Gri sıfatının bile
renkli kalacağı, renksiz bir Ankara sabahı. Geniş caddenin kalabalık
kaldırımında aylak aylak yürüyorum. Yavaş adımlarla, heyecansız yürüyen bir tek
benim. Hepinizde bir telaş, seri adımlarla, dümdüz karşıya bakarak
yürüyorsunuz. İnce ve yavaş yağan yağmur sadece sırtımdaki tüyleri hafif bir
şekilde ıslatmış durumda. Ben, artık korkup yolunuzu değiştirmek bir yana,
varlığımın bile farkına varmadığınız sokak köpeğiyim. Sarı ve siyah renkli
tüylerim cılız. Çok zayıfım. Dönüp bir kere baksanız bana, kaburga kemiklerimi
rahatlıkla sayabilirsiniz. Kafamı genelde aşağıya doğru, zemine yakın
tutuyorum. Sokakta amaçsızca yürümek hoşuma gidiyor. Kendime, önemsiz ve
sizinkilere nazaran kısa vadeli hedefler koyuyorum, refüjdeki çimenlerde iki tur
yuvarlanmak yada yolun karşısına geçmek gibi. O an oradan hızla geçen bir araba
gibi hedefim ile arama engeller girerse, bunu pek önemsemiyor ve yeni hedefler
belirliyorum. Hiçbirinizin beni fark etmemesine alınmıyorum, sadece hayatı bu
kadar ciddiye alışınıza üzülüyorum. Çocuk olanlarınız var aranızda. Üzerlerinde
okul üniformaları, kendilerinden ağır çantaları sırtlarında. Onlar da telaşlı.
Hatta telaşları, henüz alamadıkları uykunun izlerini yüzlerinden silip
götürecek kadar güçlü. Yetişkin olanlarınızın çantaları sırtlarında değil,
ellerinde. Hepiniz çok şıksınız. Erkeklerin takım elbiseleri, ütülü gömlekleri,
sonuna kadar sıkılmış dar kravatları, uzun kaşe montları, yağmur damlalarının
üzerinde tutunamadıkları cilalı ayakkabıları var. Mükemmel taranmış, uzun, kısa
saçlar. Ceketlerin kollarına sığmayan, büyük kol saatleri. Hepinizin üzerinde
benzer kıyafet, çocukların üniformalardan kurtulmak için daha uzak bir zamanı
düşlemeleri gerektiğini düşündürüyor bana. Kadınların arasında ise çeşitliliği
yakalamak daha mümkün. Kimisinde erkeklerinki gibi kumaş pantolon, kimisinde
etek. Yağmur sağanağa dönüşmemiş olsa da, kaldırımlarda oluşturacağı küçük
göletler öngörülerek seçilmiş kapalı ayakkabılar yüksek topuklu. Erkekler kadar
güçlü gözüküyorlar. Hızlı adımlarla birlikte topukların kaldırım taşlarına
yaptıkları darbeler güzel bir melodi oluşturuyor, siz duymasanız da. Çocuk,
erkek, kadın, her birinizin elinde geniş siyah şemsiye var. Ayakkabılarınızın
burun kısımları dışında hiçbir yerinize değmiyor yağmur damlası. Benzer
kıyafetler, seri adımlar, siyah şemsiyeler ve telaş dışında hiçbir ifadenin
yerleşemediği suratlar. Sanki koca şehir senkronize bir dans gösterisi sunuyor.
Dedim ya üzülüyorum, çok ciddiye alıyorsunuz yaşantılarınızı. O kadar önemli ki
hayatlarınız, benim varlığımı sıkıştıracak yer bulamıyorsunuz. Bihaber
olduğunuz yaşamım, var olma mücadelesi veriyor paylaştığımız şu kaldırımda ama
sizin kadar ciddi bir tavır sergileyemiyorum yine de. Görmediğinizden beni,
üzerime basacağınızdan korkuyor, adımlarınızın arasında slalomlar yapmak
zorunda kalıyorum bazen. Bazen de, sizin ayak basamadığınız bir aralık bulursam,
duruyor sizi izliyorum, sonra aşağıya bakmaya alışkın kafamı yavaşça yukarıya
kaldırıp yağmur damlalarının geldiği yeri bulmaya çalışıyorum. Gri gökyüzü ele
vermiyor, gizliyor yağmurun kaynağını. Bana, sanki sadece üç dört metre
yukarıdan düşüyor gibi geliyor yağmur damlaları. Daha dikkatli bakmaya
çalıştığım anda sol gözümün içine damlıyor bir tanesi. Hızla kırpıyorum
gözlerimi. Tekrar yürümeye başlıyorum ve sonra o geliyor. O genç adam. O da
sizin gibi giyinmiş, sizin gibi bakıyor, sizin gibi yürüyor. Elinde siyah
şemsiye. Sizden biri. Onun yan masasında çalışıyor, öğle arasında onunla aynı
restoranda yemek yiyor, onunla veriyorsunuz sigara molasını yangın
merdiveninde. Ama onun sizden bir farkı var, o beni fark ediyor. İlk defa
bakıyor biri gözlerimin içine. Adımları yavaşlıyor bir an, ben duruyorum.
Yanımdan geçtikten sonra kafasını çevirip bakıyor omzunun üzerinden. Hemen
takibe koyuluyorum. Bir adım gerisinden gidiyorum. Geldiğimin farkında. Bana
çok belli etmeden, kafasını hafif çevirerek kontrol ediyor takibi bırakıp
bırakmadığımı. Bir süre yürüyoruz bu şekilde. Sonra o kocaman binanın önüne
gelince duruyor. Ben de duruyorum. Binanın sağında ve solunda granit sütunlar
yükseliyor, orta kısmı ise dışa doğru bombeli aynalı camlardan oluşuyor.
Girişinde otomatik, döner kapı. Bina o kadar yüksek ki muhtemelen yağmurun geldiği yere ulaşıyor. Adam kısa süre için baktıktan sonra bana, binanın
kapısına doğru yöneliyor, şemsiyesini kapatıp, hızla sallayarak suyunu silkmeye
çalışıyor ve içeri giriyor. Arkasından bakıyorum. Tekrar sizin, benden habersiz
güruhun arasında yürümek için kendimi hazırlamaya çalışıyorum. Tam adımımı atacağım,
döner kapıdan adamın geri çıktığını görüyorum. Bu sefer kaşe montu da yok
şemsiyesi de. Ceketinin eteklerini iki yana atmış, elleri ceplerinde geliyor
yanıma. Bir şey demesine gerek yok, birlikte yürümeye devam etmek istediği
belli. Yürümeye başlıyoruz. Bu sefer arkasında değil hemen yanındayım. Benim
gibi yol boyu insanlara çarpmamak için zikzak yapıyor. İlk köşeden sağa,
bulunduğumuz caddeye göre daha tenha ara sokağa dönüyoruz. Caddeden uzaklaştıkça
kalabalık azalıyor. Sonra birden duruyor. Kafasını yukarıya, gökyüzüne doğru
kaldırıyor. İnce telli saçları ıslanmaya ve alnına yapışmaya başlamış.
Bulutlara doğru bakarken gözüne yağmur damlası geliyor. Hızla kırpıyor
gözlerini. Gülümsüyor. Hayatımda ilk defa, sokakta yürüyen ıslak bir köpek
kadar mutlu bir insan görüyorum.