Kahverengi zeminin üzerinde,
aşağıya doğru dümdüz ilerleyen beyaz çizgiyi, onu dik kesen bir başka beyaz
çizgiyle buluştuğu yere kadar gözümle takip ettim. Sobanın boyası üzerindeki
çatlaklar birleştikleri yerlerde, üçgen şeklinde boyanın döküldüğü ve parlak
gri metalin gözüktüğü bölgeler oluşturuyordu. Sobayı ilk defa bu kadar detaylı
inceliyordum. Bunun sebebiyse, soba ile duvar arasındaki küçük boşlukta
dikiliyor olmam ve bulunduğum noktadan soba dışında sınıftaki hiç bir şeyi
görmüyor olmamdı. Eskişehir'e yerleştiğimiz yıldı, aynı zamanda benim ilkokula
başladığım yıl. Annemin görevli olduğu köy okulunda başlamıştım okula. Benim
dışımda şehirden gelen yoktu sınıfta. Sınıfın tamamı köyde yaşayan ailelerin
çocuklarıydı.
Öğretmen sınıftaki tüm
öğrencileri, sınıfın duvarları önünde ayakta, U şeklinde sıraya sokmuştu.
Hepimizi bu U şeklindeki sıraya sokarken, anlamadığımız bir şekilde kimin
nerede duracağına dikkat etmiş, herkesin yerine tek tek karar vermişti. Yaptığı
iş dışarıdan ister önemli ister önemsiz gözüksün, o aşırı ciddiyetle işini
yürütmeye alışkın bir adamdı. Bu yüzden bizi sıraya dizerkenki ciddiyetini
anlamasak da, bu bizi şaşırtmamıştı. Yaptığı her türlü işi ciddiyetle ele alma
konusunda, Kafka'nın "köy öğretmeni" ne taş çıkartacak bir adamdı.
Ben U'nun bir başında, kapının hemen yanında duruyordum. Şanslı sayılırdım,
çünkü buz gibi olan sınıfın içerisinde tek sıcak bölgeye, yani sobanın 20
santimetre yanına düşmüştüm. Öğretmen bizi sıraya dizdikten sonra hiç bir şey
söylemeden yeşil tahtanın önünde bir sağa bir sola yürümeye başlamıştı. Sanki
konuşmaya başlamak için bir şeyleri bekliyor gibiydi. Sabahtan beri devam eden
yoğun kar yağışından dolayı, biraz önce dışarıdan gelen öğretmenin ayakkabıları,
hepimizinki gibi çamurlu ve ıslaktı. Sınıfın içerisinde attığı her adım,
sınıfın tahta zemininde ıslak bir ayak izi bırakıyordu. Sınıfın benim
bulunduğum taraftaki zemin tahtaları bir hafta önce yenilendiğinden, bu ıslak
ayak izleri sınıfın diğer taraflarına göre daha belirgin bir şekilde
gözüküyordu. Bu yenilenmiş tahtaların da muhtemelen kaderleri aynı olacak ve
kısa süre içerisinde, sınıfın derin rutubet kokusunun kaynağı olan çürümüş
zemin tahtalarına benzeyeceklerdi. Öğretmenin adım seslerinin oluşturduğu fonun
üzerine, pencerelerin aralıklarından gelen rüzgar sesi gergin bir melodi
yerleştiriyordu. Öğretmen gelmeden hemen önce silinen tahtanın oluşturduğu
beyaz toz henüz yere ulaşmamıştı. Öğretmenin, hepimiz geren adımlarını cılız
kapıya vurulma sesi sonlandırdı.
-"Gir" dedi
öğretmen.
Beyaz kapı yavaşça ve
gıcırdayarak açıldı. Kapıdaki Hakan'dı. Gelene kadar kimse yokluğunu fark
etmemişti. Kapıdan girerken yüzünü görememiştik ama yüzünü göremiyor olmamız
gelenin Hakan olduğunun ispatıydı. Her zamanki gibi kambur ve yere bakar bir
şekilde girdi sınıfa. Geç kalmak alışkanlığıydı ve çoğu zaman vücut dilini
kullanırdı öğretmenden özür dilemek için. Hiç dik görmediğimiz kafası böyle
durumlarda iyice aşağıya iner, öğretmenin fırçalarını bu şekilde dinlerdi. Öğretmenin
son bir kaç dakikadır Hakan'ı bekliyor olduğunu anladığımızda hepimiz uzun bir
fırça konuşmasının başlayacağından emindik. Fakat öğretmen Hakan'a sadece;
"Geç şuraya"
diyerek U şeklindeki sıranın diğer başını işaret etti.
Hakan her zamanki gibi
denileni hemen yaptı. Denileni hemen yapma alışkanlığının altında,
itaatkarlığından çok, bir an önce emri verenin ilgi alanından uzaklaşmak
yatıyor gibiydi. Sıranın diğer başına giderken, hepimizinkinden daha çamurlu
olan, siyah, plastik ayakkabıları, öğretmeninkinden çok daha geniş ve kalıcı
izler bırakıyordu tahta zeminin üzerinde. Hakan'ın başına geçtiği, U'nun karşı
taraftaki ayağı pencerelerin önüne dizilmişti. Hakan'a bakabilmek için yarım
adım sola kaydım ve sobanın baca borusundan sıyrılarak görüş açımı genişlettim.
Hakan hala yere bakıyor, önlüğünün alt kısmından sarkan iplikle oynuyordu. Sınıftaki
tek siyah önlüklü oydu. Abisinden kalan önlüğü kullanmak zorunda olduğu için
mavi önlüğe geçiş yapamamıştı. Bir an kafasını yavaşça yukarı doğru
kaldırdığında göz göze gelir gibi olduk ama hemen kafasını çevirdi. Sol omzunun
üzerinden, arkasına doğru pencereden dışarıya bakmaya başlamıştı. Şimdiye kadar
hiç pencereden dışarıyı izlediğini görmediğim Hakan, o an karla kaplandığından
dolayı dışarıdan hiç bir manzara sunmayan pencereden dışarıyı seyretmeye çalışıyordu.
Aslında dışarıyı seyretmeye çalışıyor demek yanlış olurdu, çünkü kar kütlesinin
içerisinde herhangi bir boşluk bulmak için bir çaba sarf etmiyor, beyaz zemine
doğru boş boş bakıyordu. Üşüyor gibiydi. Evi okulun hemen arkasındaki arazide
olduğundan, kışın en sert geçtiği günlerde bile montsuz gelmek adetiydi. Hakanı
izlerken bir anda fark ettim, U şeklindeki sıradaki sıralanışımızın mantığını.
U'nun bir başında ben, yani sınıfın en başarılı öğrencisi, diğer başında ise
Hakan, yani sınıfın en başarısız öğrencisi duruyordu. Hemen yanımda duran
arkadaşımdan başlayarak sırayla sıradaki tüm öğrencilere baktım. Açık bir
şekilde gözüküyordu ki, öğretmen bizi sınıftaki başarı durumlarımıza göre
dizmişti sıraya. Benden başlayan sıra, başarı durumu gittikçe düşen
öğrencilerle devam ediyor ve sınıfın en düşük notlarına sahip Hakan'da son
buluyordu. Bu sıralama aynı zamanda ailelerimizin sınıfsal seviyelerini de
gösteriyordu. Zaten sınıftaki öğrencilerin başarı durumları, ailelerinin
ekonomik ve sosyal durumları ile doğrudan bir ilişkiye sahipti. Ben
sınıftakiler arasında şehirde oturan tek öğrenciydim. annem öğretmendi. Sıranın
diğer ucundaki Hakan ise köyün en fakir ailelerinden birinin çocuğuydu.
Sürecekleri ufak bir toprakları bile yoktu. Tek sahip oldukları iki üç tane
küçük baş hayvandı. Okuldan sonra Hakan abisiyle bu hayvanların peşinden koşup,
bu küçük sürüye çobanlık yaparlardı.
En tepeden, en aşağıya kadar
sıralanan bir dizilişteydik. Sırayı baştan sona kadar süzdükten sonra, tekrar
Hakan'a baktım. Hala dışarıya, daha doğrusu pencereye bakıyordu. Öğretmenin,
sınıfın tamamının ilgisini toplayan,
-"Evet çocuklar.."
diyerek başladığı konuşmasıyla birlikte, Hakan hemen önüne döndü ve yeniden
sınıfın çürümüş tahta zemine bakmaya başladı. Öğretmen;
-"Şimdi hepinize
rastgele meslekler vereceğim ve bir oyun oynayacağız" diye devam etti ve
bana doğru yaklaştı.
Sobanın hemen yanında
dikildi ve dev elini sağ omzuma attı.
-"Erçin arkadaşınız
çöpçü olacak" dedi.
Öğretmenin cümlesinin bitmesi
ile birlikte sınıf, önce gizlenmeye çalışan, ardından öğretmenin suratındaki hafif
gülümse fark edilince daha gür sesle çıkan gülüşmelerle doldu. Bense şaşkındım.
Neden çöpçü olarak beni seçtiğine anlam veremiyordum. Şaşkınlığım devam
ederken, hemen yanımdaki arkadaşlarım bana takılmaya başlamışlardı bile.
Öğretmenin sınıftaki öğrencilerin bu eğlencesine tanıdığı ufak süre
tamamlandığında ikinci sıradaki, hemen yanımdaki öğrencinin yanına geçti. Elini
aynı şekilde omzuna attı ve;
-"Bedri arkadaşınız
kapıcı olacak" dedi.
Öğretmenin biraz önceki
tavrından cesaret almış olacaklar, sınıftaki gülüşme daha bir sesliydi bu
sefer. Tek fark gülenlerin arasına bu sefer ben de katılmıştım. Bir çöpçü
olduğumu unutmuş ya da en azından kendim gibi birini bulmuş ve eğlenmeye
başlamıştım. Öğretmen, bu sefer eğlenceye tanıdığı süreyi kısaltmış ve hemen
sıranın üçüncü sırasındaki öğrenciye geçmişti. Her yeni verilen meslekte
gülüşmeler başlıyor, yeni mesleği edinen arkadaşımıza şakalarımızla
saldırıyorduk. Sıranın sonuna kadar bildiğimiz tüm meslekler dağıtılmış, kimi
tamirci, kimi öğretmen, kimi doktor olmuştu. Öğretmen sıranın sonuna geldiğinde
sınıftaki herkes küçük gruplar halinde sohbetlere başlamış, yeni meslekleri ile
oynayacakları yeni oyuna hazırlık yapmaya başlamışlardı. Artık öğretmenin
verdiği meslekler pek ilgi çekmiyor, duyulmuyordu bile. U şeklindeki
sıramızdaki, sıralanışımızın mantığını Hakan'ın yerleşmesinden sonra anladığım
gibi, öğretmenin bize verdiği mesleklerin mantığını da Hakan'ın mesleği
verildikten sonra anlamıştım. Öğretmen kambur şeklinde duran Hakan'ın omzuna
elini koyduktan sonra onu biraz dik tutabilmek için geriye doğru ittirdi.
-"Hakan arkadaşınız da
cumhurbaşkanı olacak" dedi.
Sınıfta durumu en iyi olan,
sıranın bir başındaki ben çöpçü olmuştum. Benden sonra verilen meslekler
gittikçe iyileşmiş ve sıranın diğer başındaki, köyün en fakir ailesinden gelen
Hakan'ın cumhurbaşkanlığı ile tamamlanmıştı meslekler. Pek kimse duymamıştı
öğretmenin Hakan'a cumhurbaşkanlığını verdiğini. Elini Hakan'ın omzundan çeker
çekmez Hakan eski halini aldı. Öğretmenin masasına oturmasıyla, oyunun
kurallarını merak eden sınıf sessizliğe büründü. Öğretmen oyunun nasıl
oynanacağını, neler yapacağımızı anlatırken, sağa ufak bir adım atıp sobanın
arkasına yerleştim. Öğretmenin 10 dakikalık konuşması sonlandıktan sonra tekrar
sola doğru geçerek sınıftakilere göz gezdirecektim ama gözüm direkt Hakan'a
takıldı. İyice aşağı doğru eğilmiş, kamburu karşıdan bile gözükecek kadar
belirginleşmişti. Fakat bu sefer hareketsiz duramıyor, sürekli arkasını
dönüyor, sağa sola hareket ediyordu. Hastalanmış gibiydi. Bir şeylerden,
muhtemelen de oyundan ve de mesleğinden rahatsız olmuştu. Halbuki, onun
cumhurbaşkanı olduğunu çoğu fark etmemiş, kimse ilgi göstermemiş, ona
takılmamıştı bile. Ama o, kimse bir şey demese de, oyun da dahi
cumhurbaşkanlığını kabul edememişti. Kendi kendine mevcut durumundan daha üst
bir şeyi kabul edemiyor, inkar ediyordu. Belki de kendine verilenin
imkansızlığı rahatsız etmişti onu. Bir gün cumhurbaşkanı olmayacağını
biliyordu, benim çöpçü olmayacağımı bildiğim kadar.