Kükredi
tanrı. Kükremesiyle birlikte etrafında telaşlı bir koşuşturma başlamıştı.
Meleklerinden biri heyecan ve korkuyla tanrının yanına yaklaştı. Meleğin
herhangi bir şey sormasına izin vermeden aşağıyı işaret ederek,
-"Şunu
görüyor musun?" diye sordu.
Loş
bir odada, çalışma masasında tek başına oturan bir adamı gösteriyordu. Adamın
sol eli, masanın üzerindeki viski bardağını sarmıştı.
Melek,
tanrının asıl sorusunu anladığını ifade eden heyecanlı bir ses tonuyla,
-"Evet
gördüm, viski içiyor." dedi.
Ama
tanrı, meleğin heyecanını boşa çıkartmayı önceden planlamış gibi hemen devam
etti,
-"O
önemli değil şimdi." dedi.
Melek
hayal kırıklığını belli etmemeye çalışarak daha dikkatli dinlemeye başladı.
-"Bu
adamda bir şeyler var." dedi "Onunla konuşacağım."
Melek
cevapta acele etmiş,
-"Eninde
sonunda konuşacak sizinle." diyivermiş, esprisinin yersizliğini fark eder
etmez tekrar susmuştu.
-"Hayır
şimdi konuşacağım" dedi tanrı. Bu isteğinin ölüm fermanı olarak
anlaşılacağını bildiğinden açıklama ihtiyacı hisseti,
-"Ben
aşağı ineceğim."
Tanrının
ciddiyetini sorgulamak haddine değildi meleğin. Tanrı o an aşağı ineceğini
söylemişti ve inecekti. Korku, endişe ve telaş karışımı bir hisle hızla etrafta
dönmeye başlamış,
-"EPİFANİ,
EPİFANİ, EPİFANİ.." diye bağırıyordu.
Bu
kelimeyi duyan diğer melekler de onun gibi dehşete düşmüş, telaşa
kapılmışlardı. Tanrının insan kılığına girerek, onların arasında dolaşması çok
sık karşılaşılan bir durum değildi. Dünya tarihinde önemli kırılımlar yaratan
büyük savaşlar, büyük salgınlar, büyük doğal afetler gibi olaylarda bu yöntemi
kullanırdı. O an ise, tek başına, bir odada viski içen bir adamla konuşmak için
insan kılığına girecekti.
*
Odayı
sadece, çalışma masasının üzerinde duran ufak çalışma lambasının sarı ışığı
aydınlatmaya çalışıyordu. Lambanın üst tarafından başlayan ve ampulün büyük
bölümünü kapatan koyu renkli kapak kısmı, ışığın sadece masanın etrafına düşmesine
sebep oluyor, odanın kalan kısmını karanlığa gömüyordu. Adam iki dirseğini de
masaya dayamış, sol eliyle çalışma lambasının hemen altında duran viski bardağını
tutuyor, diğer eliyle ise küçük not defterinin üzerinde tuttuğu kurşun kalemi
hızlı hareketlerle çeviriyordu. Kambur duruşuyla masaya doğru abanmış, ileriye
doğru uzattığı yüzüyle tüm dikkatini kalemin hareketlerine vermişti. Sola doğru
taranmış, kestane rengi dalgalı saçları alnının yarısını kapatıyordu. Yuvarlak
hatlı geniş yüzünün altındaki kalın boynu, gömleğinin dik, kolalı yakasının
arkasına saklanmıştı. Sabah olduğu sinek kaydı tıraşın yüzünde yarattığı,
heykelleri kıskandıracak pürüzsüzlük hala kaybolmamıştı. Akşam işten eve geliş
saati ile akşam yemeği arasındaki bir saatlik boşlukta, her akşam yaptığı gibi
bu odaya kapanmıştı. Çalışma masası, koyu kahverengi, hattat oymalı eski bir
masaydı. Üzerindeki kufi yazmalar, masanın ağırlığına ağırlık katıyor, yerinden
oynatılamayacak gibi bir hava oluşturuyordu. Masanın her halinden, üzerine
abanan adamdan yaşlı olduğu belli oluyordu. Masanın odaya kazandırmaya
çabaladığı ağır havayı, adamın üzerinde oturduğu, ucuz, döner büro sandalyesi
bir nefeste uçuruyordu. Sandalyenin içerisindeki sarı süngerler, aşınmış dikiş
yerlerinden dışarıya fırlamıştı. Loş odanın içerisinde, bu uyumsuz çift
dışındaki tek eşya, adamın tam arkasında, karanlıkta kalan tek kişilik geniş
koltuktu. Adam dikkatini, sağ elinde çevirmekte olduğu kalemden alabildiği kısa
bir an için, kambur duruşunu bozmadan kafasını sağ doğru çevirdi. Gözünü,
perdesi sonuna kadar açık pencereye dikti. Erken batan güneşin ardında
bıraktığı kapkara akşam pencere camına kusursuz bir fon oluşturmuştu. Sağanak
yağan yağmur damları, bu siyah fonun üzerinde kontrolsüzce aşağı doğru
süzülüyorlardı. Bu manzarayı izlerken aklına gelen bir iki cümleyi defterine
karalamak için kafasını çevirmek üzereydi ki parlak bembeyaz bir ışık bir an
için siyah fonu yararak loş odasına doluverdi. Davetsiz içeri dolan parlak ışık
geldiği hızla gözden kayboldu. Işığın kaybolmasının hemen ardından güçlü bir
kükremeyi andıran gök gürültüsü sesi geldi. Yağmur hızını arttırmıştı. Kafasını
defterine çevirdi. Açık olan boş sayfaya yavaş hareketlerle bir şeyler yazmaya
başladı. Yazmaya çalıştığı yeni öyküsünün tüm kurgusu aklındaydı, tüm hikayeler
kafasında zaten yaşanmıştı ama her zaman ki gibi öyküsüne başlatacak cümleleri
dikkatle seçmeye çalışıyordu. Bu çaba her cümlesinin sonunda duraklamasına
sebep oluyordu. Yazdığı üçüncü cümleden sonra tekrar durdu, kalemi arasında
tuttuğu işaret ve orta parmağını şakağının üzerine yerleştirdi ve yazdıklarını
okumaya başladı. Tam o anda, hemen arkasından gelen tıkırtı sesiyle irkildi.
Normal koşullarda hemen arkasını dönerek neler olduğuna bakması gerekirdi ama
içinde arkasını dönmek konusunda anlamlandıramadığı bir korku oluşuvermişti.
Odanın içerisinde birini varlığını hissetmişti. Önce duruşunu düzeltti. Kalemi
masanın üzerine koydu. Masanın kenarından tutarak yavaşça döndürdü altındaki
sandalyeyi. Tek kişilik koltuk tam karşısında kaldığında, üzerindeki karaltıdan
koltukta birilerinin oturduğunu anladı ve dehşete kapılarak sandalyesiyle
birlikte kendisini geriye doğru attı. Bu sırada, sandalyenin arka kısmıyla
çalışma masasına sertçe çarptı. Ağır masa bu darbeden hiç etkilenmemişti, fakat
çalışma lambasının zayıf gövdesi hızla sallanmaya başlamış, dengede kalabilmek
için büyük uğraş veriyordu. Lambanın her salınımında, koltukta oturan adamın
vücudu ve yüzü aydınlanıyor ve tekrar karanlığa gömülüyordu. Ağzı kurumuştu. O
an mutfakta bulunan eşine bağırmayı geçirdi kafasından ama istese de sesi
çıkmayacak gibi geldi kendisine. Yutkunmaya çalıştı, beceremedi. Dilinin
ucundan başlayan kuruluk hızla boğazına doğru ilerlemişti. Kanının
damarlarından çekildiği hissediyordu. Koltuktaki adamın sakin oturuşu onun
gerginliğini bir kat daha arttırmıştı. Koltuktaki adam 35 yaşlarında, esmer bir
adamdı. Kısa saçlarıyla aynı boydaki kirli sakalı yüzünü kaplıyordu. Üzerinde
bir t-shirt, şort ve spor ayakkabı vardı sadece. Odanın içersinde birden
beliren adamla ilgili "nasıl oluyor da, bu havada bu kıyafetle
dolaşıyor" gibi saçma fikirler dolaşmaya başlamıştı kafasında. Gerginliği,
sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Derin bir nefes aldı ama yetmemişti bu nefes
ona. Kendini zorlayarak, çatallı ve ince sesiyle,
-"Sen
de kimsin?" diye sordu.
Kekelememiş
olduğuna kendisi de şaşırmıştı. Sorusunu sorduğu anda lambanın salınımları
nihayete ermiş, sarı aydınlığın sınırları tekrar keskinleşmişti. Koltuktaki
adamın sadece göğsünden aşağısı aydınlıkta kalıyordu. Koltuktaki duruşunu
düzelterek yüzünü aydınlatacak kadar ileriye uzattı ve odada hakim olan korku
havasını şaşkınlığa çevirecek o cevabı verdi,
-"Ben
tanrıyım."
Yağmur
taneleri pencere camını hızla dövmeye devam ederken, o ağzını ıslatabilecek en
ufak tükürük tanesi bulamamış, aynı çatallı sesle,
-"Ne?"
diyebilmişti.
Bu
bir soru değil sadece şaşkınlık belirtisiydi.
-"Ben
tanrıyım." cevabı aynı sakin sesle tekrarlandı.
Artık
korkusunu bir miktar dizginlemişti.
-"Bu
da ne demek oluyor?" diye sordu.
-"Sadece
seninle kısa bir sohbet edeceğiz."
-"Kimsin
sen? Ne geziyorsun evimde?"
-"Zaten
cevapladığım iki soruyu tekrar sormana gerçekten gerek var mı? İnanman için
ufak mucizeler bekliyorsan buna vaktim yok. Ben tanrıyım ve sana soracaklarım
var. Kapısı ve penceresi kapalı odanda, bu yağmurlu günde, kupkuru bir şekilde
sessizce bitivermemi sana özel mucizem olarak al." dedi.
Yumuşak
bir sesle ama ciddi olduğunu belli eden bir tonla konuşuyordu. Ufak mucizesine
rağmen ona inanmanın saçma olduğunu biliyordu ama içerisinde karşı konulamaz
bir teslimiyet isteği duyuyor, inanmak istiyordu. Nedense, inansa rahatlayacak
gibiydi.
-"Peki
neden buradasın?" diye sordu.
Artık
sesi kulağı o kadar cırmalamıyordu.
-"Tanrı
misafiri diyelim." karşılığını verdiğinde dudağının kenarına hafif bir
gülümseme yerleşmişti.
-"Gerçekten
tanrıysan.." dedi ama cümlesine devam etmeden önce "buna
inanmıyorum" diye söylendi kendi kendine.
-"Evet
gerçekten tanrıysam." dedi tanrı.
-"Daha
iyi bir espri yeteneğin olmasını beklerdim." dedi.
Tanrı
hiç beklemeden,
-"Neden?"
diye sordu.
Buna
cevabı yoktu.
-"Aslında
itiraf etmem gereken bir şey var. Ben senin varlığına inanmıyorum."
diyiverdi.
Karşılığın
sert olabileceği fikri aklına, cümle ağzından çıktıktan sonra gelmişti. Tanrı,
-"Biliyorum."
dedi.
-"Tabi
ya." karşılığını verdi adam.
İnkar
ettiği yaratıcının çalışma odasındaki varlığına şaşılacak bir hızla alışmıştı. Kafasını
yavaşça arkasına doğru çevirerek viski bardağına uzandı. Bardağı tanrıya
göstererek,
-"Sakıncası
var mı?" diye sordu.
-"İhtiyacın
var gibi gözüküyor." dedi tanrı.
Bardakta
kalan viskinin tamamını bir dikişte bitirerek bardağı tekrar masaya koydu. Yüzünü
buruşturmuş, gözlerini kapatmıştı. Açtığında rüyasından uyanmayı beklediğinden
belki de, bir iki saniye kapalı tuttu gözünü. Açtığında tanrı hala
karşısındaydı.
-"Daha
farklı bir kıyafet tercih etmeni beklerdim." dedi tanrının üzerindeki
t-shirt'ü işaret ederek.
-"Ne
gibi." dedi tanrı.
-"Ne
bileyim, beyaz bir takım elbise."
-"Neden?"
diye sordu tanrı.
Buna
da cevabı yoktu. Bu dünyada yaşamını devam ettirebilecek kadar ön yargıya sahip
olmasını sağlayacak sayıda film izleyip, kitap okuduğunu düşündü bir anda.
-"Ama
güzel t-shirt." dedi adam.
Tanrının
üzerinde Deep Purple grubunun "Machine Head" albümünün kapak
baskınsının bulunduğu bir t-shirt vardı.
-"Evet.
Sever misin Deep Purple'ı?" diye sordu tanrı.
-"Evet
ama sen?"
-"Tabi
ki. Aslını söylemek gerekirse, bana kendi varlığımı sorgulatacak kadar iyiler
bence." dedi tanrı.
Bu
cevabı anladığından emin değildi adam. Bunu fark eden tanrı devam etti.
-"Ritchie
Blackmore'un çalarkenki yorumu, tanrı dokunuşundan fazlasını gerektiriyor gibi
ve insanı hep planladığımdan daha üstün bir varlığa çeviriyor sanki."
Adam
etkilenmiş, samimiyet onu iyice rahatlatmıştı.
-"Sanırım
ne demek istediğini anlıyorum."
Tanrı
bu cümleden sonra süren kısa sessizliği bozarak
-"Evet
konumuza gelelim." dedi.
-"Neymiş
konumuz."
-"Öykülerin."
-"Öykülerim
mi?"
-"Evet."
-"Onları
okudun mu?"
Sorusunun
saçmalığının farkına vararak sustu ve tanrıyı dinlemeye devam etti.
-"Bu
dünyanın çok güzel bir yer olmadığının farkındayım. Daha da kötüye gittiğini
üzülerek söylemeliyim. Dünya fakirlik, açlık, savaş ve zulümle dolu bir yer
haline geldi. Ben bunu istemesem de bana inanmadığı için birileri öldürülüyor
bu dünyada."
Adam
birden kendisini unutmuştu. Sanki tanrı kendi derdini anlatıyor gibiydi. Tanrı
devam etti,
-"Yarattığım
dünyanın mutsuzluklarla dolu olduğunu kabul ediyorum. Ne tarafa baksam mutsuz
insanlar var. Ama sen."
Adam
bir anda asıl konunun kendisi olduğunu hatırladı. Konunun kendisine dönmesi
yerine, tanırının itiraflarını dinlemeyi tercih ederdi.
-"Senin,
bu dünyada mutlu olacak çok ufak bir azınlık varsa onların arasında olman
gerekiyor. Herkesin imrendiği bir işin var, paran var, bunların hepsinden
önemlisi şu anda mutfakta sırf sana yemek hazırladığı için mutlu olan, sana
aşık, sevdiğin bir eşin var. Peki hal böyleyken, bu mutsuz dünyada mutlu
olabilecek şeyleri elde etmiş azınlıktayken, neden?"
-"Ne
neden?" diye sordu adam. Gerçekten yaşadığı şaşkınlık doğru düşünmesini
engelliyordu. Soruyu anlamamıştı.
-"Neden
öykülerin mutsuz ve yalnız adamlarla dolu. Sen mutlu olacak şanslı adamsın, sen
belki de bu dünyanın o kadar da yanlış olmadığını gösterecek adamsın. Nedir
senin derdin?"
Adam
sustu. Tanrıyı üçüncü kez cevapsız bıraktığı için biraz da utanmıştı. Kafasını
aşağıya doğru eğdi. Öykülerinin mutsuz, yalnız, karamsar, ölme umuduyla yaşayan
karakterlerini geçirdi bir bir aklından. Tanrı sesini biraz daha yükselterek,
-"Bana
bak." dedi.
-"Benim
başım yok, sonum yok. Sonsuz bir yalnızlığın içindeyim. Nasıl olurda benden
bile yalnız karakterler yazabilirsin."
Adam
birden kafasını kaldırdı. Bu sefer belki de cevaptan emindi. Duruşunu
dikleştirdi.
-"Bak
görüyor musun?" dedi tanrıya ve devam etti.
-"Derdini
ne güzel anlattın. Bense içimdeki, daha kendime anlatamadığım boşluğu
tanımlayamıyor, kimseye anlatamıyorum ve işte sırf bu yüzden senden çok daha
fazla yalnızım." dedi.
Bu
sefer sessiz kalma sırası tanrıdaydı.
Ayağa
kalktı. Pencereye doğru yaklaştı. Adam soluksuz tanrının tepkisini bekliyordu.
Tanrı camdan yukarıya, kapkara gökyüzüne doğru baktı. Bu sahne adamın hoşuna
gitmişti.
-"Anlıyorum."
dedi tanrı.
-"Tahmin
edersin ki sanırım bu sohbetimizi de yazacağım." dedi adam.
-"Biliyorum."
karşılığını verdi tanrı arkasını dönmeden.
-"Ama
ufak bir farklılıkla."
-"Neymiş
o?"
-"Beni
ziyarete bir kadın vücudu içinde değil, bir erkek vücudu içinde geldiğini yazacağım."
Tanrı
kafasını yavaşça adama doğru çevirerek gülümsedi.
-"Evet
ilginç olur." dedi.
Adam,
-"Belki
biliyorsundur ama sana bir sır vereyim. Bütün öykü yazarları yalanıcıdır."
dedi.
Tam
o sırada odanın kapısı açıldı ve içeriye adamın eşi girdi.
-"Haydi
hayatım yemek hazır."
Adam
hızla ayağa kalkmıştı, karısının görüş alanını kapatmak için ama o an yüzünde
oluşan dehşeti gizleyememişti. Kadın odanın lambasını yaktı,
-"İyi
misin, yüzün bembeyaz" dedi.
-"İyiyim,
biraz yoruldum sanırım. Sen geç, geliyorum" dedi ve eşinin yanağına bir
öpücük kondurarak onu mutfağa doğru gönderdi. Heyecanla arkasını döndü.
Tanrı
yoktu. Gitmişti. Hızla pencerenin yanına geldi. Kafasını, bir dakika önce
tanırının yaptığı gibi kapkara gökyüzüne çevirdi. Kısa süre öyle durduktan
sonra yemek için odanın kapısına doğu hareketlendi. Tam çalışma masasının
önünde durdu. Eğilerek not defterinde, yeni öyküsü için temiz bir sayfa açtı ve
yeni öyküsünün başlığını yazdı:
"TANRI
MİSAFİRİ"