Bu Blogda Ara

9 Temmuz 2013 Salı

KİM KAZANDI



"Müziğin sesini duymayanlar, dans edenleri deli sanıyor"
                                                                          Friedrich Nietzsche


Sırtı bana dönük, iki metre ileride dikiliyordu. Altında şile bezinden, geniş, yeşil pantolon, üstünde beyaz body, boynunda çift kat sarılmış, sarı tülbent vardı. İnce, beyaz boynunu yukarı doğru uzatmış, ileriye bakmaya çalışıyordu. Gözlerimi ondan en fazla bir kaç saniye ayırıyor, aramızdaki boşluğa kalabalıktan birilerinin girmesiyle hemen bir adım yana kayıyor, tekrar görüş alanıma sokuyordum onu. Görebildiğim kadarıyla Akay kavşağından başlayan ve Meşrutiyet Caddesi'nin girişine kadar uzanan on binlerin oluşturduğu kalabalıkta onu kaybetmeye niyetim yoktu. Onu sürekli görüş alanımın içerisinde tutmaya dikkat etsem de, o öyle dik, öyle kendinden emin, öyle sağlam duruyordu ki, duruşuyla bana merak etme mesajını yolluyordu adeta. Gezi parkı protestolarının Ankara'ya sıçramasının üzerinden sadece 24 saat geçmişti ve fakat on binler, kolluk terörüne, devlet terörüne yeter demek için Kızılay meydanına bir sel gibi akmıştı. Sürekli haberler geliyordu. Benzer bir kalabalığın, Ziya Gökalp Caddesinde, kolejden aşağıya doğru yürüdüğünü, daha büyük bir kalabalığın, meydandan Sıhhiye'ye kadar uzadığını öğreniyorduk ve coşkumuz katlanarak artıyordu. Bu kadar insanın, belki de bir daha hiçbir zaman, hiçbir yerde yan yana gelmeyeceği kişilerle, bu kadar kısa bir sürede, herhangi bir örgütlenme olmaksızın toplanmış olması hala bir ümidin olduğunun kanıtıydı. Güç sahiplerinin, iktidar sahiplerinin zulmünü durdurmak için bir ümit. Artık korkmak yersizdi. Polis üç koldan Kızılay'a inmek isteyen kalabalığı durdurmak için TOMA'sıyla, kalkanıyla barikat kurmuş, neden olduğu anlaşılmaz bir şekilde Kızılay meydanını halktan "koruyordu". Alman Kültür binasının önünde olmamıza rağmen, bizim bulunduğumuz bölgeye kadar gelen taciz gaz fişekleri ile kalabalığı dağıtma çabasına girmişti polis güçleri. Ancak bu tacizler topluluğun dağılmasını sağlayamıyordu, çünkü zaten yersiz olan korku çoktan terk etmişti sokaklardaki insanları.   Gaz fişeğinin düştüğü alanda insanlar uzaklaşıyor, ama çok kısa sürede tekrar saflar sıklaştırılıyor, kimse dağılmıyordu. Copuyla, Toma'sıyla, gazıyla, silahıyla her an saldırıya geçebilecek yüzlerce çevik kuvvetin karşısında, Gaye, incecik vücuduyla ve gazdan korunmak için ağzına taktığı bir adet diş hekimi maskesi ve onunda üzerindeki ince tülbentten başka bir şeyi olmaksızın orada, iki metre önümde  korkusuz dikilirken, bu kalabalığı istediklerinden vazgeçirmek imkansız gibiydi. İnsanların kararlılığının tek sebebi, korkudan arınmış olmaları değil, ne kadar haklı olduklarını bilmeleriydi. Bu insanlar çok temel bir şey istiyorlardı, yok sayılmamak. Bir kişi de olsalar, milyonlar da olsalar, düşüncelerinden dolayı hor görülmek, aşağılanmak, dayak yemek, vurulmak, öldürülmek istemiyorlardı. Hak arayışı itiyadına sahip olmayan bir toplum içinse seslerini çıkartmak konusunda çok başarılıydılar. O gün sokakta ve lidersiz olan o kadar insan, tüm dünyanın mest olarak dinleyecekleri bir şiir yazıyorlardı adeta ve bu şiir Bertolt Brecth'in "Okumuş Bir İşçi Soruyor" şiirine cevap gibiydi sanki. Şiirlerinde bu insanlar Bertolt'a, "Bak burada bir şeyler kazanılacak ve kazananlar liderler değil, yapı işçileri, duvarcılar, aşçılar olacak" diyorlardı. Haklı, korkusuz ve inanmışlardı.
Birkaç ufak adım attım ve kollumu Gaye'nin beline doladım. Çenemi sağ omzunun üzerine yerleştirdim ve onunla birlikte sessizce kalabalığın ileri kısımlarına bakmaya başladım. Bir an için sloganların sesi azalmış, gergin bir bekleyiş başlamıştı sanki. Yaklaşık 2 dakika sonra ise sessizliği, bulunduğumuz bölgeye doğru havadan süzülerek gelen onlarca gaz fişeğinin, ince bir ıslığa benzeyen sesi bozdu. Kafamı yavaşça yukarıya doğru kaldırdım. Sanki zaman olduğundan on kat daha yavaş akıyordu. Gaz fişekleri aşağıya doğru yavaşça iniyor, arkalarında ise temizlikten ve masumiyetten en uzak beyaz renge sahip o dumanı saçıyorlardı. Gaye'nin belinde olan kolumu iyice sıktım, sol kolumu başının üzerine koydum, kafamı öne doğru eğerek gözlerimi kapattım. Saatler gibi süren bir kaç saniyenin sonrasında kafamı kaldırarak açtım gözlerimi. İlerideki binlerce insan hareketlenmiş ve bize doğru koşuyorlardı. Gözlerim yanmaya başlamıştı. Gaz çok yoğundu. Belli ki taciz atışı değildi ve topluluğu dağıtmak için saldırıya geçmişlerdi. Hızla döndük ve sağa, Alman Kültür binasına doğru ilerlemeye başladık. Amacımız Alman Kültür binasının hemen yanında bulunan dar geçidi kullanarak Karanfil Sokak'a ulaşmak ve nefeslenmekti. Gaz fişekleri yağmaya devam ediyor, nefes almak gittikçe zorlaşıyor, insanlar daha hızlı bir şekilde kaçışmaya başlıyorlardı. Karanfil sokağa ulaşmayı planladığımız dar geçit ise saniyeler içerisinde dolmuş ve ilerlemez hale gelmişti. Önünde ise kalabalık artıyor ve sıkılaşıyordu. İnsanlarla omuz omuza adım adım ilerlemeye ve geçide girmeye çalışıyorduk. Hala anlayamamışlardı, artan şiddet seviyeleri, insanları daha da yaklaştırıyordu. Sıkışık kalabalığın ilerleme hızı iyice düşmüş, geçidin içerisinden gelen çığlık sesleri ilerlemeye çalışan insanlardaki tedirginliği bir kat daha arttırmıştı. Geçide girmeden yukarıya, Akay kavşağına doğru ilerlemeyi geçirmiş olsam da aklımdan, Akay tarafından yükselen beyaz duman ve koşuşturarak bize doğru gelen kalabalık, saldırının iki taraftan eş zamanlı başlatıldığının ve bu dar geçitten başka bir şansımızın kalmadığının habercisiydi. Binlerce insanın, sadece 5 kişinin yan yana durabildiği bu dar koridordan geçmeye çalışması sırasındaki olası izdiham senaryosunu mümkün olduğunca kafamdan uzaklaştırarak küçük adımlarla girdim geçide Gaye'yle birlikte. Gaz kokusu geçidin içerisine de sinmişti. Gözlerimiz tamamen kapanmış, temiz hava çekme umuduyla soluklarımız serileşmişti. İçeride bu nedensiz zulme isyan haykırışları yankılanıyordu. Gözlerimi açabildiğim kadar açtım. Göz yaşlarımı kontrol edemiyordum. Sadece 20 metre uzunluğundaki koridorun sonu başka bir gezegen kadar uzak gözüküyordu. Kafamı sola çevirerek duvardaki onlarca duvar yazısı arasındaki o içimdeki umudu tekrar canlandıran yazıyı görmesem, belki de nefesim kesilecek ve o kalabalığın arasında bayılacaktım. Nazım'dan alıntı, gezi parkındaki ağaçlara ve sokağa dökülmüş on binlerce insana selam eden "HİÇ BİR AĞAÇ BÖYLE HARİKULADE BİR YEMİŞ VERMEMİŞTİR" yazısı, nerede olduğumu hatırlatmıştı. Sokaktaydık, hep beraber ve omuz omuzaydık. Gaye'ye doğru eğildim;
-"İyi misin?" diye sordum zar zor çıkan sesimle.
Başını yukarı aşağıya sallayarak cevap verdi. Ona daha sıkı sarıldım ve yavaş adımlarla devam ettik. Karanfil sokağa ulaştığımızda hareket sakinleşmişti. İnsanlar Olgunlar Caddesi'ne doğru daha sakin bir şekilde yürüyordu, ama en az yürüyenler kadar yüzünü bize doğru çevirmiş olan insanlar vardı ve gaza karşı hazırladıkları spreyleri havaya kaldırmış, gazdan etkilenen insanlara yardım etmek için bağırıyorlardı. Asıl şaşırtıcı kısım ise yardım etmeye çalışanların çoğunun henüz kendi gözünü açamamış olması, kendilerinden önce insanlara yardım etmeye çalışmalarıydı. Artık insanlar anlamışlardı, tek başlarına olmadıklarını ve tek başlarına bir şey kazanamayacaklarını. Hep birliktelerdi. Bu kadar empatiye bu sokaklar pek alışık değildi ama alışmakta zorlanmayacak gibi gözüküyordu. O an Nazım eğilip kulağımıza, anlamı için sözlüğe bakmamız gereken şose boylarında, açlıktan ölen insanlardan bahsetse, o ölen insanların durumunu anlayacak gibiydik. Bu biraz soluklanmamızı sağlayan görece sakin an ise çok uzun sürmemişti. Polis güçleri aniden Karanfil Sokak ile Meşrutiyet Caddesinin kesiştiği bölgeden gaz fişekleri ile saldırmaya başladı. Kalabalık tekrar hızlanarak yukarıya, Olgunlar Caddesi'ne doğru koşmaya başlamıştı. Tam bu koşuşturma sırasında Gaye tökezledi ve yere kapaklandı. Ona sarıldığım için ben de tökezledim fakat sağ diz kapağımı yere koyarak düşmekten son anda kurtuldum. Hemen Gaye'yi doğrultum. Dizlerinin üstünde yerde duruyor, aşağı doğru bakıyordu. Saçları yüzünü kapatmıştı.  Bir yandan saçlarını iki yana ayırarak yüzünü görmeye çalışıyor, bir yandan da iyi olup olmadığını soruyordum. Herhangi bir cevap vermiyordu. Ellerim titremeye başlamıştı. Sonunda yüzünü görebildiğimde kafasını yavaşça doğrultarak yüzünü bana doğru çevirdi. Donup kalmış ona bakıyordum. Gözlerinden yaşlar durmaksızın akıyordu ama gazdan yada ağlamaktan değil gibiydi bu yaşlar. Ağzını kapatan maske ve tülbenti aşağıya doğru indirdim. Hayatımda gördüğüm en güzel gülümsemeyi yerleştirmiş yüzüne, gülüyordu. Şaşırmıştım. Kafamı beş on santim geriye doğru çektim. "Ne oldu" dememe gerek kalmadan cevap verdi,
-"Biz kazandık."
-"Ne?" diyebildim.
-"Tarih bizi yazacak." dedi.
Müziği, hem de son ses duyuyordum.