Bu Blogda Ara

30 Ocak 2012 Pazartesi

BARİ KISA OLSAYDIN

Ağzımda tükürsem de atamayacağım iğrenç bir tat, boynumun solundan başlayıp belime kadar devam eden, öldürmeyen ama can sıkan sırt ağrısı, zar zor açtığım gözlerimde ilerlemeyen İstanbul trafiğinin manzarası. Uyandığımda henüz köprüye bile ulaşamamıştık. Saat 07:45’di ve 45 dakika içerisinde Atatürk havalimanında olmam gerekiyordu. Normal koşullar altında bitmesini istemeyeceğim bir yolculuktu, çünkü Cezayir’e uçmak hiç de heyecan uyandırmıyordu bende. İnsanlar iş için New York’a uçar, insanlar iş için Londra’ya uçar, hemen yanı başında çalıştığım Özgür iş için Prag’a uçar, ama ben iş için Cezayir’in haritada baksan bile uzak kalacak, Hassi Messoud şehrine uçacaktım. Şehir kelimesini Hassi Messoud için, oraya ulaşana kadar kullanmıştım aslında. Dediğim gibi, Cezayir uçuşu için sabırsızlanmıyordum ve bu yüzden bu uzayan havalimanı yolculuğu normal koşullarda canımı sıkmamalıydı. Fakat şirketin havalimanına gitmem için bana “tahsis” ettiği Clio’nun dardan daha dar arka koltuğundaki uyku saatlerim yolun bitmesi için dua etmeme sebep olmuştu. Sağır bir adamın kapısını çalmak yine sonuçsuz kalmıştı ve trafikteki ilerleyişimiz daha da yavaşlamıştı. Yavaşça doğruldum. Şoförün laf sokarcasına söylediği;
-“Günaydın Erçin Bey”
cümlesi soğuk sudan daha etkili bir şekilde çarptı yüzüme ve hemen ayılıverdim.
“Uyumama ne laf sokuyon lan, sen gitcen sanki Cezayir’e” demek geçti içimden ama tuttum kendimi, yutkundum,
-"Valla uyumuşum kusura bakma … koca yolda da uyuduk” dedim  
-“Estafurrullah” dedi.
Sustum.
Gözlerimi birkaç kez kırptıktan sonra köprüyü seçebildim. Çok ta uzak sayılmazdı. Bu beni biraz neşelendirdi. Sonuçta canım ne kadar sıkkın da olsa bir boğaz manzarası tüm sorunlarımı alıp götürmeliydi. Bu aksi iddia edilemez bir gerçekti. Bu ülkeye Kuran’a alternatif olacak, dogmatik bilgi ve kurallarla dolu bir kitap gönderilseydi “boğaz manzarasından etkilenin” kesin yazardı içinde. Hatta iddialı mı olur bilmem ama birinci kural olan “sezen aksu’yu takdir edin” kuralından hemen sonra bile yazabilirdi. Kendi kafamda yazdığım kutsal kitaba göre birazdan tüm bu sıkıntılarımı ortadan kaldıracak olan manzara ile karşı karşıya kalacaktım. Suyumdan bir yudum aldım ve sanki ağzımdaki iğrenç tadı yok edecekmiş gibi bir süre ağzımda tutuktan sonra yuttum. Fazla vakit geçmeden vardık köprüye. Gerçekten inmemiş olsa da, benim kafamın içinde varlığını sürdüren kitabın kuralları hemen yıkılmıyordu. Etkilemiştim boğaz manzarasından. En azından bana sıcak ve kuru havasının yanında kum fırtınaları sunma konusunda cömert davranacak olan Cezayir çölleri ile karşılaştırırsanız gerçekten bir cennet sayılabilirdi boğaz. Köprü üzerindeki yolumuzu yarılayana kadar izledim manzarayı ve kapattım gözlerimi. Gerçeği kabul etmek gerekirse beni Cezayir çöllerinden daha çok düşündüren bir şey vardı. İki haftalık bu seyahati birlikte geçireceğim ve beni şu anda havalimanında bekleyen adam. Seyahatimize sebep olan projeyi ortak yaptığımız firmadan geliyordu. Henüz tanışmamıştım kendisiyle. Tanışmasam da iki gün önce seyahat ayrıntılarımızı içeren mailler silsilesinde gördüğüm pasaport bilgilerinden, benden bir yaş küçük olduğunu öğrenmiştim. Bu önemliydi benim için. Sevinmiştim benden küçük olmasına. Aslında yaşa saygı duyan bir adam değildim ama, yeni tanıştığım birinden yaşça daha büyük olmak ya da fiziken üstün olmak rahatlatıyordu beni. Yeni tanışan insanların birbirlerine kendilerini anlatırken, yaşça veya fiziken üstün olanın her zaman daha rahat olduğunu düşünmüşümdür. İlk perdede üstün olan bu adamın kendi hayat görüşünü, ilgi alanlarını, sevdiği ve sevmediği şeyleri sanki değişmez ve tüm dünya tarafından kabul görmesi gereken kurallar gibi anlattığını hissederim. En azından benim tanışmalarımda böyle oluyordu. Tamamen özgüven eksikliği belirtisi olduğunun farkındaydım  ama 27 yaşında internetten indirebildiğim bir şey değildi özgüven. Herhangi biri ile tanıştığım ilk saniye, ortamın α'sı olmak β'sı olmaktan daha çok hoşuma gidiyordu. Aramızda sadece bir yaş vardı ama bu yeterliydi benim için. Bugün rahat olacak ve kendimi karşımdaki adama göre şekillendirmeden direkt anlatacaktım. Önümüzdeki iki haftada tam olarak gerçek Erçin'i tanıyabilecekti. Birayı ne kadar sevdiğimi, Sezen Aksu ve şarkılarından haz etmediğimi, futbol maçlarında nasıl boğazımı yırtana kadar tezahürat ettiğimi, Disturbed grubuna bayıldığımı, İstanbul'un boğaz manzarasından etkilenmediğimi anlatacaktım. Bunları anlatırken kelimeler ağzımdan öyle bir ses tonu ile çıkacaktı ki, karşımdaki kurduğum herhangi bir cümlenin aksinin iddia edilemeyeceğini düşünecekti.
Hava alanına girdiğimde direkt buluşacağımız noktaya doğru ilerledim. Buluşacağımız noktada ayakta bir kaç adam vardı. Hangisi olduğunu bilemiyordum ama sonradan o olduğunu öğrendiğim adama bakarak umarım bu değildir demiştim. Fakat oydu. Bana doğru el sallayarak kendini belli etti. Benim olduğumu nasıl anladığını anlamamıştım. Benim boylarımdaydı fakat kaliteli giyim kuşamı, saç sitili, göz rengi ve dik duruşuyla aramızdaki bir yaşlık ufak farkı kapatacak gibi gözüküyordu. Belli ki şartlar neredeyse eşitti. Üstünlük kurarak kimin α olacağı konusunda ufak bir savaş geçebilirdi. Yanına geldiğimde elini sıkmak için elimi uzattım. Yaklaşık benden 7-8 santim uzun olduğunu fark ettim. "Bari kısa olsaydın" diye geçirdim içimden.

26 Ocak 2012 Perşembe

SENARİST OLMAK İSTEYEN SENARİST

Fırlattığı izmaritin havada taklalar atarak alçalmasını izledi, kaldırımdaki su birikintisinde tüm parlaklığını kaybedene kadar. Ciğerlerindeki son dumanı da dışarıya üfledikten sonra kapattı pencereyi.  Odadaki tek ışık kaynağı açık durumdaki bilgisayarıydı. Blog'unu bir kez daha kontrol etti. Yarım saat içerisinde  11. kez kontrol ediyordu blogu, ama hala son koyduğu hikaye kimse tarafından okunmamıştı. Kendine itiraf etmese de canı sıkılmıştı. Bilgisayarı kapattı ve dışarı çıkmaya karar verdi. Apartmandan çıktığında önce motosikletine doğru hareketlendi ama havadaki koku çok hoşuna gitmişti. Tam ters istikamete doğru dönüp, dik yokuştan aşağıya, Kızılay'a doğru yürümeye başladı. Bu serin eylül akşamı, yürüyüşün iyi geleceğini  umdu. Akşam üstü yağan yağmur dinmiş, ama şehre serinliğini ve toprak kokusunu bırakmıştı. Kaldırımdaki su birikintilerine basmamak için zikzaklar çizerek yürüyordu. Sigara almak için elini cebine doğru götürüyordu ki, ciğerlerinin sigara dumanı yerine toprak kokusu ile bayram etmesinin daha iyi olacağını düşündü. İzmarit katili küçük kaldırım göllerinin arasından yaptığı slalomlar Kızılay'a ulaştığında son buldu. Bu güzel yürüyüşün sonunda, güzel müzik dinlemeyi hak ettiğini düşünüyordu. Hafta içi uğramayı pek alışkınlık haline getirmediği barlardan birine attı kendini. Hafta sonları kapsının önünde bile ufak çaplı bir festival kalabalığını toplayabilen barın tenha olması hoşuna gitmişti. Loş barın en karanlık köşesindeki ufak yuvarlak masaya oturdu. Masaya geçmeden ısmarladığı birası hemen arkasından gelmişti. Soğuk bira bardağını, masanın üzerinde ıslak daireyi oluşturacak kadar bile vakit tanımadan kapı verdi ve bir iki yudumda yarıladı. Sıcak yaz akşamlarının yerini serin eylül akşamlarına bırakması susuzluğunu pek etkilememiş gibiydi. Sahnede çalan grubu ilk defa görüyordu. Muhtemelen barın diğer karanlık köşelerinde oturan iki yalnız adam da pek tanımıyordu grubu. İçeride grubu sadece, sahnenin önünde ayakta eğlenen 4 kişilik topluluk tanıyor gibiydi. Büyük ihtimalle onlarda arkadaşlarıydı. Grup Ankara gecelerinin tanınan gruplarından  değillerdi belki ama, "black night" ı canlı hiç bu kadar güzel dinlememişti.


Müziğin güzelliğinden dolayı, barın tenhalığı canını sıkmıştı. Eğer bu grup hafta içi bar sahneleri denizin tek incisi değilse, barları hafta içleri daha sık ziyaret etmesi gerektiğine karar verdi. Arkasına yaslandı ve şarkıya eşlik etmeye başladı. Kesinlikle 7 kişilik izleyici kitlesinden fazlasını hak ediyorlardı. Şarkının sonlanmasıyla, grup için üzülmeyi kesmiş ve kendisi için üzülmeye başlamıştı. Kendi durumunun sahnedeki gruptan daha içler acısı olduğunu biliyordu. 6 kişinin takip ettiği ufak hikayelerini paylaştığı blogu ve bu 6 arkadaşının gazıyla bastırdığı, blogundaki hikayeleri içeren ve 5 adet satan kitabı dışında neyi vardı. Bundan daha fazlasını hak edip etmediği konusunda emin değildi, tek emin olduğu daha fazla ilgi hoşuna gidecekti. Aslında küçük hikayelerini  okuyanların sayısı 6 yı geçmese de, paylaşmış olmak onu az da olsa tatmin ediyordu. Asıl canını sıkan aylarını harcadığı senaryosunu kimseyle paylaşamamasıydı. 1,5 sayfalık hikayelerini bile zar zor birilerine okuturken, 420 sayfalık bir senaryoyu kime, nasıl okutacaktı. Zaten senaryolar arkadaşlarla paylaşılsın diye değillerdi ki. Senaryonun, senaryo olabilmesi için bir filmin olması lazımdı. Türkiye'de senaryosunu gönderebileceği kimse gelmiyordu aklına. Uzun sessizlikler ve biraz zorlayarak da olsa içinde kendimizi bulduğumuz tespitlere boğulmuş filmler dışında iyi film çıkarmayan bir ülkeydi Türkiye. Böyle bir sinemacılar topluluğunun içerisinde, 420 sayfalık karanlık gelecek çizen bir senaryonun çok fazla ilgi çekmeyeceği kesindi. Filme dönüşmeyen 420 sayfalık bir senaryonun, sadece 6 kişi tarafından okunan 1,5 sayfalık bir hikayeden daha değerli olmadığını ilk fark edişi değildi, ama bu gerçeği 420. sayfanın son cümlesinde fark edişi biraz geç bir aydınlanma olmuştu. 6 ay önce o son sayfayı tamamladığından beri düşünüyordu ne yapacağını bu senaryoyla. Bir filme dönüşmese de senaryosunun güzelliğinden hiç şüphe etmemişti. Karanlık şimdiki zamanı yaşayan bir ülkede, karanlık bir gelecek hikayesi çıkarmanın çok da kolay olmadığını savunuyordu hep kendi kendine yaptığı tartışmalarda. 22. yüzyılın ortalarında geçiyordu karanlık gelecek hikayesi. 21. yüzyılın ortalarında solum yoluyla bulaşan ve tüm dünyaya kısa bir sürede yayılan virüs, bilim dünyasının nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde, sadece 3 kuşakta insanların kromozomlarındaki telomerlerde mutasyona sebep oluyordu. Bu mutasyon 22. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ortalama insan ömrünü 46'ya çekiyordu. 50 yaşın üzerini gören kimse olmayacaktı. Bu kısım senaryosunda pek üzerinde durmadağı giriş kısmıydı. Asıl işlemek istediği konu, 50 yaşın üzerini görmeyen toplumun, devletin "asiler" adını verdiği topluluk öncülüğünde, 24 yaşına kadar meslek edinmek için eğitim gördükleri, 24 yaşından ölene kadar da köle gibi çalışdıkları sisteme baş kaldırmalarıydı. 50 yaşında öleceklerini bilseler, kimsenin bu saçma sistemin içinde bir şeyler için çabalamayacağı, bunun da tüm bu koşuşturmanın ve çabanın 50 yaşından sonraki hayat için olduğu saçmalığının kanıtı olduğu hep düşündüğü bir şeydi. Senaryosuyla, bunun farkında olmayan insanlara anlatmaya çalışmak istiyordu çabalarının gereksizliğini. İzlediği onca film, hikayesini bir belgesel olmaktan çıkarıp bir sinema filmi haline getirmesi için, çizdiği karanlık dünyayı küçük insan ilişkileri üzerinden anlatması gerektiğini öğretmişti. Bu iç karartan 22. yüzyıl dünyasını, her şeye rağmen sistemi ayakta tutmak için gittikçe daha da diktatörleşen devlet başkanı ile asilerin önde gelenlerinden biri olan 17 yaşındaki kızı arasındaki ilişki üzerinden anlatıyordu. Senaryosunu hızlı bir şekilde aklından geçirirken bile heyecanlanmıştı. Birasının bittiğini, garsonun boş bira bardağını "bir tane daha iste misin" anlamında yüzünün 3 santim uzağına yaklaştırdığında fark etti. Evet anlamında salladı kafasını. Boş gözlerle ikinci birası masasına gelene kadar izledi garsonu ve bardak masa ile tanışmadan yine yarıladı birasını. Senaryosuna ne kadar güvense de, burada bu senaryoyla hiç bir iş yapamayacağını biliyordu. Geleceğinde, izlediği filmlerde defalarca gördüğü o sahne kendisini bekliyor diye çok korkuyordu. Hiç satmayan kitapların yazarlarıyla, hiç film olmayan senaryoların senaristleriyle aynı kafede yan yana oturup kahve yudumlamak istemiyordu. Bunu için bir şeyler yapmalıydı. İlk defa o an geldi aklına senaryoyu Türkiye dışından birileriyle paylaşmak. Karanlık bir gelecek hikayesi dendiğinde aklına ilk gelen iki üstat da ölmüştü. Film çekmek istiyorsa yaşayan birilerine ihtiyacı vardı. Ona film çekmesinde yardımcı olacak bir yönetmene, böyle bir senaryoyla ilgilenecek bir yönetmene,  böyle bir senaryoyla başarılı olmuş bir yönetmene, ya da iki yönetmene. Wachowski kardeşlere ihtiyacı vardı.  22.yüzyılda geçen salgın hastalık, diktatör bir devlet başkanı ve 17 yaşında asi bir kız ögelerini içeren bir film çekmek istiyorsa, Matrix üçlemesi ve V for Vendetta ya imza atmış yapımcı kardeşlerden daha iyi seçenek yoktu. Yüzüne dev bir gülümseme yerleşti.  Kalan birasını bir dikişte bitirdi.

Sıcak bir sabahtı. Sokaklarda dolaşarak geçirdiği gecenin ardından uykusuzluğu mu, yoksa yakıcı sabah güneşi miydi gözünü tam açamamasının sebebi anlayamamıştı.  Wachowski kardeşlerin ofisinin bulunduğu Melrose bulvarına yakın bulabildiği en ucuz otelden bir gün önce ayrılmak zorunda kalmıştı. Bir bar masasında, Wachowski kardeşlere ihtiyacının olduğuna karar verdiği akşamdan tam bir ay sonra atlamıştı Los Angles uçağına. Bu seyahati finanse edecek parayı sağlamak için sattığı motosikletine müşteri bulmak sandığından kısa sürmüştü. Asıl zaman alan şey, senaryosunun İngilizce bir özetini çıkarmak olmuştu.  Saharan Otelde kaldığı bir hafta boyunca her gün ofislerine gitmiş, saatlerce orada beklemiş ama kardeşlerle görüşme fırsatı yakalayamamıştı. Bu bir haftada cebindeki tüm parayı tüketmiş ve son gecesini sırtında bir çantayla Hollywood sokaklarında gezerek geçirmek zorunda kalmıştı. Uykusuzluk ve yorgunluğun etkisiyle göz kapaklarını zor açık tutuyordu. Kurumuş ağzı ve kısık gözleriyle ofisin önüne gelmişti.  Bugün son şansıydı. Bugün de görüşmeyi beceremezse tıpış tıpış dönecekti Ankara'ya. İçeride beklemek yerine ofisin önünde kardeşlerin gelişini beklemeye karar verdi. Yakan güneşin altında iki saat bekledikten sonra, yanındaki adama hararetli bir konuşmayla bir şeyler anlatmaya çalışarak hızlı adımlarla yolun karşısından gelen Andy Wachowski'yi görünce tüm yorgunluğunu unuttu. Çok heyecanlanmıştı. Yaklaşık bir aydan beri kafasında kurduğu cümlelerin tamamı uçup gitmişti aklından. Kuru ağzını biraz olsun ıslatabilmek için yutkundu ve tam yanından geçerken;
"Bana beş dakikanızı ayırabilir misiniz?"
diye bağırdı. Yorgunluktan 10 yıl yaşlı gösteren yüzü müydü, yoksa kötü aksanı mı bilmiyordu ama Andy Wachowski'nin dikkatini çekebilmişti. Gülümseyen bir yüzle kendisine beş dakika ayıran adamı, ayak üstü kim olduğunu ve nereden geldiğini anlattıktan sonra, ofisinde senaryosuna göz atması için ikna etmişti. Böyle bir adamın kendisine nasıl vakit ayırdığına çok şaşırmıştı. Susuzluğunu azaltmak için istediği soğuk suyu yudumluyordu karşısındaki Andy senaryosunu okurken. Hayallerine hiç bu kadar yaklaşmamıştı.  Heyecanını bastırmaya çalışırken, Andy kağıtları yavaşça masaya bıraktı.
-"Aslında güzel hikaye" dedi.
Sesindeki ton bir şeylerin eksik olduğunu düşündüğünü ele vermişti.
-"Ama, aşık adam yok. İzleyici yerine kendilerini koyacağı aşık adam ister"
Hiç beklemediği bir tepkiydi. Koca hikayede bulduğu açık bu muydu? Matrix'i yapan adam, karşısında oturmuş hikayesinde aşıkların eksik olduğunu söylüyordu. Bir anda siniri heyecanının üstüne çıktı;
-"Açıkcası sizden beklemediğim bir tepkiydi"
-"Aslında tam benden beklemen gereken bir tepki"
-"Nasıl"
-"Filmleri mi izledin mi?
-"Defalarca"
-"Matrix i"
-"Defalarca"
-"O zaman Trinity nin nasıl hayata döndüğünü hatırlarsın"
-"Üçlemede dayanamadığım tek sahnedir. V for Vendetta ya ne diyeceksin.  Yüzünü görmedikleri bir adamın yerine kendilerini koymak isteyeceklerini sanmam. Hikayesinde aşk var mı o bile tartışılır."
-"Yapma, Evey'nin V'nin maskesini dudağından öptüğünü unutuyorsun heralde"
Senaryosunu beğendirmek istediği adam ile oturmuş ve onun senaryolarını tartışıyordu. Bir yere varmayacağı kesindi. Varamadı da. Hatırlayamadığı 5 dakika içerisinde Andy Wachowski'ye "senaryoma ısmarlama aşk ekleyemiyeceğim" diye bağırmış ve kendini ofisin önünde bulmuştu. Henüz bir senarist olmayı başaramadan, idealist bir senarist olmuştu. Ankara'ya dönmek zorunda olan idealist bir senarist. Bir taksiye atlayıp hava alanına gitse iyi olacaktı. Andy Wachowski'yi gördüğü anda unuttuğu yorgunluğu güçlenerek dönmüştü. Göz kapakları tekrar ağırlaştı. Taksiye binmeden önce yolun karşısındaki kafe de koyu bir kahve içip kendisine gelmesi iyi olacaktı. İçeri girdi ve bar taburelerine benzeyen yüksek sandalyelerden birine oturdu ve garsondan bir cafe americano istedi. Kahvesi hemen gelmişti. O sırada hemen yanındaki koltuğa oturan saçı başı dağılmış yaşlı adam garsona samimi bir ses tonuyla seslendi ve
-"Her zamankinden" dedi.
Garson adamın siparişini hazırlarken
-"Kitap işi ne durumda" diye sordu.
Yaşlı adam;
-"Her zamanki gibi. 20 adet satmaz muhtemelen" dedi.
Gözlerini artık açık tutamıyordu. Kahvesinden büyük bir yudum aldı.

9 Ocak 2012 Pazartesi

HAYVAN HERİF


İkisini de daha önce hiç öyle görmemiştim. Normal bir günde kibarlığı sinir bozucu seviyeleri zorlayan Pelin, nereden öğrendiğini kimsenin bilemeyeceği aşağılama kelimelerini sayıyor, İpek ise nefesi yettiği kadar ona eşlik ediyordu. Düet yapan ve birbirlerinin sesini bastırmaya çalışan iki sanatçı gibiydiler.  Sinirlerinin geçmesi için haber bültenin farklı bir habere geçmesini beklemeye karar vermiştim ama haber bitmek bilmiyordu. Özel bir üniversitenin kız yurdunda kapı görevlisi olarak çalışan genç adam, yurtta kalan bir kıza tecavüz etmişti. Haber yeni bir haberdi ve haber niteliği taşıyan sadece iki cümlelik bilgileri vardı. Ellerindeki görüntü ise 15 saniyeden uzun değildi. Tecavüzcü genç adamın saklandığı amcasının evinden, 4 polis eşiliğinde hızlı bir şekilde ekip minibüsüne götürüldüğü görüntü tekrar tekrar veriliyordu. Pelin küfürlerine kısa bir ara vererek hukukçuluğa soyundu ve;
-"Şimdi bu adam mahkemeye çıkacak, içeri atacaklar ve 5-10 yıl sonra salacaklar di mi? Yaşatmayacaksın ya bu adamı, öyle mahkemeye felan gerek yok" dedi.
Yeni ve gaddar hakimimizin hüküm cümlelerinin bitmesiyle İpek'in çatallı sesiyle tasdikleri geldi;
-"Tabi canım adaletmiş, yargıymış. Adalet olacaksa asacaksın bu adamı. hayvan herif."
5 dakika önce alkollü araba kullanırken yakalanan manken haberini kahkahalar atarak izleyen Pelin ve İpek'teki bu hızlı ve büyük değişim korkutmuştu beni. Aslında o akşam izlediğimiz tek sinir bozucu haber değildi, ama sanırım kendilerini kurbanın yerine koyabildikleri bir haber daha çok canlarını sıkmıştı. Parlak nar çiçeği rengi rujlarıyla İpek ve Pelin'in kendilerini, gerekli güvenlik önlemlerine yeterli para harcamayan maden ocağı patronu ve ocaktaki göçüğün elle ele vererek öldürdüğü 12 maden işçisinin yerine koymalarını beklemeye kimsenin hakkı yoktu. Kısa süren yargılama sürecinden sonra tecavüzcü adama küfürler savurma işine hızlı bir dönüş yaptılar. Bir anlık boşluk bulsam ben de tartışmaya katılmak istiyordum ama biralarından aldıkları ufak yudumlar için verdikleri molalar dışında susmaya niyetleri yok gibiydi. Aslında ortada bir tartışma yoktu, çünkü herhangi bir farklı görüş ya da bakış yoktu. Konuşmadaki tek şey kusulan kindi. Haber bülteninin Japonya'da bir bisiklete en fazla kişi ile binme rekorunun kırılması ile ilgili habere geçmesi ile, Pelin ve İpek'in cümleleri arasındaki boşlukların uzamaya başlaması ve nabız atışlarının normal seviyelere dönmesi bir oldu. Biramın bitmek üzere olduğunu fark ettim. Son yudumla boğazımı ıslattıktan sonra, en bilindik suçlu kurban hikayesiyle katılmaya karar verdim konuşmaya.
-"Bir şey soracağım" dedim.
Çatılmış kaşlarla döndü ikisi birden.
-"Kırmızı başlıklı kızın masum olduğunun farkındayız. Kurdun da suçlu olduğu su götürmez bir gerçek. Ama asıl kafa karıştıran soru şu: Kurt neden bu kadar aç?"
Pelin ve İpek'in kafasında "kırmızı başlıklı kız" ve "kurt" rollerinin doğru kişiler tarafından üstlenilmesi için bir iki saniye süre verdim onlara. İkisi de bu kadar sinirliyken tepkinin ne olacağını kestiremediğimden biraz gerilmiştim. Elimdeki boş bira şişesini, üzerinde parmak izlerim net bir şekilde gözükecek kadar sıktığımı, avucumda hissettiğim acıdan sonra fark ettim.
İlk tepki Pelin'den geldi.
-"Ne yani adamın açlığı kıza tecavüzünü meşru mu kılıyor? Saçmalıyorsun"
Aslında bu sorunun cevabı ilk sorumun içinde vardı. Kurdun suçlu olduğu gerçeğini baştan kabul etmiştim zaten.
-"Hiç bir şeyi meşru kıldığı felan yok. Adam suçlu ona bir şey dediğim yok. Sadece bu adamı buna iten şeyi merak ediyorum."
İlk sorumda ne dediysem aynısı dediğimin farkındaydım, ama kelimeleri değiştirmek belki işe yarar diye umdum.
Bu sefer tepki İpek'ten geldi.
-"Bunu düşünmek zorunda mıyız? Bana ne açsa. Sonuçta hayvanın teki. İster aç ister tok. Hayvan işte."
Pelin devam etti.
-"Tabi hayvan herif işte. Sen de saçmalıyorsun. O herif tarafından bakabiliyorsun ya bu duruma bravo sana. Aç kalsan hak göreceksin sen de o zaman"
Tek derdim konuşmaya katılmak ve başka bir taraftan bakarak sakinleşmelerini sağlamaktı ama birden potansiyel bir tecavüzcüye dönüşmüştüm. Yatışmak üzere olan sinirleri tekrar fırlamıştı ve bu sefer hedef olarak tecavüzcü adamın yanına beni de oturtmuşlardı.
Pelin devam etti;
-"Galiba siz erkeklerin kafası böyle çalışıyor. Bu hayvan herifi haklı görebiliyorsun. Adam hayvan işte. Aslında hayvan deyip duruyorum ama bu adamın yaptığını hayvanlar yapmaz. Bu adam hayvandan da aşağılık bir yaratık."
İpek Pelin'in cümlesin devam ettirdi.
-"Hangi hayvan yapar böyle bir şeyi. Bu adam hayvan bile olamaz. Sen de kalk bu adamı savun."
Saldırılara daha fazla dayanamadım ve bira alma bahanesiyle mutfağa kaçmaya karar verdim.
-"Adam suçsuz demedim. Yanlış anladınız ama neyse ben bira alıyorum."
dedim ve ikisinin arkamdan söylenmeleri eşliğinde mutfağa gittim.
Boş bira şişesini tezgaha koydum ve buzdolabını açtım. Korktuğum şey başıma gelmişti. Kısa süreli bu saldırıdan beni çıkartabilecek en güzel şey, yani soğuk bir efes pilsen yoktu dolapta. Efeslerin hepsi bitmiş, Pelin'in isteği üzerine alınan Tuborglar kalmıştı sadece. Tuborg içmeyeli uzun süre olmuştu ama hiç yoktan iyiydi. Belki de dedikleri gibi Efesten iyiydi. Sonuçta "%100 malttı". Bir tane Tuborg açtım ve derin bir nefes alarak gergin salon ortamına geri döndüm. Söylenmeler devam ediyordu.
-"Hala aynı konu mu?"
diye sorduktan sonra konuyu değiştirir umuduyla kanalı değiştirdim. National geographic kanalında kurbağalarla ilgili bir belgesel vardı. Gergin havayı dağıtır diye umduğumdan biraz ses verdim. National geographic belgesellerinden tanıdığım tok ses amazon ormanlarında yaşayan milk kurbağalarının çifleşme dönemlerinden bahsediyordu;
-"Erkek milk kurbağaları çiftleşme döneminde ağaçların dallarına çıkar ve dişi kurbağaları etkilemek için ses çıkarırlar. Genellikle en büyük, en güçlü ve en iyi sesi çıkaran erkek kurbağa en yüksek dalda durur. Diğer kurbağalar ise boyutları ve çıkarabildikleri sese göre aşağı dallarda sıralanırlar. Genellikle dişi kurbağalar en yüksekteki en güçlü sesi çıkaran kurbağa ile çiftleşmek ister ve en yüksek dala çıkmaya çalışırlar. Tabi ki tüm dişi kurbağalar en yüksek dala ulaşma başarısını gösteremezler, çünkü alt dallardaki daha güçsüz erkek kurbağalar tarafından yakalanırlar ve onlarla çiftleşmek zorunda kalırlar"
Bir anda bir sessizlik oldu. Biramdan ilk yudumumu iki yudum büyüklüğünde aldım. Pelin de, İpek de, ben de susmuştuk. Televizyona boş boş bakıyorduk. Kanalı değiştirdim. "Kesinlikle Efes daha iyi" diye geçirdim içimden.

1 Ocak 2012 Pazar

BALON


Geniş ofislerinin ağır kapısını açmak için ittirdi. Daha kapıyı aralamıştı ki içeriden gelen hararetli konuşmaların gürültüsü canını sıkmıştı. Sabahın bu saatin de bu çalışma şevki insanlara nereden geliyordu acaba. Girer girmez kendi bölümüne gitmek yerine direkt sola döndü ve soğuk su makinesine doğru ilerledi. Herkes, daha mesainin 15. dakikasında harıl harıl çalışmaya devam ediyorlardı. Geç gelmelerine neden kimsenin ses çıkarmadığını o anda anladı. Onun geldiğini ya da gelmediğini kimse fark etmiyordu. Köpükten bardağın ağzına kadar doldurdu soğuk suyu ve bir yudumda içti hepsini. Bir bardak su daha doldurduktan sonra yavaş adımlarla kendi bölümüne doğru ilerledi. Açık ofis sistemi ilk kimin fikriyse o adamdan nefret ediyordu. Zaten çalışmak istemiyordu ama istese de bu ofiste, bu gürültüde verimli çalışması mümkün değildi. Kendi bölümünün önüne geldiğinde bir iki saniye boş gözlerle masasına baktı. İşte hücresi her zamanki sakinliği ile onu bekliyordu. Elinde tuttuğu suyu bir yudumda içti ve bardağı çöp tenekesine attıktan sonra siyah büro sandalyesine kuruldu. Bilgisayarını açmadan önce her sabah yaptığı gibi boş siyah ekrandan kendi yansımasını izledi. Bazen ekrandaki yansımasını işlerle baş başa bırakıp kaçabilmek istiyordu. Bu fikir her aklına geldiğinde Red Kit’in gölgesinden hızlı hareket ettiği sahneyi hatırlıyor ve mümkün olabilir mi acaba diye düşünüyordu. Yavaşça bilgisayar kasasına doğru eğildi ve bilgisayarın açma tuşuna bastı. Doğruldu. Artık açılmakta olan bilgisayarın ekranında yansıması yoktu. Bu iğrenç ofiste, işlerle kalakalmıştı yine tek başına. Yine ekrandaki yansıması ondan hızlı hareket etmiş ve bu hücreden kaçıvermişti. Bilgisayar açılıp kendine gelene kadar, çekmeceden bir peçete alıp masasının üzerinde dünden kalan kahverengi halkaları temizlemeye koyuldu. Ne kadar sıcaktan bunalsa da sabah ve öğleden sonra birer kahve içmeden günü tamamlayamıyordu. Masa temizliği sırasında yan bölümdeki Sedat’ın kendi kendine küfürler ederek söylenme seansı başlamıştı bile. Söylenmeler önce excele küfürle başlıyor, daha sonra bilgisayarla devam ediyor ve final Sedat’ın kendisine ettiği küfürlerle oluyordu. Sedat planlama bölümündeydi ve her sabah yine ve yeniden aylık üretim programını güncelliyor ve saat 10 da ki toplantıya yetiştirmeye çalışıyordu. Aylık programın aylık olması gerekmiyor muydu? Galiba günlük olarak aylık program çıkarmak sadece bu ofiste yapılacak ve sadece Sedat tarafından yapılacak bir işti. Hiç anlamıyordu neden bu kadar ciddiye aldığını Sedat’ın bu işi. Nasıl olsa sonuç belliydi. Programı hazırlayacak, müdür toplantıda yalandan göz ucuyla programa bakacak, günün ilerleyen saatlerinde program tümüyle değiştiğini Sedat’a bildirecek ve Sedat yarın sabah yine aynı heyecanla “aylık” program hazırlayacaktı. Koltuğunun kollarından kuvvet alarak vücudunu yavaşça yukarıya doğru kaldırdı. Bir süre Sedat’ın teninin kırmızılığını gittikçe arttıran sabah krizini izledi. Nasıl olurda bu kadar önemsiz, hiç bir sonuca ulaşmayacak bir iş Sedat'ı bu hale getirebiliyordu. Aslında planlama, imalat programları hazırlamak önemsiz işler değillerdi, ama Sedat bu işi yapmıyordu ki, o sadece müdürün sabah toplantısında revize ettiği programı, bir daha ki revizyona kadar, excele geçiriyor, bu exceli de sabah son haline sokup toplantıya yetiştiriyordu. Yani onu bu kadar heyecanlandıran iş bir balon gibiydi, şiştikten 2 dakika sonra patlayan bir balon ama. Kollarında derman kalmayınca bıraktı kendini yeniden koltuğuna. Bir an için üzülecekti Sedat için ama, aklına birden her öğle yemeği sonrası sigara içilen balkonda Sedat'ın herkesi esir alıp bu balon işini abarta abarta anlatışı geldi ve ona üzülmek yerine kızması gerektiğini fark etti. Outlook'una tıkladı ve açılana kadar kahvesini almaya gitti. Yavaş yavaş içtiği kahvesi, okumadan "günlük" klasörüne attığı günlük mailleri, aynı şeylerin konuşulduğu sabah toplantısı, sabah toplantısında aylık programın revize edilişini dinleyişi ile tüm günlere benzeyen bir gündü öğle yemeğine kadar. Tıka basa yediği yemekten sonra balkona koşarak gitti sigarasını içmeye. Yemek sonrası sigarasızlığa dayanbiliyor olsa, Sedat ve çevresine topladığı kalabalığı gördüğünde balkona çıkmaktan vazgeçerdi, ama dayanamazdı. Sigara içen kalabalığın anca sığabildiği küçük balkonda kaçabileceği bir boşluk yoktu, kalabalığa katıldı ve Sedat'ın hararetle işlerden bahsedişini ve müdürün arkasından atıp tutuşunu dinlemeye başladı. Derin nefeslerle, hızla bitirdiği sigarasını söndürmeden, ikinciyi yaktı, fakat Sedat'ın anlatacakları bitmiyordu. Sedat her gün aynı konudan konuştuğu için artık sıradaki cümleyi tahmin ediyordu. Sigara olmasa dayanılcak işkence değildi. Gözlerini bir süreliğine Sedat'tan ayırdı ve sırayla kalabalıktakilerin suratına baktı. Acaba diğerleri sıkılmıyorlar mıydı Sedat'ın kendisini ve uyduruk işini övmesinden? Tabi ki sıkılmıyorlardı. Çünkü onlar da aslında Sedat'an farklı değillerdi. İnsanların kendilerini ve yaptıkları işlerini önemli hissetmek gibi bir takıntıları olduğunu fark etti. Sedat'ın çevresindeki dairede gözleri ile attığı turu Sedat'ın yüzünde tamamladı. Hala ağzından tükürükler saçarak konuşmasına devam ediyordu. Susturmak istiyordu onu. Her günkü Sedat konuşmaları, sıcak günün de etkisiyle bu sefer her zamankinden daha fazla rahatsız ediciydi. Hakkında ne düşünüyorsa hepsini yüzüne söylemek, kendisinin de, işin de önemsiz olduğunu ona anlatmak, onu kendine getirmek istedi. Aslında istediği tam olarak bu da değildi. Sedat sussa yeterliydi. Keşke bir düğmesi olsaydı ve Sedat'ı kapatabilseydi. Bir süre gözlerini kapattı ve hayal etti: Sedat konuşmaya devam ederken o uzanıyor ve Sedat'ın sırtındaki düğmeye basarak konuşmayı sonlandırıyordu. Gülümsedi, sigarasından son fırtını çekip içeri girdi. Gün bitene kadar hayalinde yarattığı Sedat'ı susturan düğmeyi düşündü. İnsanlarda böyle bir düğme olsaydı hayat şimdikinden biraz daha çekilir olurdu onun için.

İş çıkışı arabasına atladı ve yaklaşık bir buçuk saat sürecek şehir trafiğindeki yolculuğuna başladı. Aslında herkesin aksine o trafiğin bir çile olduğunu düşünmüyordu. Trafik, işteki rutin hayatı ile evdeki rutin hayatı arasındaki tek boşluktu. Whitesnake eşiliğinde sıkıcı olmaktan iyice uzaklaşıyordu bu yolculuklar. Evinin sokağına geldiğinde herzamanki gibi evinden 30 metre ilerideki tekelin önüne park etti ve tekelden birasını aldıktan sonra girdi apartmanına. Eve girdiğinde direkt mutfağa gitti. Biralardan birini çıkartıp tezgahın üzerine koyduktan sonra siyah poşeti buzdolabına attı. Birasını açtı ve salona geçti. Ev havasız ve sıcaktı. Camı araladıktan sonra televizyonun tam karşısındaki geniş koltuğa oturdu. Birasından dev bir yudum aldı ve şişeyi sağ dizinin üstünde duracak şekilde tuttu. Birasıyla klasik oturuşuydu. Kumandaya uzandı ve televizyonu açtı. Digitürk kendine gelene kadar geçen 30 saniyede siyah televizyon ekranında kendi yansımasını izledi. Tanıdık bir görüntüydü. Televizyon açıldıktan sonra spor kanallarında gezinmeye başladı. Kanal seçmeye çalışırken arkasındaki kitaplıktan, uzun bir kurma kolunun dev bir dişliyi çevirmesine benzeyen uzun bir tıkırtı geldi. Arkasından dişli bir yuvaya oturmuş gibi bir ses ve son olarak uzun bir fıslama sesi. Bir anda irkildi. Sesin nereden geldiğine bakmak için arkasını dönüyordu ki burnuna gelen lavanta kokusundan bunun 15 dakikada bir üflemeye kurulmuş büyük oda parfümünden geldiğini fark etti. Oda parfümünün bu kadar ses çıkararak çalıştığını ilk defa fark ediyordu. Lavanta kokusunu bir kaç saniye sonra alamaz oldu. Elindeki birayı sehpaya bıraktı ve oda parfümüne uzandı. Arkasındaki düğmeyi kapalı konumuna getirdi.