Hayatında gördüğü en koyu karanlığa açtı gözlerini.
Gözlerini açmış olup olmadığı konusunda emin olamadı bir an. İçinde bulunduğu
karanlık dışında hiçbir şey göremiyordu. Kafasını hızla sağa sola çevirdi, en
ufak bir ışık parçası yakalayabilme umuduyla, ama bu çaba faydasızdı. Gözünün
beş santim önüne kadar yaklaştırdığı ellerini bile göremiyordu. İki elini,
yüzünün üzerinde gezdirdi. Çocukluğundan kalma ve her fırsatta onu yalnız
yakalamak için pusuda bekleyen, kimselerle paylaşamadığı karanlık korkusunun
onu böyle savunmasız yakalamasına izin vermek istemiyor, bunun sadece bir rüya
olduğunu, henüz uyanmamış olduğunu gösterecek bir ipucu arıyordu. Parmaklarının
üzerindeki, haritasını ezberlediği nasırların, yanakları üzerinde yaptığı
yolculuk, o kadar bilindik detaylarla doluydu ki, rüyadan olunabilecek en uzak
yerde olduğunu düşündü. Hiç kimsenin istemeyeceği kadar içinde olduğunu
hissediyordu bu gerçek dedikleri dünyanın. Eğer bu zifiri karanlık kötü bir
kabus değilse neydi, eğer yatağının içerisinde derin bir uykuda değilse
neredeydi? Yanaklarının üzerindeki elleri, bu soruların cevapsız kalacağını
anlamış gibi umutsuz bir şekilde yukarıya doğru hareketlenmişti. Çatlaklarla
dolu avuç içleri gözlerinin önüne geldi. Göz kapakları, kirpiklerinin her bir
çatlağı hissetmesini istercesine, olabildiğince yavaş hareketlerle kapandı. Göz
kapakları sımsıkı kapandığında, gözlerini selamlayan karanlığın biraz
öncekinden hiç farkı yoktu. Karanlık korkusunun başladığı çocukluk yılları
geldi aklına. Sobanın kurulu olduğu salonda, erkek kardeşi ile birlikte
uyurlardı. Annesi ve babasının, televizyonu ve bütün ışıkları kapatarak evdeki
diğer tek odaya geçtikleri, herşeyin karanlığın içinde kaybolduğu yatma
saatinin gelmesini hiç istemezdi.Yatağının hemen solunda kalan sobanın
içerisinden gelen çıtırdama sesinden başka tüm seslerin, evdeki tüm eşyaların
görüntüsü ile birlikte bir yerlere saklandığı o saatlerde, yıllarca yakasını
bırakmayacak karanlık korkusu yerleşiveriyordu içerisine. O yıllarda hep,
karanlığın içinden bir yerlerden, birilerinin geleceğinden korktuğunu, karanlık
korkusunun altında bunun yattığını zannetmişti. Aslında korkusunu yaratanın,
tam tersine, o karanlığın içerisinden kimsenin gelmeyeceği, o siyahın
içerisinde yapayalnız kalacağı endişesinin olduğunu, ilerleyen yıllarda
öğrenmişti. Ellerini aşağıya indirdi. Siyahtan başka bir renk ile karşılaşma
umuduyla açtı gözlerini. Umudu boşa çıkmıştı. Karanlık bıraktığı yerde, bildiği
diğer tüm renkleri unutturacak kadar kuvvetli bir şekilde duruyordu. O an var
olmadığından emin olduğu bir elin boynunu sardığı, yavaş yavaş boğazını
sıktığı, zaten zor aldığı nefesini iyiden iyiye daralttığı hissine kapıldı.
Boğazının üzerindeki bu soğuk elin, korkusuna ait olduğunu, çırpınmanın ya da
ufak öksürüklerin bir sonuç vermeyeceğini biliyordu. Kendisini bile şaşırtacak
bir teslimiyetle bırakmıştı kendini, boğazında hissettiği soğuk elin
insiyatifine. Tüm umutlarının tükendiği o an, hemen yanından gelen öksürük sesi
ile rahatladı. Soğuk el birden kayboldu. “Kim var orada?” diye sormasına gerek
yoktu. Bu öksürüğün sahibini tanıyordu. Yıllardır tedavisini bulamadığı akciğer
rahatsızlığının armağını olan ve her iki cümlesinin sonuna nokta gibi yerleşen
bu öksürükler, arkadaşı Murat’a aitti.
-“Murat” diye bağırırken, elini de sağa, sesin geldiği
yere doğru salladı.
Eli arkadaşının sırtına denk gelmiş, Murat’ın öksürük
nöbetiyle iki büklüm olduğunu anlamıştı. Hemen doğrulması için yardımcı oldu.
-“Aykut, sen misin?” sorusu, öksürüklerin arasında,
zorlukla çıkmıştı Murat’ın ağzından.
-“Evet benim.” dedi Aykut.
Murat’ın öksürük nöbeti yerini zayıf tıksırıklara
bırakmış, Aykut’un da yardımıyla doğrulmasına izin vermişti.
-“Neler oluyor?” diye sordu Murat.
Belli ki Murat’ın da kafası, Aykut’unki gibi sorularla
doluydu.
-“Neredeyiz?” diye devam etti sorularına Murat.
Cevap araken gelen sorular, Aykut’un biraz önce
birilerinin varlığını hissetmesiyle gelen umudunu tekrar azaltmıştı.
-“Bilmiyorum .” dedi.
Tek bildikleri, ışıksız ve havasız bir yerde olduklarıydı.
İkisinin de aradıkları cevaba sahip olmadıkları açıkken, sorularla nefes
harcamak anlamsızdı. İkisi de elleri ile etraflarında dokunacakları bir şeyleri
yoklamaya başlamış, bulundukları yeri tanımanın yollarını arıyorlardı.
Birbirleri dışında dokunabildikleri tek şey, daha sonra etraflarını tamamen
sarmış olduğunu anlayacakları soğuk, hafif pürüzlü metal yüzey oluyordu.
Etraflarını saran bu metal duvarın üzerinde elleri ile yaptıkları gezintide,
duvarın herhangi bir köşesi olmadığını farkettiler. Daire şeklinde, dar, metal
bir kabinin içerisindeydiler. Aykut havasızlık ve korkunun etkisi ile ısınan
yanağını, soğuk metalin üzerine yapıştırdı. Dışarıyı dinlemeye çalışıyordu.
Hiçbir ses duyamadı. Duvara dayanmış halde beklediği kısa süreli sessizlik anı,
yeniden yalnız kaldığı fikrine kapılmasına sebep olmuş, Murat’ın varlığını
tekrar hissetmek için seslenmişti.
-“Murat”
-“Efendim” diye karşılık verdi Murat, çatallı ve titrek
bir şekilde çıkan sesiyle.
Aykut, Murat’ın sesini duyduktan sonra yüzünü duvardan uzaklaştırdı.
Herhangi bir sesin gelmediği dışarıya, kendi seslerini duyurmayı deneyecekti.
Tam yumruğunu havaya kaldırmış, olağan gücüyle duvara vurmaya hazırlanıyordu
ki, bulundukları kabinin tepesinden gelen, kulağı tırmalayan, rahatsız edici
bir gürültü ile irkildi. Havadaki yumruğunu indirmeden kafasını yukarıya doğru
kaldırdı. Murat da aynı şekilde kafasını kaldırmış, Aykut’la birlikte sesin
geldiği yere, hiçbir şey göremedikleri boşluğa doğru bakıyordu. Ses iki dev
metal plakanın birbirine sürtmesine benzeyen bir sesti. Sanki sürgülü,
paslanmış, dev bir metal kapı ağır ağır açılıyordu. İkisi de bağırmayı
akıllarından geçirmiş olsalar dahi, beklemenin daha temkinli bir hareket
olacağına karar vermiş olacaklar, sessizce yukarıya bakmaya devam ettiler. Gürültünün
birden yükselerek bulundukları kabinin içerisinde kulakları sağır edecek
şekilde yankılandığı anda, tepelerinde dört yapraklı yonca şeklinde bir kapak
açıldı ve ses kapağın açılması ile birlikte kayboldu. Ulaşamayacakları
yükseklikteki kapağın eşit ebattaki dört gözünden, kabin içerisine giren sarı
ışık, kabini tamamen aydınlatamamış, ama Aykut ve Murat’ın birbilerini
görebilmesini sağlayacak kadar bir loşluk yaratmıştı. Dakikalardır bulundukları
karanlığa alışan gözleri ile, ışığın girdiği kapağa direkt olarak bakamamış,
yüzlerini birbilerine doğru çevirmişlerdi. Loş ışık ve yüzlerini kaplayan siyah
kir, ikisini de olduğundan esmer gösteriyordu. Gözleri dışında net gözüken hiç
bir yerleri yoktu. Şaşkın, korkmuş, sorularla dolu gözlerle birbirlerine baktılar
bir dakika kadar. Aykut kısık bir sesle,
-“Bağıralım mı?” diye fısıldadı. Murat’ın cevabı
bakışlarında gizliydi. Ne yapılması gerektiğini bilmiyordu. Tam bu sırada
yukarıdaki kapak gözlerinden birinden, burulmuş durumda, ucu yanmakta olan,
büyükce bir beyaz kağıt parçası girdi ve dümdüz aşağıya inerek ortalarına
düştü. Ne olduğunu anlayamadan, kağıdın üzerindeki alev üzerlerine sıçramıştı.
Yüzlerini ve vücutlarını kaplayan o siyah kir, hızlı bir şekilde alev almış,
yanmaya başlamışlardı. Saniyeler içerisinde tüm vücutlarını kaplayan alevin
verdiği dayanılmaz acıyla çığlık atmaya başladılar. Can havliyle çırpınıyorlar,
hızla birbirlerine ve etraflarındaki metal duvara çarpıyorlardı. Bir süre sonra
duyulmayan çığlıkları ve çaresiz çırpınışları azalarak bitti ve artık
üzerlerindeki alev ile ısınmaya başlayan yuvarlak metal duvarın dibine
yığılıverdiler.
*
İşten yeni dönen ve hemen yan tarafındaki divana uzanmış
olan kocasının yüzündeki yorgun ifadeyi gören kadın, ondan yardım istemekten
vazgeçmişti. Kendi gücü ise büyük kapağı kaldırmaya yetmeyeceğinden, sobanın
dört gözlü küçük kapağını çevirerek açtı. Güneşin batmasıyla iyiden iyiye
soğumuştu ev. Yemeği salona getirmeden önce yakmaya karar verdi sobayı. Sobanın
hemen arka kısmında bulunan kağıdı ve çakmağı aldı. Uzun, beyaz kağıdı bir
harekette burdu. İkinci denemesinde tutuşturduğu kağıdı yavaşça sobanın küçük
kapak gözlerinden birinden içeriye doğru bıraktı. Bu sırada gözü, açık olan
televizyonda devam eden haber bültenine takıldı. Sarı saçlarını topuz yapmış,
yüzünü ağır bir makyaj ile kapatmış, beyaz gömleğinin yakaları gibi dik oturan
haber spikeri kadın güçlü bir sesle sıradaki haberini okuyordu.
-“Bültenimize üzücü bir haberle devam ediyoruz.
Zonguldak’ta, Türkiye Taşkömürü Kurumu Gelik İşletmesi maden ocağında bugün
meydana gelen göçükte, Aykut Erez ve Murat Sözeri isimli iki maden ocağı
çalışanı hayatını kaybetti.”