bekliyor, sık sık blog istatistiklerini kontrol ediyordum. Bloğun görselliği için diğer blogları araştırmaya başlamıştım. İşte yeniden olmuştu. Sahip olduğum şey, nasıl olduğunu anlamadan bana sahip olmuştu. Artık hikayelerimi paylaştığım bloğa sahip değildim, Blog bana sahipti. Artık kafamı o kadar bloğuma takmıştım ki, gün içinde başka bir şeyi düşünmüyordum. Bloğum dışında her şey aklımdan uçup gidiyordu. Hatta geçenlerde spor arabamın süresi dolan kaskosunu yenilemeyi unuttum. Neyse ki kasko şirketi aradı ve hatırlattı.