Bu Blogda Ara

31 Temmuz 2014 Perşembe

DÜNYAYI KURTARMAYAN ADAM

Yuvarlak hatlı, tostoparlak, şişman vücuduyla tezat oluşturan incecik kol ve bacaklarını istemsiz gibi gözüken hareketlerle sallayarak yanıma oturduğu ilk anda onu tanıyamamıştım. Bunun sebebiyse durup dururken yanıma gelmesini beklemiyor olmamdan çok, hemen önümde duran, ilk şişesini tamamen tükettiğim, ikinci şişesini ise yarıladığım ucuz şaraptı. Şarap etkisini göstermeye başlamış, etraftaki her şeyi bulanık görmeye başlamıştım. Öğrencilik yıllarım boyunca, Ankara havasının izin verdiği mevsimlerde açık havada içmeyi en çok sevdiğimiz yerde yıllar sonra oturmuş tek başıma içiyordum; ODTÜ'nün 100.yıl mahallesi tarafındaki kapısının hemen yanında kalan kaldırımlar. Ankara'da yaşayanların dışında, hatta Ankara’yı sevenlerin dışında kimseye hiçbir şey ifade etmeyen Ankara’nın gece manzarasını saatlerce izler, bu seyrimize eşlik etmesi için de yanımıza bol miktarda içecek alırdık. İçeceklerin ne olduğu çok önemli değildi, kanımızdaki alkol oranını arttırması yeterliydi. Elimde şarap şişesiyle o kaldırıma tekrar oturduğum o gece, eskilerinden biraz farklıydı. Bir kere bu sefer tek başımaydım ve ortamdaki içki şişelerinin içlerini boşaltmaları için tek dostları bendim. Bu sırada manzara da eski manzara değildi tabi. Artık Ankara manzarasını, ODTÜ ormanını ortadan yarıp geçen, Ankara trafiğine hiçbir katkısının olmayacağı ve hata olmadığı gün gibi orta olan, ağaç katili, altı şeritli çirkin yol bölüyordu. Ağaç katliamını engellemek için yaptığımız direnişler sonuçsuz kalmış, medeniyet diyerek direttikleri yol, medeniyetten en uzak yöntemler kullanılarak dikilmişti önümüze. Yolu görmezden geliyor,  Ankara’nın göz kırpan sayısız ışıklarına odaklanmaya çalışıyordum. Zaten şarap sayesinde yavaş yavaş flulaşmıştı her şey ve kafamın en sevdiğim yanı tekrar ortaya çıkmıştı. Sarhoş olmaya başladığımda ilk olarak sevmediğim şeylerin görüntüsünü bozuyordu.
O da çömelip, kaldırıma yanıma oturduğunda, onu tanıyabilmek, yüzünü seçebilmek için gözlerimi kısmak, görüntüsünü netlemek zorunda kalmıştım. Yanıma gelen o kilolu adam Dünya’ydı.
-"Hoş geldin." dedim, o kaldırımın kösesine koca kıçını yerleştirip, benim gibi bacaklarını ileriye doğru uzatmaya çalışırken.
-"Hoş bulduk." dedi.
Yerdeki, yarısı dolu olan şişeye baktım, yeni bir dostun gelmesine sevinmiş gibiydi. Sağ elimle aldım şişeyi. Tüm içki şişelerine yaptığım gibi markasının olduğu kağıdı üzerinden sökmüştüm. Artık kağıdın yerinde pis bir yapışkan tabaka vardı ve şişenin avcuma yapışma hissi hoşuma gidiyordu.
"Şarap?" diyerek şişeyi ona doğru uzattım. "İstemiyorum" anlamında kafasını sallarken,
"Teşekkürler" dedi.
Galiba Dünya'nın başının dönmesi için içkiye ihtiyacı yoktu. Israrcı olmadan diktim şişeyi kafama ve büyükçe bir yudumla doldurdum buruk tadı ağzıma.
-"Neden bu kadar çok içiyorsun?" diye sordu.
Soru beni hem şaşırtmış, hem de korkutmuştu. Dünya’yla oturup bütün gece içki alışkanlığımı konuşmak istemiyordum. Cevap vermeden önce elimdeki ve yerdeki iki çıplak şişeye baktım bir müddet.
-“Bir şeyleri tüketmem gerekiyor, alkolü tercih ettim." dedim.
Bildiğini tahmin ettiğim gelir seviyeme pek de uymayan pejmürde kılık kıyafetime hızlı bir göz gezdirdikten sonra anladığını gösteren, belli belirsiz bir "hı hı" çıktı dudaklarının arasından. Bir öncekine göre daha ufak bir yudumun ardından soru sorma sırası bendeydi.
-"Neden geldin?"
-"Bilmem, çok yalnız görünüyordun, yanına geleyim istedim."
"Koca Dünya" yanında olsa dahi hiçbir yalnızlığın yok olmayacağını bilmiyordu belli ki. İyi niyetini göz önünde bulundurarak sessiz kalmayı seçtim.
Bir süre bulanık yolun arkasındaki Ankara’ya birlikte, sessizce baktık.
-"Bir derdin var gibi."
Onun benden daha net gördüğünü varsaydığım dev yolu işaret ederken,
-"Var tabi." dedim.
Sessizliği, konuyu açmamı istediğini gösteriyordu.
-"Bu katil yol, manzaramı da öldürüyor." dedim biraz yükselen bir sesle.
-"Neyi varmış canım yolun?" diye karşılık verdi.
Sesindeki alaycı ton, yolla ilgili sorunumun ne olduğunu anladığını, fakat bu sorunumu umursamadığını gösteriyordu. Bu umursamazlığı canımı sıkmıştı. Ağaçları öldüren, inşaatına engel olmaya çalışan çocukların devlet tarafından gaza boğulup, coplandığı bir yol, nasıl olurda Dünya’nın umurunda olmazdı? Muhabbeti kesip elimle bir olan şişeyi götürdüm ağzıma. Ardından bir süre daha sessizlik. Sohbet canımı sıkmıştı ama sessizliği bölen ben oldum.
"Bir şey soracağım." dedim.
Yolla ilgili derdimi umursamayan Dünya’ya, içime dert olan ve daha önemli gözüken konuları soracaktım. Onun da canı sıkılmalıydı.
-"14 yaşında, ekmek almaya giden bir çocuğu gaz fişeğiyle öldürdüler. Sahilde oynayan çocukların kafalarına füze yağdırarak öldürdüler. Bir başka füze belki de hayatında ilk defa uçağa binmiş çocukları havada yakaladı. Büyüklerin aksine, seninle ilgi güzel planları, umutları olan o kadar çocuğu sana gömdük, şişmedin mi?" diye sordum.
Yüzünü bana doğru cevirdi ama ifadesinde hiçbir değişiklik yoktu.
-"Çocuk cesetleri mideni bulandırmıyor mu?" diye devam ettim soruma.
Derin bir nefes aldı. Bakışlarını tekrar Ankara'ya çevirerek,
-"Galiba artık alıştım." dedi.
Yaşlı Dünya’nın çocuk ölümlerine alıştığını söylediği cevabı korkunçtu ama sanırım haklıydı. Çocuklar sadece şimdi öldürülmemişti, sadece İstanbul’da, Filistin'de, Ukrayna'da öldürülmemişti. Binlerce yıldır, her yerde öldürülüyorlardı. Dünya’nın buna alışması kaçınılmazdı. Nedense birden tekrar karşımızdaki yola odaklandım. Sinirli bir tavırla,
"En azından şu yola bir şey yapabilirdin." diye bağırdım.
Sanki o yolla birlikte tüm çocuk ölümleri yok olacaktı. Sanki her şeyin altında o yol vardı. Sanki kötülüğün simgesiydi yol. Böyle çocukça bir fikre nasıl kapıldığımı ben de merak ediyordum o sırada. Belki de olan bitene çocukça yaklaşırsam, basit bir çocuk oyunu gibi her şeyin masum sonuçlanacağı umuduydu içimdeki. Gülümsedi ama dudaklarından hiçbir kelime dökülmemişti.
-"O kadar imkanın var, her şeyi unut, sadece şu yol, şu köprü" diye tekrarladım kendimi.
-"Doğal afetlerden bahsediyorsan, o iş öyle çalışmıyor." dedi.
-"Ne yani sen yönetmiyor musun?" diye sordum.
Soruma, Dünya’nın tanrıya inandığını gösteren bir cevap almaktan korkuyordum.
-"Tabi ki ben yönetiyorum ama öyle senin istediğin gibi değil. Bir amacı, hedefi filan olmuyor. Olanlar sadece yan etki. Sevmediğin bir yolun yıkılması için bir deprem bekleme kısacası."
Susmuştum. Babası istediği dondurmayı almayan bir çocuk gibi susmuş, başımı öne eğmiştim. Hüznümü gören Dünya konuşmaya devam etti, belki de işe yarar umuduyla,
-"Bak sana ne diyeceğim. Bana boş yere kızıyorsun. Bu canını sıkan şeylerin benimle hiç alakası yok. Ben 4,5 milyar yaşındayım ve hayal edebileceğinden çok daha fazla şey gördüm. Siz insanlarsa sadece 180 bin yıldır üzerimde yaşıyorsunuz. Sizin gibi sebepsiz yere çocuklarını öldüren, ağaçları katleden, kısa ömürlerini kendileri için cehenneme çeviren başka canlı görmedim. Sizin suçunuzu neden bende arıyorsunuz?"
Suçsuzluğuna o kadar kolay inanmadığımı gösteren bir bakış fırlattım gözlerinin içine. Söylediklerine kanıt gösterirmiş gibi devam etti,
-“Sizsiz huzurlu bir gezegen görmek ister misin?"
Kafasını siyah gökyüzüne kaldırdı ve,
-"Bana yeterince uzaktan bakabilirsen, üzerimde böyle sebepsiz katliamlar yaşanmayan dinozorların hayatını görebilirsin" dedi.
Çok isterdim ama mevcut insan yapımı araçların bunu sağlayamayacağını biliyordum. Hüznümü dağıtmayı pek de becerememişti. Birden ayağa kalktı. O an kendisine biraz kaba davrandığımı fark ettim, fakat ayağa kalkıp onu durdurabilecek durumda değildim. Yokuştan aşağıya doğru yürümeye başladı. Bulanık yuvarlak siluetin arkasından bakıyordum. Bir kaç adımdan sonra durdu, yavaşça bana doğru döndü ve,
-"Unutma suç bende değil, ben sadece dönüyorum." dedi
-"O zaman dur dünya.” diye bağırdım.
-"Uyumlu yaşam konusunda dinozorlara benzeyemediniz ama belki sonunuz benzer.” dedi ve göz kırpıp hızla uzaklaştı.
Arkasından ağlayarak birkaç kez “Dur Dünya” diye bağırdım.

*

Polis vurdu. Bir, iki, üç. Kaldırımın üstündeki kafamı hafifçe sağa doğru çevirdim. Kaldırıma uzanmış olduğumu o zaman fark ettim. Kaldırımdan aşağıya sarkan kolumdan süzülen ve parmaklarımdan aşağıya damlayan kırmızı sıvıyı izledim, bana saatler gibi gelen bir süre. Kafamı tekrar yukarıya çevirdiğimde bir kez daha vurdu polis. Görüntüler biraz daha belirginleşmişti bu vuruşla. Tepemde iki polis vardı. Kolumu ağır ağır kaldırdım. Kolumdan akan sıvı kan olmayacak kadar akışkandı. Zihnim berraklaşmaya başlamıştı. İkinci şişe şarabım bitmek üzereyken kaldırımda sızmıştım ve kucağımdaki şişeden dökülen şarap, göğsüme oradan da koluma yürümüştü. Tepemdeki polisler ise kösele ayakkabılarıyla ayak tabanıma yaptıkları ufak darbelerle uyandırmaya çalışıyorlardı beni.
-“Ne yaptınız siz?” diye sordum kızgın bir sesle.
-“Ne diyorsun lan sen? Kalk hadi.” dedi iri ve yaşlı olanı.
-“Gelmeseydiniz Dünya’yı durduracaktım.”
Aynı polis yanındaki genç olana,
-“Kaldır şunu elimden kaza çıkacak.” diye bağırdı.
-“Ne yaptığınızın farkında değilsiniz. Her şeyi bitiriyor, Dünya’yı durduruyordum.” dedim.

Dediklerime kulak asmayan genç polis tam koluma girmek için bana doğru uzanırken kapkara gökyüzünün kızıl bir renk aldığını fark ettik üçümüz de. İki polis de benle birlikte kaldırdılar kafalarını. Kara geceyi, biri büyük, diğeri ise ilkinin yavrusu gibi gözüken iki alev topu ve bunları takip eden iki paralel kızıl çizgi bölmüştü. Dünya’ya doğru yaklaştığı anlaşılan bu devası alev topları, iki polis için, tek başına kaldırımda şarap içen bir adamdan daha korkunç gelmiş olmalıydı. Polisler daha rahat izleyebilmek için filmin sonunu karşı kaldırıma geçerken, ben de olduğum yerde doğruldum gözlerimi gökyüzünden ayırmadan. İki kızıl top da gittikçe büyüyordu. Yerde yan yatan şarap şişesini kaptım ve sağ avcuma yapıştırdım. Gözlerimle önümdeki biçimsiz yolu yükseldiği yere kadar takip ettim. Yolun yükseldiği yerde onu havada tutan beton kolonlara baktım. Dayanmalarının imkanı yoktu. Şişeyi zayıf ve aciz beton kolonlara doğru kaldırdım ve şişenin dibinde kalan bir damla şarabı dilime damlattım. Yolu da, onu havada tutan köprüyü de bir daha görmek isteyenin, çok çok uzaklardan bakması gerekiyordu bu gezegene.