"Müziğin sesini
duymayanlar, dans edenleri deli sanıyor"
Friedrich
Nietzsche
Sırtı bana dönük, iki metre
ileride dikiliyordu. Altında şile bezinden, geniş, yeşil pantolon, üstünde
beyaz body, boynunda çift kat sarılmış, sarı tülbent vardı. İnce, beyaz boynunu
yukarı doğru uzatmış, ileriye bakmaya çalışıyordu. Gözlerimi ondan en fazla bir
kaç saniye ayırıyor, aramızdaki boşluğa kalabalıktan birilerinin girmesiyle
hemen bir adım yana kayıyor, tekrar görüş alanıma sokuyordum onu. Görebildiğim
kadarıyla Akay kavşağından başlayan ve Meşrutiyet Caddesi'nin girişine kadar
uzanan on binlerin oluşturduğu kalabalıkta onu kaybetmeye niyetim yoktu. Onu
sürekli görüş alanımın içerisinde tutmaya dikkat etsem de, o öyle dik, öyle
kendinden emin, öyle sağlam duruyordu ki, duruşuyla bana merak etme mesajını
yolluyordu adeta. Gezi parkı protestolarının Ankara'ya sıçramasının üzerinden
sadece 24 saat geçmişti ve fakat on binler, kolluk terörüne, devlet terörüne
yeter demek için Kızılay meydanına bir sel gibi akmıştı. Sürekli haberler
geliyordu. Benzer bir kalabalığın, Ziya Gökalp Caddesinde, kolejden aşağıya
doğru yürüdüğünü, daha büyük bir kalabalığın, meydandan Sıhhiye'ye kadar
uzadığını öğreniyorduk ve coşkumuz katlanarak artıyordu. Bu kadar insanın, belki
de bir daha hiçbir zaman, hiçbir yerde yan yana gelmeyeceği kişilerle, bu kadar
kısa bir sürede, herhangi bir örgütlenme olmaksızın toplanmış olması hala bir
ümidin olduğunun kanıtıydı. Güç sahiplerinin, iktidar sahiplerinin zulmünü
durdurmak için bir ümit. Artık korkmak yersizdi. Polis üç koldan Kızılay'a
inmek isteyen kalabalığı durdurmak için TOMA'sıyla, kalkanıyla barikat kurmuş,
neden olduğu anlaşılmaz bir şekilde Kızılay meydanını halktan
"koruyordu". Alman Kültür binasının önünde olmamıza rağmen, bizim
bulunduğumuz bölgeye kadar gelen taciz gaz fişekleri ile kalabalığı dağıtma
çabasına girmişti polis güçleri. Ancak bu tacizler topluluğun dağılmasını
sağlayamıyordu, çünkü zaten yersiz olan korku çoktan terk etmişti sokaklardaki
insanları. Gaz fişeğinin düştüğü alanda
insanlar uzaklaşıyor, ama çok kısa sürede tekrar saflar sıklaştırılıyor, kimse
dağılmıyordu. Copuyla, Toma'sıyla, gazıyla, silahıyla her an saldırıya
geçebilecek yüzlerce çevik kuvvetin karşısında, Gaye, incecik vücuduyla ve
gazdan korunmak için ağzına taktığı bir adet diş hekimi maskesi ve onunda
üzerindeki ince tülbentten başka bir şeyi olmaksızın orada, iki metre önümde korkusuz dikilirken, bu kalabalığı
istediklerinden vazgeçirmek imkansız gibiydi. İnsanların kararlılığının tek sebebi,
korkudan arınmış olmaları değil, ne kadar haklı olduklarını bilmeleriydi. Bu
insanlar çok temel bir şey istiyorlardı, yok sayılmamak. Bir kişi de olsalar,
milyonlar da olsalar, düşüncelerinden dolayı hor görülmek, aşağılanmak, dayak
yemek, vurulmak, öldürülmek istemiyorlardı. Hak arayışı itiyadına sahip olmayan
bir toplum içinse seslerini çıkartmak konusunda çok başarılıydılar. O gün
sokakta ve lidersiz olan o kadar insan, tüm dünyanın mest olarak dinleyecekleri
bir şiir yazıyorlardı adeta ve bu şiir Bertolt Brecth'in "Okumuş Bir İşçi
Soruyor" şiirine cevap gibiydi sanki. Şiirlerinde bu insanlar Bertolt'a,
"Bak burada bir şeyler kazanılacak ve kazananlar liderler değil, yapı
işçileri, duvarcılar, aşçılar olacak" diyorlardı. Haklı, korkusuz ve
inanmışlardı.
Birkaç ufak adım attım ve
kollumu Gaye'nin beline doladım. Çenemi sağ omzunun üzerine yerleştirdim ve
onunla birlikte sessizce kalabalığın ileri kısımlarına bakmaya başladım. Bir an
için sloganların sesi azalmış, gergin bir bekleyiş başlamıştı sanki. Yaklaşık 2
dakika sonra ise sessizliği, bulunduğumuz bölgeye doğru havadan süzülerek gelen
onlarca gaz fişeğinin, ince bir ıslığa benzeyen sesi bozdu. Kafamı yavaşça
yukarıya doğru kaldırdım. Sanki zaman olduğundan on kat daha yavaş akıyordu.
Gaz fişekleri aşağıya doğru yavaşça iniyor, arkalarında ise temizlikten ve
masumiyetten en uzak beyaz renge sahip o dumanı saçıyorlardı. Gaye'nin belinde
olan kolumu iyice sıktım, sol kolumu başının üzerine koydum, kafamı öne doğru
eğerek gözlerimi kapattım. Saatler gibi süren bir kaç saniyenin sonrasında
kafamı kaldırarak açtım gözlerimi. İlerideki binlerce insan hareketlenmiş ve
bize doğru koşuyorlardı. Gözlerim yanmaya başlamıştı. Gaz çok yoğundu. Belli ki
taciz atışı değildi ve topluluğu dağıtmak için saldırıya geçmişlerdi. Hızla
döndük ve sağa, Alman Kültür binasına doğru ilerlemeye başladık. Amacımız Alman
Kültür binasının hemen yanında bulunan dar geçidi kullanarak Karanfil Sokak'a
ulaşmak ve nefeslenmekti. Gaz fişekleri yağmaya devam ediyor, nefes almak
gittikçe zorlaşıyor, insanlar daha hızlı bir şekilde kaçışmaya başlıyorlardı.
Karanfil sokağa ulaşmayı planladığımız dar geçit ise saniyeler içerisinde
dolmuş ve ilerlemez hale gelmişti. Önünde ise kalabalık artıyor ve
sıkılaşıyordu. İnsanlarla omuz omuza adım adım ilerlemeye ve geçide girmeye
çalışıyorduk. Hala anlayamamışlardı, artan şiddet seviyeleri, insanları daha da
yaklaştırıyordu. Sıkışık kalabalığın ilerleme hızı iyice düşmüş, geçidin
içerisinden gelen çığlık sesleri ilerlemeye çalışan insanlardaki tedirginliği
bir kat daha arttırmıştı. Geçide girmeden yukarıya, Akay kavşağına doğru
ilerlemeyi geçirmiş olsam da aklımdan, Akay tarafından yükselen beyaz duman ve
koşuşturarak bize doğru gelen kalabalık, saldırının iki taraftan eş zamanlı
başlatıldığının ve bu dar geçitten başka bir şansımızın kalmadığının
habercisiydi. Binlerce insanın, sadece 5 kişinin yan yana durabildiği bu dar
koridordan geçmeye çalışması sırasındaki olası izdiham senaryosunu mümkün
olduğunca kafamdan uzaklaştırarak küçük adımlarla girdim geçide Gaye'yle
birlikte. Gaz kokusu geçidin içerisine de sinmişti. Gözlerimiz tamamen
kapanmış, temiz hava çekme umuduyla soluklarımız serileşmişti. İçeride bu
nedensiz zulme isyan haykırışları yankılanıyordu. Gözlerimi açabildiğim kadar
açtım. Göz yaşlarımı kontrol edemiyordum. Sadece 20 metre uzunluğundaki
koridorun sonu başka bir gezegen kadar uzak gözüküyordu. Kafamı sola çevirerek
duvardaki onlarca duvar yazısı arasındaki o içimdeki umudu tekrar canlandıran
yazıyı görmesem, belki de nefesim kesilecek ve o kalabalığın arasında
bayılacaktım. Nazım'dan alıntı, gezi parkındaki ağaçlara ve sokağa dökülmüş on
binlerce insana selam eden "HİÇ BİR AĞAÇ BÖYLE HARİKULADE BİR YEMİŞ
VERMEMİŞTİR" yazısı, nerede olduğumu hatırlatmıştı. Sokaktaydık, hep
beraber ve omuz omuzaydık. Gaye'ye doğru eğildim;
-"İyi misin?" diye
sordum zar zor çıkan sesimle.
Başını yukarı aşağıya
sallayarak cevap verdi. Ona daha sıkı sarıldım ve yavaş adımlarla devam ettik. Karanfil
sokağa ulaştığımızda hareket sakinleşmişti. İnsanlar Olgunlar Caddesi'ne doğru
daha sakin bir şekilde yürüyordu, ama en az yürüyenler kadar yüzünü bize doğru
çevirmiş olan insanlar vardı ve gaza karşı hazırladıkları spreyleri havaya
kaldırmış, gazdan etkilenen insanlara yardım etmek için bağırıyorlardı. Asıl
şaşırtıcı kısım ise yardım etmeye çalışanların çoğunun henüz kendi gözünü
açamamış olması, kendilerinden önce insanlara yardım etmeye çalışmalarıydı. Artık
insanlar anlamışlardı, tek başlarına olmadıklarını ve tek başlarına bir şey
kazanamayacaklarını. Hep birliktelerdi. Bu kadar empatiye bu sokaklar pek
alışık değildi ama alışmakta zorlanmayacak gibi gözüküyordu. O an Nazım eğilip
kulağımıza, anlamı için sözlüğe bakmamız gereken şose boylarında, açlıktan ölen
insanlardan bahsetse, o ölen insanların durumunu anlayacak gibiydik. Bu biraz
soluklanmamızı sağlayan görece sakin an ise çok uzun sürmemişti. Polis güçleri
aniden Karanfil Sokak ile Meşrutiyet Caddesinin kesiştiği bölgeden gaz
fişekleri ile saldırmaya başladı. Kalabalık tekrar hızlanarak yukarıya,
Olgunlar Caddesi'ne doğru koşmaya başlamıştı. Tam bu koşuşturma sırasında Gaye
tökezledi ve yere kapaklandı. Ona sarıldığım için ben de tökezledim fakat sağ
diz kapağımı yere koyarak düşmekten son anda kurtuldum. Hemen Gaye'yi doğrultum.
Dizlerinin üstünde yerde duruyor, aşağı doğru bakıyordu. Saçları yüzünü
kapatmıştı. Bir yandan saçlarını iki
yana ayırarak yüzünü görmeye çalışıyor, bir yandan da iyi olup olmadığını
soruyordum. Herhangi bir cevap vermiyordu. Ellerim titremeye başlamıştı.
Sonunda yüzünü görebildiğimde kafasını yavaşça doğrultarak yüzünü bana doğru
çevirdi. Donup kalmış ona bakıyordum. Gözlerinden yaşlar durmaksızın akıyordu
ama gazdan yada ağlamaktan değil gibiydi bu yaşlar. Ağzını kapatan maske ve
tülbenti aşağıya doğru indirdim. Hayatımda gördüğüm en güzel gülümsemeyi
yerleştirmiş yüzüne, gülüyordu. Şaşırmıştım. Kafamı beş on santim geriye doğru
çektim. "Ne oldu" dememe gerek kalmadan cevap verdi,
-"Biz kazandık."
-"Ne?" diyebildim.
-"Tarih bizi
yazacak." dedi.
Müziği, hem de son ses
duyuyordum.