Bu Blogda Ara

27 Şubat 2012 Pazartesi

ESKİ BERBERİM BİR JEDİ'DI


Atletizm dahil tüm spor haberlerini okuduktan sonra spor gazetesini düzgün bir şekilde katladım ve sehpanın üzerine koydum. Hemen yanımda oturan, hafta sonu olmasına rağmen kahverengi tonlarının hakim olduğu kusursuz ütülenmiş gömlekleri ile emekli memur olduklarını gizleme konusunda başarısız olan iki yaşlı adam, birbirlerini pek de dinlemeden mahallenin sorunlarından bahsediyorlardı. Diğer tarafımda oturan lise yaşlarındaki üç çocuk ise, oturduklarından beri kafalarını telefonlarından kaldırmamışlardı. Tepesinde berber ve kızgın babası dikilen üç dört yaşlarındaki çocuğun tıraş eziyeti biterse, sıra bendeydi. Belli ki çocuk altın rengi saçlarını kısacık kestirmek istemiyordu ama babası ona uygun olan saç stiline, en ince ayrıntılarına kadar karar vermiş ve çocuğa kızmaktan artan nefesi ile berbere direktifler yağdırıyordu. Tanıdık bir sahneydi. Aslında bu ülkede yaşan erkeklerin çoğu için tanıdık bir sahneydi. Her erkek çocuğu, babası ile küçük yaşlarda berberde bu mücadeleyi veriyordu. Aynadan çocuğun boğazını yırtarak bağırmasından dolayı kıpkırmızı kesilmiş suratına baktım. Çocuk hayatındaki belki de ilk ciddi mücadelesini veriyordu otoriteye karşı. Güç sahibi babasının ne istediğini umursamadan, kendi istediğini herkesin içerisinde avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Otoriteye karşı ilk mücadelesini veriyordu belki ama ilk yenilgisini de alıyordu. Güç sahibi otoritenin isteklerine boyun eğmeyi, istemese de babasının karar verdiklerini kabul etmeyi, bu yaşta berber koltuğunda öğreniyordu. Bu otorite ile kuracağı ilişki konusunda ilk dersiydi. İlerideki derslerinde güç sahibinin isteklerini kabul ederken ağlamamayı da öğrenecekti. Bu yaşta, saç gibi önemsiz bir konuda isteklerine önem verilmeyen çocukların, büyüdüklerinde büyük hapishanelerine isyan etmeyen ve özgürlükleri için herhangi bir adım atmak akıllarının ucundan geçmeyen bir topluma dönüşmelerine şaşırmak en kaba tabiriyle aptallık olurdu. Çocuğun onurlu mücadelesinin mağlubiyetle son bulmasının ardından berber koltuğuna oturdum. Artık saçlarımı, yıllardır kestirdiğim gibi kısacık, üç numara kestirmemeye karar vermiştim. Saçlarımın yanlarını ve arkasını daha kısa kestirecek, üst kısmını ise uzun bıraktıracaktım. Tek korkum ise ben orta okul yıllarında iken moda olan ve amerikan denen modele benzemesiydi saçımın. Daha sonra korkumun yersiz olduğuna karar vermiştim. Saçım amerikan modeline benzerse, beğenmediğimi söyleyecek ve her zamanki gibi saçlarımı kısacık kesmesini söyleyecektim. Berbere istediğim modeli ve korkumu detaylı bir şekilde anlattım. Yarım saat süren kesim işleminden sonra berber tok sesiyle;
-"Nasıl olmuş?" diye sordu.
Aynada saçımın sadece ön ve yan kısmını görüyordum ve sorun yoktu, ama ben saçımın arkasını görmek istiyordum.
-"Güzel ama bir de arkasına baksak" dedim.
Berber küçük bir ayna ile geldi ve saçımın arkasını gösterdi. O an şok olmuştum. Berber saçımın arkasını tam da istemediğim gibi amerikan model kesmişti. Berber aynayı tutarken daha da tok ve otoriter bir sesle;
-"Nasıl olmuş" diye sordu yeniden
-"Güzel olmuş" dedim incelen sesimle.
Nasıl böyle bir cevap vermiştim. Halbuki iğrenç olmuştu saçımın arkası. Kesinlikle berber bir numara yapmış ve bana bu cevabı verdirtmişti. Bir Jedi gibi mind trick yapmış, aklımla oynamış, ve "güzel olmuş" cevabını vermemi sağlamıştı. Yoksa neden, sırf kararlı bir ses tonu ile sorduğu için,  beğenmediğim halde "güzel olmuş" diyeyim.

21 Şubat 2012 Salı

DAHA DİBİNİ GÖRMEDİM


Elimde parlak metal tepsi, kulağımda suyun fokurdama sesi ve içimde açık camdan gelmesini beklediğim hafif bir bir esinti umudu. Ankara'da yaşadığım en sıcak akşamdı. Yumurtaların haşlandığından emin olduğumda kapattım elektrikli ocağı. Akşam yemeği için kuru ekmek haşlanmış yumurta menüsü ağzımın suyunun akmasına sebep olmasa da, yaşamımı devam ettirmem için mideme bir şeylerin girmesi gerektiğini biliyordum. Cebimizde , Kaplan'la (Mustafa) beni yarın Aydınlıkevler'den ODTÜ'ye götürecek kadar paradan 5tl kadar fazlası olsaydı, muhtemelen o anda ucuz bir kıymalı pide yiyor olacaktım. Varımızı yoğumuzu bizi okul yurdundan kurtaracak evin doymak bilmeyen ev sahibi ve emlakcısına yatırdıktan sonra, Kaplan'a bir gün sonra yatmasını beklediğimiz başbakanlık bursu umudundan başka, bir tek otobüs paramız kalmıştı. Ankara Üniversitesin'de okuyan ve o sıralar memleketinde yaz tatilini geçiren arkadaşın öğrenci evine mülteci gibi yerleşmesek, yaz okulu süresince okulun yurtlarına para verebilmemiz mümkün olmayacağından 100. yıl sokaklarında sabahlamak zorunda kalacaktık. Bu kadar parasız pulsuz kalmamızın sebebi ev tutma masraflarımız olsa da, duşumuzu, tuvaletimizi, mutfağımızı 450 erkek ile paylaşmamıza sebep olan yurt hayatından kurtaracak olan eve akıttığımız paralar canımızı sıkmıyordu.  Bir hafta sonra, artık kendi evimiz olacaktı. Bu ev hayatımızı ne kadar değiştirecek diye düşündüğümde, kendime verebildiğim tek cevap "biraları artık camdan sarkıtarak değil, buzdolabına koyarak soğutacağız" oluyordu, ama o kadar sonuç odaklı insanlar değildik zaten.
Tezgahın üzerindeki temiz olan tek kaşığı, ya da temiz olduğunu düşündüğüm tek kaşığı, sıcak suyun içerisine daldırdım ve haşlanmış iki yumurtayı sırayla koydum tepsinin üzerindeki kaseye. Tepsiyle girdim salona, öss ye hazırlanan gergin lise öğrencisinin odasına meyve getiren anne edasıyla.  Fakat ne Kaplan gergin ergendi, ne de ben fedakar anneydim. Bu gerçeği bana Kaplan'nın göbeğini açıkta bırakan dar t-shirt'üyle ve kucağındaki spor gazetesiyle uyuyakaldığı yer yatağındaki görüntüsü hatırlattı. Salondaki tek masanın üzerinde ne olduğunu bilmiyordum ama üzerinde yemek yenecek durumda olmadığını biliyordum. Tepsiyi salonun ortasında duran eski gazetenin üzerine koydum. Tepsidekilerin sigaramızın önünü doldurmaya yeteceğini  ummaktan başka şansım yoktu. Salondaki tek ses, evdeki tek elektronik eşya olan ve sesi en en kısık konumda olan ufak baş ucu radyosundan geliyordu. Radyo sadece türkçe rock çalan bir kanalı çektiğinden, bir haftada  Şebnem Ferah'ın bir hafta önce çıkan albümünü ezberlemiştik. O sırada yine Şebnem Ferah'ın son albümünden bir şeyler çalıyordu ama ses kısık olduğundan hangi şarkı olduğunu çıkaramamıştım. Yumurtalardan birini soyarken, bitkin bir ses tonuyla Kaplan'a seslenmeye başladım. Seslenmelerime Kaplan tepkisiz kaldıkça sesimin şiddetini arttırıyordum. Kaplan'ı uyandırmaya çalışırken yumurtayı yarısını soymuştum bile. 10 dakika önce açlıktan isyan naraları atan Kaplan'ı uykusundan uyandıramıyordum. Kafamı yavaşça yer yatağındaki Kaplan'a çevirdim. Uyanmaya o kadar uzak gözüküyordu ki, sesimi ne kadar yükseltirsem yükselteyim sonuç vermeyecek gibiydi. İşte tam onda hissettim o duyguyu. Eğer yaşadığım hayatın bir dibi varsa, ben o zamana kadarki hayatımın tam olarak dibindeydim. Sesim duyuramadığım Kaplan, kulağımda kötü bir Şebnem Ferah şarkısı, üzerine oturduğum ve gittikçe uyuşan sağ bacağım ve elimde yarı çıplak haşlanmış yumurta. Otobüs parasından başka param yoktu. Bildiğim, tanıdığım her şey birden etrafımdan uçup gitmişti sanki. O an yalnızdım. O an sıfırdım. Hiç bir şey değildim. Bana bunu hissettiren en önemli şey sesimi Kaplan'a duyuramıyor olmamdı. Sanki kapsama alanı dışındaydım. Benim, bildikleri Erçin dışında biri olmamın en büyük engeli arkadaşlarımın, benim ODTÜ'de okuyan başarılı bir çocuk olduğumu karşı komşusuna anlatırken gururu zirvelerde yaşayan annemin, bir an önce mezun olup köleleri olmamı bekleyen adamların, hepsinin kapsama alanı dışındaydım. Ergenlik döneminde defalarca hissettiğim, herkesin, her şeyin bana karşıymış  hissi değildi bu. Tam tersi herkese, her şeye o kadar uzaktaydım ki, hiç bir şey yoktu karşımda. Tam olarak dipteydim. Dipte hissediyordum ama mutsuz ya da güçsüz hissetmiyordum. Elimdeki yumurtaya baktım. Sanki o tutuyordu beni kapsama alanlarının dışında ve o elimde oldukça, beni yeniden kimse sokamayacaktı içimi daraltan o çemberlerin içine. Fakat açtım. Hızla yumurtanın kalan kısmını da soydum ve bir lokmalık kuru ekmekle birlikte yedim yumurtanın tamamını. Ilık çeşme suyumu sigaramla birlikte içtim ve salonun diğer ucundaki yer yatağına kuruldum. Yarın sabah kalkacak son paramı 413 nolu otobüse verecek ve mükemmel köle yetiştirici okuluma tıpış tıpış gidecektim. Ders aralarında arkadaşlarım benimle takılırken gülüp eğlenecekler, uzaklarda bir yerlerde annem benimle gurur duyacaktı. Gözlerimi kapatırken mutlu gibiydim. Radyoda Haluk Levent çalıyordu ama sesi kısık olduğu için hangi şarkı olduğunu çıkaramadım. 

7 Şubat 2012 Salı

MÜSLÜMAN OLMAK İSTEYEN ATEİSTLE TAVUS KUŞUNUN HİKAYESİ

Cebindeki çekirdekler bitmek üzereydi. Hafifçe kararmaya ve soğumaya başlayan hava, hayvanat bahçesinin tenhalaşmasına sebep olmuştu. Huzur bulduğu tek yer olan hayvanat bahçesinin tenhalaşması hoşuna gitmişti ve görevliler kovmadıkça kalkmaya niyeti yoktu oturduğu banktan. Tavus kuşlarının bulunduğu kafesin hemen yanında oturuyordu. Oturduğu yerden görebildiği tek tavus kuşu, ortalığın tenhalaşmasıyla, mesaisi bitmiş ve toparlanmaya başlayan bir sirk göstericisi gibi yorgun bir suratla yavaş yavaş kapatıyordu rengarenk kuyruğunu. Görevli adam ağzından garip sesler çıkararak tavus kuşunu yem verme bölümüne doğru çağırdı. Olgun ve ciddi duruşundan ödün vermeyen tavus kuşu ağır adımlarla yem bölümüne doğru ilerledi. Görevli adam pastan dolayı kiremit rengini almış çelik kaptan, büyük bir kepçeyle yemi alıyor ve tavus kuşunun önüne koyuyor, bir yandan da konuşuyordu.
-"Al bakalım, bugün her zamankinden fazlasını hak ettin. Kuyruğunun kapandığını görmedim. Herkes seni izledi."
O bankta oturduğu bir saat süresince, bir kaplumbağa kadar yavaş hareket eden tavus kuşu, yemi görünce hızla kafasını sağa sola oynatmaya başlamıştı. Yaşlı görevli adam konuşmaya devam ediyordu.
-"Sevindin mi? Sen böyle konuştuğumuz gibi devam edersen gösterine, hep daha fazla yem getiririm sana."
Artık kafasını yem kabına gömen tavus kuşu, görevli adamı duymuyor gibiydi.
Bu ilginç ikiliyi izlerken gülümsememek için kendini zor tuttu. Tavus kuşu ile, sanki dediklerini anlıyormuş gibi ciddi bir dille konuşan yaşlı hayvanat bahçesi görevlisi hoşuna gitmişti. Çekirdekleri bitmişti. Saatine baktı. Hayvanat bahçesindeki süresi de azalıyordu. Hayvanat bahçesi yaklaşık yarım saat sonra kapanacaktı. Canı sıkıldı. Burada o kadar huzurluydu ki, hiç dışarıdaki dünyaya dönmek istemiyordu. Burada, hayvanat bahçesinde, hayatı, dünyayı, huysuz karşı komşusunu, savaşları, dolmuş kuyruklarını, hükümeti, hükümetleri, Kızılay çamurunu, her fırsatta kendini kazıklamaya çalışan çakal bakkalı, kısacası canını sıkan her şeyi, üç yaşındaki bir çocuk kadar umursuyordu. Dışarıda hiç bir yerde burada bulduğu huzuru bulamıyordu. Aslında bu hep böyle olmamıştı. Çok huzurlu ve mutlu olduğu zamanlar, ortamlar olmuştu. Lisede ilk iki dersin beden eğitimi olduğu çarşamba sabahları, o çocukken ailecek "bir başka gece" programının izlendiği cumartesi akşamları, Fenerbahçe'nin maçını radyodan dinlediği pazar öğleden sonraları. Fakat eskiden huzur bulduğu zamanları düşünürken, hepsinden önce aklına ramazan akşamları oruç açmak için ailecek oturulan iftar masası geliyordu. Tüm sofranın hazır olduğu ama oruç olsun ya da olmasın kimsenin hiç bir şeye dokunmadan ezan sesini beklediği masa. Şimdi neden bulamıyordu o huzuru. Oruç tutsa, o masa yeniden hazırlanamaz mıydı? Hazırlanırdı ama artık o eski sofra gibi olmazdı. Çünkü oruç tutmadığı için bıçaklamışlardı üniversite ikinci sınıftaki o öğrenciyi, sonra ramazanda bira içtiği için o adamı ölesiye dövmüşlerdi. Bu haberleri izlemesi ile birden ateist olmamıştı, ama kafasındaki soru işaretleri bu haberleri ciddiye alarak izlemesi ile başlamıştı ve sonra olan olmuş, ramazanın ya da yukarıdakinin tüm büyüsü bozulmuştu. Keşke kafasındakileri silebilse ve o günlere dönebilseydi. O huzur dolu anlara. Bunları düşünürken tavus kuşunun kafesinin içerisinde oturduğu bankın dibine kadar geldiğini fark etmemişti. Yaşlı görevli ortadan kaybolmuştu. Tavus kuşu taştan bir heykel gibi hareketsiz ona bakıyordu. Korkutucu bir görüntüydü ama asıl korkuyu tavus kuşu konuşunca hissetti.
-"Bu mutsuzluk neden" dedi tavus kuşu.
-"Sen konuşuyorsun" derken kekeledi.
-"Görünen o ki benim konuşmamdan daha büyük sıkıntılar var" diye karşılık verdi tavus kuşu.
Gözünü bir süre kapatıp tekrar açtı ama tavus kuşu aynı ciddiyetle dikiliyordu.
-"Bu normal mi?" diye sordu ama tavus kuşunda herhangi bir değişiklik yoktu.
-"Haydi anlat bu kadar sıkan ne canını"
Pes etmiş ve tavus kuşuna cevap vermeye karar vermişti.
-"Aslında tek mutlu olduğum yer burası. Sadece aklıma eskiden beni mutlu eden şeyler geldi, ona canım sıkıldı"
-"Neymiş seni eskiden mutlu eden"
-"Bununla neden ilgileniyorsun"
-"Benim kafesimin önünde gülümsemeyen tek adamsın. Merak ettim."
-"Tamam o zaman anlatayım. Eskiden ramazan akşamlarını severdim. Mutlu huzurlu olurdum. Artık olmuyor."
-"Nedenmiş o. Neden artık mutlu değilsin ramazan akşamlarında"
-"Çünkü büyüsü bozuldu. Bozdular büyüsünü."
-"Kim nasıl bozdu"
-"Onlar olmasa hiç bir şeyi sorguladığım yoktu. Mutluydum. Halimden memnundum. Düşünsene biri birden çıkıp sen, bu kafes ve yem veren görevli arasındaki bu büyüyü ..."
Konunun kendi ortamına geldiğini fark eden tavus kuşu hızla uzaklaşıp kafesinin diğer köşesine gitti.