Bu Blogda Ara

10 Aralık 2013 Salı

KAPKARANLIK



Hayatında gördüğü en koyu karanlığa açtı gözlerini. Gözlerini açmış olup olmadığı konusunda emin olamadı bir an. İçinde bulunduğu karanlık dışında hiçbir şey göremiyordu. Kafasını hızla sağa sola çevirdi, en ufak bir ışık parçası yakalayabilme umuduyla, ama bu çaba faydasızdı. Gözünün beş santim önüne kadar yaklaştırdığı ellerini bile göremiyordu. İki elini, yüzünün üzerinde gezdirdi. Çocukluğundan kalma ve her fırsatta onu yalnız yakalamak için pusuda bekleyen, kimselerle paylaşamadığı karanlık korkusunun onu böyle savunmasız yakalamasına izin vermek istemiyor, bunun sadece bir rüya olduğunu, henüz uyanmamış olduğunu gösterecek bir ipucu arıyordu. Parmaklarının üzerindeki, haritasını ezberlediği nasırların, yanakları üzerinde yaptığı yolculuk, o kadar bilindik detaylarla doluydu ki, rüyadan olunabilecek en uzak yerde olduğunu düşündü. Hiç kimsenin istemeyeceği kadar içinde olduğunu hissediyordu bu gerçek dedikleri dünyanın. Eğer bu zifiri karanlık kötü bir kabus değilse neydi, eğer yatağının içerisinde derin bir uykuda değilse neredeydi? Yanaklarının üzerindeki elleri, bu soruların cevapsız kalacağını anlamış gibi umutsuz bir şekilde yukarıya doğru hareketlenmişti. Çatlaklarla dolu avuç içleri gözlerinin önüne geldi. Göz kapakları, kirpiklerinin her bir çatlağı hissetmesini istercesine, olabildiğince yavaş hareketlerle kapandı. Göz kapakları sımsıkı kapandığında, gözlerini selamlayan karanlığın biraz öncekinden hiç farkı yoktu. Karanlık korkusunun başladığı çocukluk yılları geldi aklına. Sobanın kurulu olduğu salonda, erkek kardeşi ile birlikte uyurlardı. Annesi ve babasının, televizyonu ve bütün ışıkları kapatarak evdeki diğer tek odaya geçtikleri, herşeyin karanlığın içinde kaybolduğu yatma saatinin gelmesini hiç istemezdi.Yatağının hemen solunda kalan sobanın içerisinden gelen çıtırdama sesinden başka tüm seslerin, evdeki tüm eşyaların görüntüsü ile birlikte bir yerlere saklandığı o saatlerde, yıllarca yakasını bırakmayacak karanlık korkusu yerleşiveriyordu içerisine. O yıllarda hep, karanlığın içinden bir yerlerden, birilerinin geleceğinden korktuğunu, karanlık korkusunun altında bunun yattığını zannetmişti. Aslında korkusunu yaratanın, tam tersine, o karanlığın içerisinden kimsenin gelmeyeceği, o siyahın içerisinde yapayalnız kalacağı endişesinin olduğunu, ilerleyen yıllarda öğrenmişti. Ellerini aşağıya indirdi. Siyahtan başka bir renk ile karşılaşma umuduyla açtı gözlerini. Umudu boşa çıkmıştı. Karanlık bıraktığı yerde, bildiği diğer tüm renkleri unutturacak kadar kuvvetli bir şekilde duruyordu. O an var olmadığından emin olduğu bir elin boynunu sardığı, yavaş yavaş boğazını sıktığı, zaten zor aldığı nefesini iyiden iyiye daralttığı hissine kapıldı. Boğazının üzerindeki bu soğuk elin, korkusuna ait olduğunu, çırpınmanın ya da ufak öksürüklerin bir sonuç vermeyeceğini biliyordu. Kendisini bile şaşırtacak bir teslimiyetle bırakmıştı kendini, boğazında hissettiği soğuk elin insiyatifine. Tüm umutlarının tükendiği o an, hemen yanından gelen öksürük sesi ile rahatladı. Soğuk el birden kayboldu. “Kim var orada?” diye sormasına gerek yoktu. Bu öksürüğün sahibini tanıyordu. Yıllardır tedavisini bulamadığı akciğer rahatsızlığının armağını olan ve her iki cümlesinin sonuna nokta gibi yerleşen bu öksürükler, arkadaşı Murat’a aitti. 
-“Murat” diye bağırırken, elini de sağa, sesin geldiği yere doğru salladı.
Eli arkadaşının sırtına denk gelmiş, Murat’ın öksürük nöbetiyle iki büklüm olduğunu anlamıştı. Hemen doğrulması için yardımcı oldu.
-“Aykut, sen misin?” sorusu, öksürüklerin arasında, zorlukla çıkmıştı Murat’ın ağzından.
-“Evet benim.” dedi Aykut.
Murat’ın öksürük nöbeti yerini zayıf tıksırıklara bırakmış, Aykut’un da yardımıyla doğrulmasına izin vermişti.
-“Neler oluyor?” diye sordu Murat.
Belli ki Murat’ın da kafası, Aykut’unki gibi sorularla doluydu.
-“Neredeyiz?” diye devam etti sorularına Murat.
Cevap araken gelen sorular, Aykut’un biraz önce birilerinin varlığını hissetmesiyle gelen umudunu tekrar azaltmıştı.
-“Bilmiyorum .” dedi.
Tek bildikleri, ışıksız ve havasız bir yerde olduklarıydı. İkisinin de aradıkları cevaba sahip olmadıkları açıkken, sorularla nefes harcamak anlamsızdı. İkisi de elleri ile etraflarında dokunacakları bir şeyleri yoklamaya başlamış, bulundukları yeri tanımanın yollarını arıyorlardı. Birbirleri dışında dokunabildikleri tek şey, daha sonra etraflarını tamamen sarmış olduğunu anlayacakları soğuk, hafif pürüzlü metal yüzey oluyordu. Etraflarını saran bu metal duvarın üzerinde elleri ile yaptıkları gezintide, duvarın herhangi bir köşesi olmadığını farkettiler. Daire şeklinde, dar, metal bir kabinin içerisindeydiler. Aykut havasızlık ve korkunun etkisi ile ısınan yanağını, soğuk metalin üzerine yapıştırdı. Dışarıyı dinlemeye çalışıyordu. Hiçbir ses duyamadı. Duvara dayanmış halde beklediği kısa süreli sessizlik anı, yeniden yalnız kaldığı fikrine kapılmasına sebep olmuş, Murat’ın varlığını tekrar hissetmek için seslenmişti.
-“Murat”
-“Efendim” diye karşılık verdi Murat, çatallı ve titrek bir şekilde çıkan sesiyle.
Aykut, Murat’ın sesini duyduktan sonra yüzünü duvardan uzaklaştırdı. Herhangi bir sesin gelmediği dışarıya, kendi seslerini duyurmayı deneyecekti. Tam yumruğunu havaya kaldırmış, olağan gücüyle duvara vurmaya hazırlanıyordu ki, bulundukları kabinin tepesinden gelen, kulağı tırmalayan, rahatsız edici bir gürültü ile irkildi. Havadaki yumruğunu indirmeden kafasını yukarıya doğru kaldırdı. Murat da aynı şekilde kafasını kaldırmış, Aykut’la birlikte sesin geldiği yere, hiçbir şey göremedikleri boşluğa doğru bakıyordu. Ses iki dev metal plakanın birbirine sürtmesine benzeyen bir sesti. Sanki sürgülü, paslanmış, dev bir metal kapı ağır ağır açılıyordu. İkisi de bağırmayı akıllarından geçirmiş olsalar dahi, beklemenin daha temkinli bir hareket olacağına karar vermiş olacaklar, sessizce yukarıya bakmaya devam ettiler. Gürültünün birden yükselerek bulundukları kabinin içerisinde kulakları sağır edecek şekilde yankılandığı anda, tepelerinde dört yapraklı yonca şeklinde bir kapak açıldı ve ses kapağın açılması ile birlikte kayboldu. Ulaşamayacakları yükseklikteki kapağın eşit ebattaki dört gözünden, kabin içerisine giren sarı ışık, kabini tamamen aydınlatamamış, ama Aykut ve Murat’ın birbilerini görebilmesini sağlayacak kadar bir loşluk yaratmıştı. Dakikalardır bulundukları karanlığa alışan gözleri ile, ışığın girdiği kapağa direkt olarak bakamamış, yüzlerini birbilerine doğru çevirmişlerdi. Loş ışık ve yüzlerini kaplayan siyah kir, ikisini de olduğundan esmer gösteriyordu. Gözleri dışında net gözüken hiç bir yerleri yoktu. Şaşkın, korkmuş, sorularla dolu gözlerle birbirlerine baktılar bir dakika kadar. Aykut kısık bir sesle,
-“Bağıralım mı?” diye fısıldadı. Murat’ın cevabı bakışlarında gizliydi. Ne yapılması gerektiğini bilmiyordu. Tam bu sırada yukarıdaki kapak gözlerinden birinden, burulmuş durumda, ucu yanmakta olan, büyükce bir beyaz kağıt parçası girdi ve dümdüz aşağıya inerek ortalarına düştü. Ne olduğunu anlayamadan, kağıdın üzerindeki alev üzerlerine sıçramıştı. Yüzlerini ve vücutlarını kaplayan o siyah kir, hızlı bir şekilde alev almış, yanmaya başlamışlardı. Saniyeler içerisinde tüm vücutlarını kaplayan alevin verdiği dayanılmaz acıyla çığlık atmaya başladılar. Can havliyle çırpınıyorlar, hızla birbirlerine ve etraflarındaki metal duvara çarpıyorlardı. Bir süre sonra duyulmayan çığlıkları ve çaresiz çırpınışları azalarak bitti ve artık üzerlerindeki alev ile ısınmaya başlayan yuvarlak metal duvarın dibine yığılıverdiler.    


*


İşten yeni dönen ve hemen yan tarafındaki divana uzanmış olan kocasının yüzündeki yorgun ifadeyi gören kadın, ondan yardım istemekten vazgeçmişti. Kendi gücü ise büyük kapağı kaldırmaya yetmeyeceğinden, sobanın dört gözlü küçük kapağını çevirerek açtı. Güneşin batmasıyla iyiden iyiye soğumuştu ev. Yemeği salona getirmeden önce yakmaya karar verdi sobayı. Sobanın hemen arka kısmında bulunan kağıdı ve çakmağı aldı. Uzun, beyaz kağıdı bir harekette burdu. İkinci denemesinde tutuşturduğu kağıdı yavaşça sobanın küçük kapak gözlerinden birinden içeriye doğru bıraktı. Bu sırada gözü, açık olan televizyonda devam eden haber bültenine takıldı. Sarı saçlarını topuz yapmış, yüzünü ağır bir makyaj ile kapatmış, beyaz gömleğinin yakaları gibi dik oturan haber spikeri kadın güçlü bir sesle sıradaki haberini okuyordu.

-“Bültenimize üzücü bir haberle devam ediyoruz. Zonguldak’ta, Türkiye Taşkömürü Kurumu Gelik İşletmesi maden ocağında bugün meydana gelen göçükte, Aykut Erez ve Murat Sözeri isimli iki maden ocağı çalışanı hayatını kaybetti.”

Haber spikeri anonsuna devam ederken, göçüğün meydana geldiği maden ocağının görüntüleri ekrana yansımıştı. Kadın gözlerini televizyondan ayırdı. İçine birden kapkaranlık bir mutsuzluk çökmüştü. Kafasını iki oğluna doğru çevirdi. İki oğlu da, titreyen ellerle yanmasını bekledikleri sobanın dibine oturmuş, sıcak bir gülümsemeyle annelerine doğru bakıyorlardı.