Babam ve annem önden
yürüyorlar, ben ise onları bir iki adım geriden takip ediyordum. Geç kalmış
olmamamıza rağmen, ne ile karşılaşacaklarını bilmemelerinden dolayı
hissettikleri gerilimden olacak, adımları hızlanmıştı. Aramızın açılmasını
önlemek için ciddi çaba sarf ediyordum. Ama nefes nefese giriştiğim bu çaba
sayesinde asıl gergin olması gereken kişinin ben olduğumu unutuyor, o günkü tek
derdim onların gerisinde kalmamakmış gibi başka hiçbir şey düşünmüyordum.
Okulun bahçe kapısına geldiğimizde, yorulmuş olacaklar ki bir miktar
yavaşladılar. Yavaşlamalarıyla ben de nefesimi düzene sokma fırsatı
yakalamıştım. 3 aydır devam ettiğim ortaokulumun büyük bahçe kapısını ilk defa
tamamen açık görüyordum. Her zaman kilitli gördüğüm kapının sonuna kadar
açılmış olduğunu görmek şaşırtmıştı beni. Kapı, koyu yeşil renkte boyanmış,
bahçe duvarlarından bile yüksek, dimdik duran devası bir kapıydı. Üzerindeki
boyaların büyük bölümü dökülmüş, gün yüzene çıkan çıplak metal paslanamaya
başlamıştı. Orta çağ kalelerininkine benzeyen kilit sistemi ile her zaman kapalı
tutulan bu uçsuz bucaksız kapı, dökülmüş boyasıyla bize, öğrencilere,
sıkıntıdan öldüğümüz ve dışarıyı hayal ettiğimiz uzun derslerde, "çok
uğraştılar ama yıkıp geçemediler beni" mesajı veriyordu sanki. Hapishanemizin
bu acımasız bekçisinin duvarla birleştiği kısmında bulunan ve tek kişinin
geçebildiği dar bölmesi, sadece sabah ilk ders öncesi ve paydos saatlerinde
açılır, yüzlerce çocuk, rutinimiz haline gelen paydos izdihamıyla bu kısımdan
çıkmak zorunda kalırdık. Fakat o gün, hafta sonu olmasına ve okulda benim dışımda bir tane bile öğrenci
olmamasına rağmen tamamen açıktı kapı. Okul günü öğrencilere en sert yüzünü
gösteren o kapı, o gün veli toplantısı günü, tüm velileri kucaklayacakmış gibi
açmıştı kollarını iki yana. Kapıya karşı içimde oluşan şaşkınlıkla karışık
kızgınlık biraz yatıştıktan sonra aklıma düştü okulda neden bulunduğum. Din
dersi öğretmenimiz ebeveynlerimin ikisinin de toplantıya gelmesini istemiş,
benim de mutlaka yanlarında bulunmamı tembihlemişti. Bu isteği beklemediğim bir şey değildi. Din
derslerindeki performansımla, dönem sonunda karnemde zayıf görme ihtimalim
yüksekti. Öğretmen, diğer derslerimdeki başarımı kısa bir öğretmenler odası
sohbetiyle öğrenmiş olacak ki, onun dersine özel bir ilgisizlik duyduğumu
anlamış ve konuyu ailemle tartışarak çözmenin en iyisi olacağına karar
vermişti. Sonuçta 12 yaşında bir çocuğu ciddiye almasını beklemek iyimser bir
yaklaşım olurdu. Öğretmen yokluğundan dolayı, din öğretmenimiz müzik
derslerimize de giriyor ve aksi gibi müzik derslerindeki ilgisizliğim de din
derslerindekini aratmıyor, sınıf içi sıralamalarda diplerde bir yer sağlıyordu
bana. Bu durum din derslerine olan ilgisizliğimin üzerine tuz biber olmuş, öğretmen,
kendisiyle ilgili sorunlarım olduğunu düşünmeye başlamıştı. Fakat tahminim, o günkü
konumuz öğretmenin bile ciddiye almadığı müzik derslerinden çok, benim ileride
iyi bir insan olmam için tek kılavuz olduğunu düşündüğü din dersleri olacaktı.
Babam, annem ve din öğretmenimle din üzerine ciddi bir tartışma bekliyordu
beni. Babama baktım. Din kelimesinin bile çok fazla telaffuz edilmediği
ortalama bir memur ailesinin, din üzerine yapacağı ilk tartışma için mükemmel
bir yer değildi veli toplantısı. Gerginliğim bir kat daha arttı. Okul
bahçesinin çakıllarla dolu olan yarısını kat edip, üç basamaklı geniş
merdivenden geçerek beton zeminli diğer yarısına tırmandık. Son basamağa ayağı
takılan babam bir an için sendelese de hemen toparladı ve tekrar dik duruşunu
yakaladı. Babamın bu tökezlemesi ondan çok beni ve annemi etkilemişti. İkimizin
de vücudunun verdiği tepki, sanki babam düşse biz de anında yere
kapaklanacakmışız hissi vermişti. Onun gibi dik durmasak da, annemin de benim
de ayakta duruşumuzu babamın duruşu sağlıyor ve sanki bunu bizi babama bağlayan
görünmez ipler sayesinde yapıyordu. Tüm kontrolün elinde olmasını sağlayan ve
ailesini kendisine bağlayan bu görünmez ipleri, babam otoriter yapısıyla
kendisi yaratmıştı aslında, ama bu ipler en çok onu yoruyor gibiydi. Bunu en
çok da gözlerine baktığımda fark ediyordum. Ailenin katı kurallarla yönetilmesi
gerektiği ve bunu babadan başka kimsenin yapamayacağı inanışı onun en önemli ve
değişmesi imkansız ilkesiydi. Gözleri ise kendisine çizilen ya da kendi çizdiği
bu rolün onu yorduğunu gün yüzüne çıkarıyordu. Sadece o yüzüne yerleştirdiği
sert kabuğu kırıp içeriyi görebilecek kadar dikkatli bakmak gerekiyordu bu
gerçeği görebilmek için. Hayatının her dakikası, her saniyesi oynamak zorunda
olduğu, bir an için bile ara veremediği, artık aslında nasıl hareket etmek
isteyeceğini bile unutturacak kadar içselleştirdiği bir roldü bu. Bu ağır ve
yorucu rolden sıyrılabildiği tek an, yazın 3-5 günlüğüne gidilen deniz
tatilinde gün boyu sadece 15 dakika denize girdiği ve hızla yüzerek gözden
kaybolana kadar kıyıdan uzaklaştığı an gibi gelirdi bana. Sanki her kulaçta
bizden sakladığı kırılgan, duygusal
karakterine yaklaşıyordu. O denize girdiği anda kıyıda oynamayı bırakır
ve gözden kaybolana kadar onu izler, bizden gizlediği gerçek kimliğini görebilme
umudunu hissederdim içimde. Babamı gerçekten tanımak fikri hep ilginç gelmişti
bana. Birazdan gerçekten tanımadığımı düşündüğüm babamla birlikte hararetli bir
din tartışmasına girecektim. Din öğretmenim bu buluşmada ailemi kendi tarafına
çekeceğinden emin olmalıydı. Ailemi kendi tarafına çekecek ve din konusunun ne
kadar önemli olduğunu, zeki bir çocuk olduğumu ama biraz daha ilgili olmam
gerektiğini anlatacaklardı. Planı buydu muhtemelen. Bu tartışmada babamın nasıl
bir duruş sergileyeceğini kestirmeye çalışırken okul binasının kapısına
ulaşmıştık. Babam binanın kapısını tek eliyle ittirerek açtı. Kapı açılır
açılmaz taş binanın içerisindeki serin hava doluverdi ciğerlerime. Birden
kendimi aşırı hafiflemiş hissettim. Soluğumu verirken, ciğerlerimden tekrar
dışarıya süzülen soğuk hava tüm gerginliğimi de alıp götürmüştü. Binanın
koridorlarındaki karanlığın beni koruyacak bir kalkan oluşturacağı fikrine
kapıldığımdandır belki de, bir anda din tartışması için kendimi güvende, hazır
ve avantajlı hissetim. Tartışmaya nasıl giriş yapmam gerektiğini düşünmeye
başlamıştım. 12 yaşındaki bir çocuğun din konusunda ahkam kesmesinin, hiç birinin
hoşuna gitmeyeceği aşikardı. Herkesin takdir edeceği birilerinden alıntı ile
giriş yapmak ve tüm savunmamı ya da saldırımı bu alıntının üzerine inşa etmek
en emniyetli yol olacaktı. "Kafka'nın düşündüğü gibi düşünüyordum ben
de." diye bir giriş yapacak, "İlk günahı işlediğimiz için değil,
hayat ağacının meyvelerinden uzak durmamız için yollandık dünyaya, yani ilk suç
bizde değil aslında yasak meyvenin kendisinde." diyerek devam edecektim. Kafka'ya
karşı herhangi bir saygısı var mıydı din öğretmenimizin emin değildim ama
sağdan sola alfebe ile yazılmış kitaplarının arasına Kafka kitaplarını sokmuş
olması çok da ihtimal dahilinde değildi ve Kafka'yı tanımasını beklemek belki
de iyimserlik olacaktı. Bilinmeyeni bu kadar fazla olan bir savaş öncesi
iyimser düşünceler barındırmak ciddi bir zayıflık getirecekti. Karanlık binanın
merdivenlerini tırmanırken seçtiğim bu alıntıdaki asıl sorunun, Kafka'nın din
öğretmenim tarafından saygı görüp görmemesi olmadığının farkına vardım. Asıl
sorun şu olacaktı; tartışmaya bu şekilde başlamak, dini bir hikayeyi doğru
olarak kabul edip, ardından sadece hikayedeki yorumun yanlış olduğunu söylemek,
din öğretmenimin uzman olduğu zeminde tartışmak demek olacaktı ve kontrollü
tümüyle kaybederek onun ellerine verebilirdim. Tartışma zeminini çok daha temel
bir konuya çekmeli, din öğretmenimin daha önce hiç düşünmediği ve bu sebepten
de herhangi bir savunma yöntemi geliştirmediği bir sorgulama ortamı
sağlamalıydım. Bizim sınıfın bulunduğu birinci kata ulaştığımızda Napolyon
Bonapart geldi aklıma. Evet onu kullanabilirdim. "Napolyon ne demiş?"
diye soracak, akıllarına ilk gelen o kelimeyi 3 kez tekrarlamalarına izin
vermeden "Din, fakirlerin zenginleri öldürmesine engel olur." diye
patlatacaktım cevabı. Bu şekilde bir giriş kesinlikle elimi kuvvetlendirecekti.
Napolyon doğru bir seçimdi. Marx'dan alıntı yaparak "Din toplumların
afyonudur." demek isterdim aslında ama şu bir gerçekti, Türkiye'deydik ve
bu ülkede bir komutan kesinlikle bir düşünürden daha çok saygı görmekteydi. Tartışmaya
başlangıç stratejimi neredeyse kesinleştirmişken, önünde velilerin ufak bir
kalabalık oluşturduğu sınıfımızın kapısına gelmiştik. Koridorun başlangıç
kısmından öğretmenlerin geldiğinin görülmesiyle birlikte, tüm diğer sınıflarda
olduğu gibi bizim sınıfın önündeki veliler de, ders ziliyle sınıfa doluşan
öğrenciler gibi hareketlendiler sınıfa. Annem hemen girmişti sınıfa. Babam ise
herkesin içeriye girmesini bekledikten sonra bana,
-"Burada bekle"
dedi ve girdi sınıfa.
Bu emri verirkenki sesi,
veli toplantısını kendi organize etmiş gibi çıktı. Sınıflara doluşup
öğretmenlerini bekleyen velilerin ardından, koridorun ortasından her biri başka
bir sınıfa doğru hareketlenerek dağılan öğretmenler geçti sınıflara. Bizim
sınıfa giren ilk öğretmen, sınıf öğretmenimiz olan matematik öğretmeniydi. O
gün herhangi bir öğrenci görmeyi beklemediğinden olacak şaşkın bir ifade ile
baktı yüzüme, fakat bir şey demedi. Babam ve annemin ilk olarak, sınav
kağıtlarımı cevap anahtarı olarak kullanan öğretmen ile muhatap olacak olmaları
sinirlerimi iyice yumuşatmış, rahatlatmıştı beni. Boş ve karanlık koridorun sonunda
bulunan duvarın yarısını kaplayan cama doğru yaklaştım. Camdan içeriye dolan
soluk güneş ışığı zeminde yamuk bir şekil oluşturmuştu. Ayak uçlarım tam bu
şekilsiz sarı zeminin sınırında duracak ve vücudumu koridorun karanlık
tarafında tutacak şekilde beklemeye başladım. Hafta içi hergün 6 saatimi çalan
okul, şimdi de hafta sonu zamanımı ziyan ediyordu ama çok fazla kafaya
takmıyordum bu durumu. Birazdan din öğretmenime karşı kazanacağım zafer bu
hafta sonu kaybına değerdi. Bu zafer okulun tanımladığı başarıyı sağlamayacaktı
bana, belliydi, fakat orta okul din dersi başarısı hayatımın hedeflerinden
değildi ve rahatlıkla gözden çıkarabilirdim. Yaklaşık yarım saatlik bir
beklemenin ardından bir kaç dakika ara ile sınıfların kapıları açılmaya
başlamıştı. Her sınıftaki sınıf öğretmenleri, veliler ile olan uzun
görüşmelerini bitirmişti. Şimdi diğer derslerin öğretmenleri sıra ile sınıflara
giriyor, en fazla 10 dakika süren görüşmelerini gerçekleştiriyorlardı.
Öğretmenlerin koridorda yaptıkları bu çapraz koşularla pek ilgilenmiyor, yüzüm
dev cama dönük dikilmeye devam ediyordum. Güneş sinsice konum değiştirerek sarı
tabanı bana santim santim yaklaştırsa da, ben de temkinli bir şekilde geriye
doğru ufak attığım adımlarla kendimi karanlık tarafta tutmayı başarıyordum. Ben
dışarıyı izlerken babam ve annem, diğer velilerle birlikte, yaşlı coğrafyayla,
kül yutmaz tarihle, bitkin fen bilgisiyle, kıvırcık ingilizceyle ve daha
nicesiyle tanışmışlar ve son olarak kızgın dini sınıfta yakından görme
fırsatlarını değerlendiriyorlardı. Din öğretmeni bizim sınıfa giren son
öğretmendi. 10 dakikalık görüşmeleri bittikten sonra sınıfın kapısı açıldı ve
veliler hızlıca boşalttılar sınıfı. Sınıfta sadece annem, babam ve din
öğretmenim kalmıştı. Önce annem göründü kapıda. Kafası yerdeydi. Belli ki, tüm
sınıf evlerine giderken, özel görüşme için bekletilmek ağrına gitmişti. Hemen
ardından gelen babam ise duruşunu hiç bozmamıştı ama bana olan kızgın
bakışlarını rahatlıkla yakalayabiliyordum. Seri adımlarla yanlarında bittim. En
son, babamın neredeyse yarı boyundaki din öğretmenimiz katıldı aramıza. Kahverengi
takım elbisesini özellikle enerjimi tüketmek için seçmişti.
-"Zeki Bey, hoca hanım,
hemen konuya gireceğim." dedi.
Öğretmen anneme "hoca
hanım" diye hitap ediyorsa, astsubay babama da "komutanım"
demesi gerekmez miydi?
-"Oğlunuz zeki bir
çocuk."
İşte tam da beklediğim gibi
bir giriş.
-"Diğer derslerdeki
başarısını biliyorsunuz."
Evet biliyorduk.
-"Ama benim girdiğim
iki derste de nerdeyse şimdiden zayıf notu garantiledi."
Kafamın içindeki Napolyon'a
hazır olmasını söyledim.
-"Haydi din dersini,
asıl branşım olan dersi geçtim. Çocukların neredeyse tamamının en iyi notu
getirerek ortalamalarını yükseltecekleri müzik dersinde bile çok ilgisiz ve hiç
bir çaba sarf etmiyor. Bu şekilde devam ederse sınıfta müzik dersinden düşük
not alan tek çocuk olacak." dedi.
Donmuş kalmıştım. Napolyon
kaybolmuştu, ama ne Mozart ne de Beethoven yardıma koşacak kadar hazırdı
kafamda. Babama doğru çevirdim kafamı. Sabırla öğretmenin sözlerinin
sonlanmasını bekliyordu. Annemin yüzünde ise, müzik dersini o da ciddiye
almıyordu demek ki, bir rahatlama sezmiştim. Onun rahatlamasını görünce, ben de
tekrar gevşemiştim. Ne de olsa konumuz artık din gibi ciddi bir konu değil,
sadece orta okul müzik dersiydi. Yeteneğim ya da ilgim olmadığı gerçeğini hep
beraber kabul edecek, başarısızlığımı buna bağlayacak ve mutlu bir şekilde
dağılacaktık. Bu kendimce oluşturduğum iyimser havanın hemen dağılacağını ve
bir kriz çıkacağını, babamın konuşmaya başladığında sesindeki keskinliği hissettiğim
anda farkettim.
-"Bir saniye hocam, siz
hangi bilginizle benim oğlumu müzik konusunda değerlendirebiliyorsunuz?"
dedi babam.
Öğretmen kendi de biliyordu
herhangi bir müzik bilgi ve birikimine sahip olmadığını ama böyle bir tepki de
beklemiyodu. Şaşkın bir şekilde,
-"Ama..." dedi ama
babam devam etti sözlerine.
-"Bizim evimizde org
var ve benim oğlum yıllardır org çalıyor." diyiverdi babam.
Anneminkilerle birlikte benim de gözlerim şaşkınlıkla babamın yüzüne
çivilenmişti. Sanki o an öğretmen ortadan kaybolmuştu ve aile içi bir
hesaplaşmanın ortasındaydık. Babamın biraz önce söylediği cümlede doğru şeyler
yok değildi. Bizim evde org vardı ve yıllardır çalınıyordu, ama çalan ben değil
ablamdı. Ben orga bir metreden fazla yaklaşmamıştım bile. Babam bunu nasıl
yapmıştı, bu yalanı nasıl uydurmuş ve nasıl öğretmenime söyleyivermişti.
Herkesin yalanlara ihtiyaç duyduğu zamanlar olabilirdi. Demek ki babalar da
oğullarının başarıları için başvuruyorlardı bu silaha. O gün bu ufak
başarısızlığı bile fazla görmüştü bana. Bir din öğretmeni tarafından verilen
orta okul müzik dersinde bile başarısızlığıma dayanamayarak yalan atan bu koca adamla, hayatımın geri kalanında ne
gibi mücadeleler bekliyordu acaba beni. O bana bakmıyordu ama ben gözlerimi
onun yüzünden ayıramıyordum. Evet babam sert bir babaydı ve sayısını
hatırlayamadığım kadar dayağını yemiştim, ama hiç bir zaman ondan o günkü kadar
korkmadım.