Bu Blogda Ara

18 Eylül 2013 Çarşamba

YALANCI BABA



Babam ve annem önden yürüyorlar, ben ise onları bir iki adım geriden takip ediyordum. Geç kalmış olmamamıza rağmen, ne ile karşılaşacaklarını bilmemelerinden dolayı hissettikleri gerilimden olacak, adımları hızlanmıştı. Aramızın açılmasını önlemek için ciddi çaba sarf ediyordum. Ama nefes nefese giriştiğim bu çaba sayesinde asıl gergin olması gereken kişinin ben olduğumu unutuyor, o günkü tek derdim onların gerisinde kalmamakmış gibi başka hiçbir şey düşünmüyordum. Okulun bahçe kapısına geldiğimizde, yorulmuş olacaklar ki bir miktar yavaşladılar. Yavaşlamalarıyla ben de nefesimi düzene sokma fırsatı yakalamıştım. 3 aydır devam ettiğim ortaokulumun büyük bahçe kapısını ilk defa tamamen açık görüyordum. Her zaman kilitli gördüğüm kapının sonuna kadar açılmış olduğunu görmek şaşırtmıştı beni. Kapı, koyu yeşil renkte boyanmış, bahçe duvarlarından bile yüksek, dimdik duran devası bir kapıydı. Üzerindeki boyaların büyük bölümü dökülmüş, gün yüzene çıkan çıplak metal paslanamaya başlamıştı. Orta çağ kalelerininkine benzeyen kilit sistemi ile her zaman kapalı tutulan bu uçsuz bucaksız kapı, dökülmüş boyasıyla bize, öğrencilere, sıkıntıdan öldüğümüz ve dışarıyı hayal ettiğimiz uzun derslerde, "çok uğraştılar ama yıkıp geçemediler beni" mesajı veriyordu sanki. Hapishanemizin bu acımasız bekçisinin duvarla birleştiği kısmında bulunan ve tek kişinin geçebildiği dar bölmesi, sadece sabah ilk ders öncesi ve paydos saatlerinde açılır, yüzlerce çocuk, rutinimiz haline gelen paydos izdihamıyla bu kısımdan çıkmak zorunda kalırdık. Fakat o gün, hafta sonu olmasına  ve okulda benim dışımda bir tane bile öğrenci olmamasına rağmen tamamen açıktı kapı. Okul günü öğrencilere en sert yüzünü gösteren o kapı, o gün veli toplantısı günü, tüm velileri kucaklayacakmış gibi açmıştı kollarını iki yana. Kapıya karşı içimde oluşan şaşkınlıkla karışık kızgınlık biraz yatıştıktan sonra aklıma düştü okulda neden bulunduğum. Din dersi öğretmenimiz ebeveynlerimin ikisinin de toplantıya gelmesini istemiş, benim de mutlaka yanlarında bulunmamı tembihlemişti.  Bu isteği beklemediğim bir şey değildi. Din derslerindeki performansımla, dönem sonunda karnemde zayıf görme ihtimalim yüksekti. Öğretmen, diğer derslerimdeki başarımı kısa bir öğretmenler odası sohbetiyle öğrenmiş olacak ki, onun dersine özel bir ilgisizlik duyduğumu anlamış ve konuyu ailemle tartışarak çözmenin en iyisi olacağına karar vermişti. Sonuçta 12 yaşında bir çocuğu ciddiye almasını beklemek iyimser bir yaklaşım olurdu. Öğretmen yokluğundan dolayı, din öğretmenimiz müzik derslerimize de giriyor ve aksi gibi müzik derslerindeki ilgisizliğim de din derslerindekini aratmıyor, sınıf içi sıralamalarda diplerde bir yer sağlıyordu bana. Bu durum din derslerine olan ilgisizliğimin üzerine tuz biber olmuş, öğretmen, kendisiyle ilgili sorunlarım olduğunu düşünmeye başlamıştı. Fakat tahminim, o günkü konumuz öğretmenin bile ciddiye almadığı müzik derslerinden çok, benim ileride iyi bir insan olmam için tek kılavuz olduğunu düşündüğü din dersleri olacaktı. Babam, annem ve din öğretmenimle din üzerine ciddi bir tartışma bekliyordu beni. Babama baktım. Din kelimesinin bile çok fazla telaffuz edilmediği ortalama bir memur ailesinin, din üzerine yapacağı ilk tartışma için mükemmel bir yer değildi veli toplantısı. Gerginliğim bir kat daha arttı. Okul bahçesinin çakıllarla dolu olan yarısını kat edip, üç basamaklı geniş merdivenden geçerek beton zeminli diğer yarısına tırmandık. Son basamağa ayağı takılan babam bir an için sendelese de hemen toparladı ve tekrar dik duruşunu yakaladı. Babamın bu tökezlemesi ondan çok beni ve annemi etkilemişti. İkimizin de vücudunun verdiği tepki, sanki babam düşse biz de anında yere kapaklanacakmışız hissi vermişti. Onun gibi dik durmasak da, annemin de benim de ayakta duruşumuzu babamın duruşu sağlıyor ve sanki bunu bizi babama bağlayan görünmez ipler sayesinde yapıyordu. Tüm kontrolün elinde olmasını sağlayan ve ailesini kendisine bağlayan bu görünmez ipleri, babam otoriter yapısıyla kendisi yaratmıştı aslında, ama bu ipler en çok onu yoruyor gibiydi. Bunu en çok da gözlerine baktığımda fark ediyordum. Ailenin katı kurallarla yönetilmesi gerektiği ve bunu babadan başka kimsenin yapamayacağı inanışı onun en önemli ve değişmesi imkansız ilkesiydi. Gözleri ise kendisine çizilen ya da kendi çizdiği bu rolün onu yorduğunu gün yüzüne çıkarıyordu. Sadece o yüzüne yerleştirdiği sert kabuğu kırıp içeriyi görebilecek kadar dikkatli bakmak gerekiyordu bu gerçeği görebilmek için. Hayatının her dakikası, her saniyesi oynamak zorunda olduğu, bir an için bile ara veremediği, artık aslında nasıl hareket etmek isteyeceğini bile unutturacak kadar içselleştirdiği bir roldü bu. Bu ağır ve yorucu rolden sıyrılabildiği tek an, yazın 3-5 günlüğüne gidilen deniz tatilinde gün boyu sadece 15 dakika denize girdiği ve hızla yüzerek gözden kaybolana kadar kıyıdan uzaklaştığı an gibi gelirdi bana. Sanki her kulaçta bizden sakladığı kırılgan, duygusal  karakterine yaklaşıyordu. O denize girdiği anda kıyıda oynamayı bırakır ve gözden kaybolana kadar onu izler, bizden gizlediği gerçek kimliğini görebilme umudunu hissederdim içimde. Babamı gerçekten tanımak fikri hep ilginç gelmişti bana. Birazdan gerçekten tanımadığımı düşündüğüm babamla birlikte hararetli bir din tartışmasına girecektim. Din öğretmenim bu buluşmada ailemi kendi tarafına çekeceğinden emin olmalıydı. Ailemi kendi tarafına çekecek ve din konusunun ne kadar önemli olduğunu, zeki bir çocuk olduğumu ama biraz daha ilgili olmam gerektiğini anlatacaklardı. Planı buydu muhtemelen. Bu tartışmada babamın nasıl bir duruş sergileyeceğini kestirmeye çalışırken okul binasının kapısına ulaşmıştık. Babam binanın kapısını tek eliyle ittirerek açtı. Kapı açılır açılmaz taş binanın içerisindeki serin hava doluverdi ciğerlerime. Birden kendimi aşırı hafiflemiş hissettim. Soluğumu verirken, ciğerlerimden tekrar dışarıya süzülen soğuk hava tüm gerginliğimi de alıp götürmüştü. Binanın koridorlarındaki karanlığın beni koruyacak bir kalkan oluşturacağı fikrine kapıldığımdandır belki de, bir anda din tartışması için kendimi güvende, hazır ve avantajlı hissetim. Tartışmaya nasıl giriş yapmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. 12 yaşındaki bir çocuğun din konusunda ahkam kesmesinin, hiç birinin hoşuna gitmeyeceği aşikardı. Herkesin takdir edeceği birilerinden alıntı ile giriş yapmak ve tüm savunmamı ya da saldırımı bu alıntının üzerine inşa etmek en emniyetli yol olacaktı. "Kafka'nın düşündüğü gibi düşünüyordum ben de." diye bir giriş yapacak, "İlk günahı işlediğimiz için değil, hayat ağacının meyvelerinden uzak durmamız için yollandık dünyaya, yani ilk suç bizde değil aslında yasak meyvenin kendisinde." diyerek devam edecektim. Kafka'ya karşı herhangi bir saygısı var mıydı din öğretmenimizin emin değildim ama sağdan sola alfebe ile yazılmış kitaplarının arasına Kafka kitaplarını sokmuş olması çok da ihtimal dahilinde değildi ve Kafka'yı tanımasını beklemek belki de iyimserlik olacaktı. Bilinmeyeni bu kadar fazla olan bir savaş öncesi iyimser düşünceler barındırmak ciddi bir zayıflık getirecekti. Karanlık binanın merdivenlerini tırmanırken seçtiğim bu alıntıdaki asıl sorunun, Kafka'nın din öğretmenim tarafından saygı görüp görmemesi olmadığının farkına vardım. Asıl sorun şu olacaktı; tartışmaya bu şekilde başlamak, dini bir hikayeyi doğru olarak kabul edip, ardından sadece hikayedeki yorumun yanlış olduğunu söylemek, din öğretmenimin uzman olduğu zeminde tartışmak demek olacaktı ve kontrollü tümüyle kaybederek onun ellerine verebilirdim. Tartışma zeminini çok daha temel bir konuya çekmeli, din öğretmenimin daha önce hiç düşünmediği ve bu sebepten de herhangi bir savunma yöntemi geliştirmediği bir sorgulama ortamı sağlamalıydım. Bizim sınıfın bulunduğu birinci kata ulaştığımızda Napolyon Bonapart geldi aklıma. Evet onu kullanabilirdim. "Napolyon ne demiş?" diye soracak, akıllarına ilk gelen o kelimeyi 3 kez tekrarlamalarına izin vermeden "Din, fakirlerin zenginleri öldürmesine engel olur." diye patlatacaktım cevabı. Bu şekilde bir giriş kesinlikle elimi kuvvetlendirecekti. Napolyon doğru bir seçimdi. Marx'dan alıntı yaparak "Din toplumların afyonudur." demek isterdim aslında ama şu bir gerçekti, Türkiye'deydik ve bu ülkede bir komutan kesinlikle bir düşünürden daha çok saygı görmekteydi. Tartışmaya başlangıç stratejimi neredeyse kesinleştirmişken, önünde velilerin ufak bir kalabalık oluşturduğu sınıfımızın kapısına gelmiştik. Koridorun başlangıç kısmından öğretmenlerin geldiğinin görülmesiyle birlikte, tüm diğer sınıflarda olduğu gibi bizim sınıfın önündeki veliler de, ders ziliyle sınıfa doluşan öğrenciler gibi hareketlendiler sınıfa. Annem hemen girmişti sınıfa. Babam ise herkesin içeriye girmesini bekledikten sonra bana,
-"Burada bekle" dedi ve girdi sınıfa.
Bu emri verirkenki sesi, veli toplantısını kendi organize etmiş gibi çıktı. Sınıflara doluşup öğretmenlerini bekleyen velilerin ardından, koridorun ortasından her biri başka bir sınıfa doğru hareketlenerek dağılan öğretmenler geçti sınıflara. Bizim sınıfa giren ilk öğretmen, sınıf öğretmenimiz olan matematik öğretmeniydi. O gün herhangi bir öğrenci görmeyi beklemediğinden olacak şaşkın bir ifade ile baktı yüzüme, fakat bir şey demedi. Babam ve annemin ilk olarak, sınav kağıtlarımı cevap anahtarı olarak kullanan öğretmen ile muhatap olacak olmaları sinirlerimi iyice yumuşatmış, rahatlatmıştı beni. Boş ve karanlık koridorun sonunda bulunan duvarın yarısını kaplayan cama doğru yaklaştım. Camdan içeriye dolan soluk güneş ışığı zeminde yamuk bir şekil oluşturmuştu. Ayak uçlarım tam bu şekilsiz sarı zeminin sınırında duracak ve vücudumu koridorun karanlık tarafında tutacak şekilde beklemeye başladım. Hafta içi hergün 6 saatimi çalan okul, şimdi de hafta sonu zamanımı ziyan ediyordu ama çok fazla kafaya takmıyordum bu durumu. Birazdan din öğretmenime karşı kazanacağım zafer bu hafta sonu kaybına değerdi. Bu zafer okulun tanımladığı başarıyı sağlamayacaktı bana, belliydi, fakat orta okul din dersi başarısı hayatımın hedeflerinden değildi ve rahatlıkla gözden çıkarabilirdim. Yaklaşık yarım saatlik bir beklemenin ardından bir kaç dakika ara ile sınıfların kapıları açılmaya başlamıştı. Her sınıftaki sınıf öğretmenleri, veliler ile olan uzun görüşmelerini bitirmişti. Şimdi diğer derslerin öğretmenleri sıra ile sınıflara giriyor, en fazla 10 dakika süren görüşmelerini gerçekleştiriyorlardı. Öğretmenlerin koridorda yaptıkları bu çapraz koşularla pek ilgilenmiyor, yüzüm dev cama dönük dikilmeye devam ediyordum. Güneş sinsice konum değiştirerek sarı tabanı bana santim santim yaklaştırsa da, ben de temkinli bir şekilde geriye doğru ufak attığım adımlarla kendimi karanlık tarafta tutmayı başarıyordum. Ben dışarıyı izlerken babam ve annem, diğer velilerle birlikte, yaşlı coğrafyayla, kül yutmaz tarihle, bitkin fen bilgisiyle, kıvırcık ingilizceyle ve daha nicesiyle tanışmışlar ve son olarak kızgın dini sınıfta yakından görme fırsatlarını değerlendiriyorlardı. Din öğretmeni bizim sınıfa giren son öğretmendi. 10 dakikalık görüşmeleri bittikten sonra sınıfın kapısı açıldı ve veliler hızlıca boşalttılar sınıfı. Sınıfta sadece annem, babam ve din öğretmenim kalmıştı. Önce annem göründü kapıda. Kafası yerdeydi. Belli ki, tüm sınıf evlerine giderken, özel görüşme için bekletilmek ağrına gitmişti. Hemen ardından gelen babam ise duruşunu hiç bozmamıştı ama bana olan kızgın bakışlarını rahatlıkla yakalayabiliyordum. Seri adımlarla yanlarında bittim. En son, babamın neredeyse yarı boyundaki din öğretmenimiz katıldı aramıza. Kahverengi takım elbisesini özellikle enerjimi tüketmek için seçmişti.
-"Zeki Bey, hoca hanım, hemen konuya gireceğim." dedi.
Öğretmen anneme "hoca hanım" diye hitap ediyorsa, astsubay babama da "komutanım" demesi gerekmez miydi?
-"Oğlunuz zeki bir çocuk."
İşte tam da beklediğim gibi bir giriş.
-"Diğer derslerdeki başarısını biliyorsunuz."
Evet biliyorduk.
-"Ama benim girdiğim iki derste de nerdeyse şimdiden zayıf notu garantiledi."
Kafamın içindeki Napolyon'a hazır olmasını söyledim.
-"Haydi din dersini, asıl branşım olan dersi geçtim. Çocukların neredeyse tamamının en iyi notu getirerek ortalamalarını yükseltecekleri müzik dersinde bile çok ilgisiz ve hiç bir çaba sarf etmiyor. Bu şekilde devam ederse sınıfta müzik dersinden düşük not alan tek çocuk olacak." dedi.
Donmuş kalmıştım. Napolyon kaybolmuştu, ama ne Mozart ne de Beethoven yardıma koşacak kadar hazırdı kafamda. Babama doğru çevirdim kafamı. Sabırla öğretmenin sözlerinin sonlanmasını bekliyordu. Annemin yüzünde ise, müzik dersini o da ciddiye almıyordu demek ki, bir rahatlama sezmiştim. Onun rahatlamasını görünce, ben de tekrar gevşemiştim. Ne de olsa konumuz artık din gibi ciddi bir konu değil, sadece orta okul müzik dersiydi. Yeteneğim ya da ilgim olmadığı gerçeğini hep beraber kabul edecek, başarısızlığımı buna bağlayacak ve mutlu bir şekilde dağılacaktık. Bu kendimce oluşturduğum iyimser havanın hemen dağılacağını ve bir kriz çıkacağını, babamın konuşmaya başladığında sesindeki keskinliği hissettiğim anda farkettim.
-"Bir saniye hocam, siz hangi bilginizle benim oğlumu müzik konusunda değerlendirebiliyorsunuz?" dedi babam.
Öğretmen kendi de biliyordu herhangi bir müzik bilgi ve birikimine sahip olmadığını ama böyle bir tepki de beklemiyodu. Şaşkın bir şekilde,
-"Ama..." dedi ama babam devam etti sözlerine.
-"Bizim evimizde org var ve benim oğlum yıllardır org çalıyor." diyiverdi babam.
Anneminkilerle birlikte benim de gözlerim şaşkınlıkla babamın yüzüne çivilenmişti. Sanki o an öğretmen ortadan kaybolmuştu ve aile içi bir hesaplaşmanın ortasındaydık. Babamın biraz önce söylediği cümlede doğru şeyler yok değildi. Bizim evde org vardı ve yıllardır çalınıyordu, ama çalan ben değil ablamdı. Ben orga bir metreden fazla yaklaşmamıştım bile. Babam bunu nasıl yapmıştı, bu yalanı nasıl uydurmuş ve nasıl öğretmenime söyleyivermişti. Herkesin yalanlara ihtiyaç duyduğu zamanlar olabilirdi. Demek ki babalar da oğullarının başarıları için başvuruyorlardı bu silaha. O gün bu ufak başarısızlığı bile fazla görmüştü bana. Bir din öğretmeni tarafından verilen orta okul müzik dersinde bile başarısızlığıma dayanamayarak yalan atan  bu koca adamla, hayatımın geri kalanında ne gibi mücadeleler bekliyordu acaba beni. O bana bakmıyordu ama ben gözlerimi onun yüzünden ayıramıyordum. Evet babam sert bir babaydı ve sayısını hatırlayamadığım kadar dayağını yemiştim, ama hiç bir zaman ondan o günkü kadar korkmadım.