Bu Blogda Ara

25 Kasım 2013 Pazartesi

TANRI MİSAFİRİ



Kükredi tanrı. Kükremesiyle birlikte etrafında telaşlı bir koşuşturma başlamıştı. Meleklerinden biri heyecan ve korkuyla tanrının yanına yaklaştı. Meleğin herhangi bir şey sormasına izin vermeden aşağıyı işaret ederek,
-"Şunu görüyor musun?" diye sordu.
Loş bir odada, çalışma masasında tek başına oturan bir adamı gösteriyordu. Adamın sol eli, masanın üzerindeki viski bardağını sarmıştı.
Melek, tanrının asıl sorusunu anladığını ifade eden heyecanlı bir ses tonuyla,
-"Evet gördüm, viski içiyor." dedi.
Ama tanrı, meleğin heyecanını boşa çıkartmayı önceden planlamış gibi hemen devam etti,
-"O önemli değil şimdi." dedi.
Melek hayal kırıklığını belli etmemeye çalışarak daha dikkatli dinlemeye başladı.
-"Bu adamda bir şeyler var." dedi "Onunla konuşacağım."
Melek cevapta acele etmiş,
-"Eninde sonunda konuşacak sizinle." diyivermiş, esprisinin yersizliğini fark eder etmez tekrar susmuştu.
-"Hayır şimdi konuşacağım" dedi tanrı. Bu isteğinin ölüm fermanı olarak anlaşılacağını bildiğinden açıklama ihtiyacı hisseti,
-"Ben aşağı ineceğim."
Tanrının ciddiyetini sorgulamak haddine değildi meleğin. Tanrı o an aşağı ineceğini söylemişti ve inecekti. Korku, endişe ve telaş karışımı bir hisle hızla etrafta dönmeye başlamış,
-"EPİFANİ, EPİFANİ, EPİFANİ.." diye bağırıyordu.
Bu kelimeyi duyan diğer melekler de onun gibi dehşete düşmüş, telaşa kapılmışlardı. Tanrının insan kılığına girerek, onların arasında dolaşması çok sık karşılaşılan bir durum değildi. Dünya tarihinde önemli kırılımlar yaratan büyük savaşlar, büyük salgınlar, büyük doğal afetler gibi olaylarda bu yöntemi kullanırdı. O an ise, tek başına, bir odada viski içen bir adamla konuşmak için insan kılığına girecekti.  

*

Odayı sadece, çalışma masasının üzerinde duran ufak çalışma lambasının sarı ışığı aydınlatmaya çalışıyordu. Lambanın üst tarafından başlayan ve ampulün büyük bölümünü kapatan koyu renkli kapak kısmı, ışığın sadece masanın etrafına düşmesine sebep oluyor, odanın kalan kısmını karanlığa gömüyordu. Adam iki dirseğini de masaya dayamış, sol eliyle çalışma lambasının hemen altında duran viski bardağını tutuyor, diğer eliyle ise küçük not defterinin üzerinde tuttuğu kurşun kalemi hızlı hareketlerle çeviriyordu. Kambur duruşuyla masaya doğru abanmış, ileriye doğru uzattığı yüzüyle tüm dikkatini kalemin hareketlerine vermişti. Sola doğru taranmış, kestane rengi dalgalı saçları alnının yarısını kapatıyordu. Yuvarlak hatlı geniş yüzünün altındaki kalın boynu, gömleğinin dik, kolalı yakasının arkasına saklanmıştı. Sabah olduğu sinek kaydı tıraşın yüzünde yarattığı, heykelleri kıskandıracak pürüzsüzlük hala kaybolmamıştı. Akşam işten eve geliş saati ile akşam yemeği arasındaki bir saatlik boşlukta, her akşam yaptığı gibi bu odaya kapanmıştı. Çalışma masası, koyu kahverengi, hattat oymalı eski bir masaydı. Üzerindeki kufi yazmalar, masanın ağırlığına ağırlık katıyor, yerinden oynatılamayacak gibi bir hava oluşturuyordu. Masanın her halinden, üzerine abanan adamdan yaşlı olduğu belli oluyordu. Masanın odaya kazandırmaya çabaladığı ağır havayı, adamın üzerinde oturduğu, ucuz, döner büro sandalyesi bir nefeste uçuruyordu. Sandalyenin içerisindeki sarı süngerler, aşınmış dikiş yerlerinden dışarıya fırlamıştı. Loş odanın içerisinde, bu uyumsuz çift dışındaki tek eşya, adamın tam arkasında, karanlıkta kalan tek kişilik geniş koltuktu. Adam dikkatini, sağ elinde çevirmekte olduğu kalemden alabildiği kısa bir an için, kambur duruşunu bozmadan kafasını sağ doğru çevirdi. Gözünü, perdesi sonuna kadar açık pencereye dikti. Erken batan güneşin ardında bıraktığı kapkara akşam pencere camına kusursuz bir fon oluşturmuştu. Sağanak yağan yağmur damları, bu siyah fonun üzerinde kontrolsüzce aşağı doğru süzülüyorlardı. Bu manzarayı izlerken aklına gelen bir iki cümleyi defterine karalamak için kafasını çevirmek üzereydi ki parlak bembeyaz bir ışık bir an için siyah fonu yararak loş odasına doluverdi. Davetsiz içeri dolan parlak ışık geldiği hızla gözden kayboldu. Işığın kaybolmasının hemen ardından güçlü bir kükremeyi andıran gök gürültüsü sesi geldi. Yağmur hızını arttırmıştı. Kafasını defterine çevirdi. Açık olan boş sayfaya yavaş hareketlerle bir şeyler yazmaya başladı. Yazmaya çalıştığı yeni öyküsünün tüm kurgusu aklındaydı, tüm hikayeler kafasında zaten yaşanmıştı ama her zaman ki gibi öyküsüne başlatacak cümleleri dikkatle seçmeye çalışıyordu. Bu çaba her cümlesinin sonunda duraklamasına sebep oluyordu. Yazdığı üçüncü cümleden sonra tekrar durdu, kalemi arasında tuttuğu işaret ve orta parmağını şakağının üzerine yerleştirdi ve yazdıklarını okumaya başladı. Tam o anda, hemen arkasından gelen tıkırtı sesiyle irkildi. Normal koşullarda hemen arkasını dönerek neler olduğuna bakması gerekirdi ama içinde arkasını dönmek konusunda anlamlandıramadığı bir korku oluşuvermişti. Odanın içerisinde birini varlığını hissetmişti. Önce duruşunu düzeltti. Kalemi masanın üzerine koydu. Masanın kenarından tutarak yavaşça döndürdü altındaki sandalyeyi. Tek kişilik koltuk tam karşısında kaldığında, üzerindeki karaltıdan koltukta birilerinin oturduğunu anladı ve dehşete kapılarak sandalyesiyle birlikte kendisini geriye doğru attı. Bu sırada, sandalyenin arka kısmıyla çalışma masasına sertçe çarptı. Ağır masa bu darbeden hiç etkilenmemişti, fakat çalışma lambasının zayıf gövdesi hızla sallanmaya başlamış, dengede kalabilmek için büyük uğraş veriyordu. Lambanın her salınımında, koltukta oturan adamın vücudu ve yüzü aydınlanıyor ve tekrar karanlığa gömülüyordu. Ağzı kurumuştu. O an mutfakta bulunan eşine bağırmayı geçirdi kafasından ama istese de sesi çıkmayacak gibi geldi kendisine. Yutkunmaya çalıştı, beceremedi. Dilinin ucundan başlayan kuruluk hızla boğazına doğru ilerlemişti. Kanının damarlarından çekildiği hissediyordu. Koltuktaki adamın sakin oturuşu onun gerginliğini bir kat daha arttırmıştı. Koltuktaki adam 35 yaşlarında, esmer bir adamdı. Kısa saçlarıyla aynı boydaki kirli sakalı yüzünü kaplıyordu. Üzerinde bir t-shirt, şort ve spor ayakkabı vardı sadece. Odanın içersinde birden beliren adamla ilgili "nasıl oluyor da, bu havada bu kıyafetle dolaşıyor" gibi saçma fikirler dolaşmaya başlamıştı kafasında. Gerginliği, sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Derin bir nefes aldı ama yetmemişti bu nefes ona. Kendini zorlayarak, çatallı ve ince sesiyle,
-"Sen de kimsin?" diye sordu.
Kekelememiş olduğuna kendisi de şaşırmıştı. Sorusunu sorduğu anda lambanın salınımları nihayete ermiş, sarı aydınlığın sınırları tekrar keskinleşmişti. Koltuktaki adamın sadece göğsünden aşağısı aydınlıkta kalıyordu. Koltuktaki duruşunu düzelterek yüzünü aydınlatacak kadar ileriye uzattı ve odada hakim olan korku havasını şaşkınlığa çevirecek o cevabı verdi,
-"Ben tanrıyım."
Yağmur taneleri pencere camını hızla dövmeye devam ederken, o ağzını ıslatabilecek en ufak tükürük tanesi bulamamış, aynı çatallı sesle,
-"Ne?" diyebilmişti.
Bu bir soru değil sadece şaşkınlık belirtisiydi.
-"Ben tanrıyım." cevabı aynı sakin sesle tekrarlandı.
Artık korkusunu bir miktar dizginlemişti.
-"Bu da ne demek oluyor?" diye sordu.
-"Sadece seninle kısa bir sohbet edeceğiz."
-"Kimsin sen? Ne geziyorsun evimde?"
-"Zaten cevapladığım iki soruyu tekrar sormana gerçekten gerek var mı? İnanman için ufak mucizeler bekliyorsan buna vaktim yok. Ben tanrıyım ve sana soracaklarım var. Kapısı ve penceresi kapalı odanda, bu yağmurlu günde, kupkuru bir şekilde sessizce bitivermemi sana özel mucizem olarak al." dedi.
Yumuşak bir sesle ama ciddi olduğunu belli eden bir tonla konuşuyordu. Ufak mucizesine rağmen ona inanmanın saçma olduğunu biliyordu ama içerisinde karşı konulamaz bir teslimiyet isteği duyuyor, inanmak istiyordu. Nedense, inansa rahatlayacak gibiydi.
-"Peki neden buradasın?" diye sordu.
Artık sesi kulağı o kadar cırmalamıyordu.
-"Tanrı misafiri diyelim." karşılığını verdiğinde dudağının kenarına hafif bir gülümseme yerleşmişti.       
-"Gerçekten tanrıysan.." dedi ama cümlesine devam etmeden önce "buna inanmıyorum" diye söylendi kendi kendine.
-"Evet gerçekten tanrıysam." dedi tanrı.
-"Daha iyi bir espri yeteneğin olmasını beklerdim." dedi.
Tanrı hiç beklemeden,
-"Neden?" diye sordu.
Buna cevabı yoktu.
-"Aslında itiraf etmem gereken bir şey var. Ben senin varlığına inanmıyorum." diyiverdi.
Karşılığın sert olabileceği fikri aklına, cümle ağzından çıktıktan sonra gelmişti. Tanrı,
-"Biliyorum." dedi.
-"Tabi ya." karşılığını verdi adam.
İnkar ettiği yaratıcının çalışma odasındaki varlığına şaşılacak bir hızla alışmıştı. Kafasını yavaşça arkasına doğru çevirerek viski bardağına uzandı. Bardağı tanrıya göstererek,
-"Sakıncası var mı?" diye sordu.
-"İhtiyacın var gibi gözüküyor." dedi tanrı.
Bardakta kalan viskinin tamamını bir dikişte bitirerek bardağı tekrar masaya koydu. Yüzünü buruşturmuş, gözlerini kapatmıştı. Açtığında rüyasından uyanmayı beklediğinden belki de, bir iki saniye kapalı tuttu gözünü. Açtığında tanrı hala karşısındaydı.
-"Daha farklı bir kıyafet tercih etmeni beklerdim." dedi tanrının üzerindeki t-shirt'ü işaret ederek.
-"Ne gibi." dedi tanrı.
-"Ne bileyim, beyaz bir takım elbise."
-"Neden?" diye sordu tanrı.
Buna da cevabı yoktu. Bu dünyada yaşamını devam ettirebilecek kadar ön yargıya sahip olmasını sağlayacak sayıda film izleyip, kitap okuduğunu düşündü bir anda.
-"Ama güzel t-shirt." dedi adam.
Tanrının üzerinde Deep Purple grubunun "Machine Head" albümünün kapak baskınsının bulunduğu bir t-shirt vardı.
-"Evet. Sever misin Deep Purple'ı?" diye sordu tanrı.
-"Evet ama sen?"
-"Tabi ki. Aslını söylemek gerekirse, bana kendi varlığımı sorgulatacak kadar iyiler bence." dedi tanrı.
Bu cevabı anladığından emin değildi adam. Bunu fark eden tanrı devam etti.
-"Ritchie Blackmore'un çalarkenki yorumu, tanrı dokunuşundan fazlasını gerektiriyor gibi ve insanı hep planladığımdan daha üstün bir varlığa çeviriyor sanki."
Adam etkilenmiş, samimiyet onu iyice rahatlatmıştı.
-"Sanırım ne demek istediğini anlıyorum."
Tanrı bu cümleden sonra süren kısa sessizliği bozarak
-"Evet konumuza gelelim." dedi.
-"Neymiş konumuz."
-"Öykülerin."
-"Öykülerim mi?"
-"Evet."
-"Onları okudun mu?"
Sorusunun saçmalığının farkına vararak sustu ve tanrıyı dinlemeye devam etti.
-"Bu dünyanın çok güzel bir yer olmadığının farkındayım. Daha da kötüye gittiğini üzülerek söylemeliyim. Dünya fakirlik, açlık, savaş ve zulümle dolu bir yer haline geldi. Ben bunu istemesem de bana inanmadığı için birileri öldürülüyor bu dünyada."
Adam birden kendisini unutmuştu. Sanki tanrı kendi derdini anlatıyor gibiydi. Tanrı devam etti,
-"Yarattığım dünyanın mutsuzluklarla dolu olduğunu kabul ediyorum. Ne tarafa baksam mutsuz insanlar var. Ama sen."
Adam bir anda asıl konunun kendisi olduğunu hatırladı. Konunun kendisine dönmesi yerine, tanırının itiraflarını dinlemeyi tercih ederdi.
-"Senin, bu dünyada mutlu olacak çok ufak bir azınlık varsa onların arasında olman gerekiyor. Herkesin imrendiği bir işin var, paran var, bunların hepsinden önemlisi şu anda mutfakta sırf sana yemek hazırladığı için mutlu olan, sana aşık, sevdiğin bir eşin var. Peki hal böyleyken, bu mutsuz dünyada mutlu olabilecek şeyleri elde etmiş azınlıktayken, neden?"
-"Ne neden?" diye sordu adam. Gerçekten yaşadığı şaşkınlık doğru düşünmesini engelliyordu. Soruyu anlamamıştı.
-"Neden öykülerin mutsuz ve yalnız adamlarla dolu. Sen mutlu olacak şanslı adamsın, sen belki de bu dünyanın o kadar da yanlış olmadığını gösterecek adamsın. Nedir senin derdin?"
Adam sustu. Tanrıyı üçüncü kez cevapsız bıraktığı için biraz da utanmıştı. Kafasını aşağıya doğru eğdi. Öykülerinin mutsuz, yalnız, karamsar, ölme umuduyla yaşayan karakterlerini geçirdi bir bir aklından. Tanrı sesini biraz daha yükselterek,
-"Bana bak." dedi.
-"Benim başım yok, sonum yok. Sonsuz bir yalnızlığın içindeyim. Nasıl olurda benden bile yalnız karakterler yazabilirsin."
Adam birden kafasını kaldırdı. Bu sefer belki de cevaptan emindi. Duruşunu dikleştirdi.
-"Bak görüyor musun?" dedi tanrıya ve devam etti.
-"Derdini ne güzel anlattın. Bense içimdeki, daha kendime anlatamadığım boşluğu tanımlayamıyor, kimseye anlatamıyorum ve işte sırf bu yüzden senden çok daha fazla yalnızım." dedi.       
Bu sefer sessiz kalma sırası tanrıdaydı.
Ayağa kalktı. Pencereye doğru yaklaştı. Adam soluksuz tanrının tepkisini bekliyordu. Tanrı camdan yukarıya, kapkara gökyüzüne doğru baktı. Bu sahne adamın hoşuna gitmişti.
-"Anlıyorum." dedi tanrı.
-"Tahmin edersin ki sanırım bu sohbetimizi de yazacağım." dedi adam.
-"Biliyorum." karşılığını verdi tanrı arkasını dönmeden.
-"Ama ufak bir farklılıkla."
-"Neymiş o?"
-"Beni ziyarete bir kadın vücudu içinde değil, bir erkek vücudu içinde geldiğini yazacağım."
Tanrı kafasını yavaşça adama doğru çevirerek gülümsedi.
-"Evet ilginç olur." dedi.
Adam,
-"Belki biliyorsundur ama sana bir sır vereyim. Bütün öykü yazarları yalanıcıdır." dedi.
Tam o sırada odanın kapısı açıldı ve içeriye adamın eşi girdi.
-"Haydi hayatım yemek hazır."
Adam hızla ayağa kalkmıştı, karısının görüş alanını kapatmak için ama o an yüzünde oluşan dehşeti gizleyememişti. Kadın odanın lambasını yaktı,
-"İyi misin, yüzün bembeyaz" dedi.
-"İyiyim, biraz yoruldum sanırım. Sen geç, geliyorum" dedi ve eşinin yanağına bir öpücük kondurarak onu mutfağa doğru gönderdi. Heyecanla arkasını döndü.
Tanrı yoktu. Gitmişti. Hızla pencerenin yanına geldi. Kafasını, bir dakika önce tanırının yaptığı gibi kapkara gökyüzüne çevirdi. Kısa süre öyle durduktan sonra yemek için odanın kapısına doğu hareketlendi. Tam çalışma masasının önünde durdu. Eğilerek not defterinde, yeni öyküsü için temiz bir sayfa açtı ve yeni öyküsünün başlığını yazdı:


"TANRI MİSAFİRİ"