Bu Blogda Ara

29 Kasım 2012 Perşembe

DAVUL BİLE KENDİ KENDİNE



Kahverengi zeminin üzerinde, aşağıya doğru dümdüz ilerleyen beyaz çizgiyi, onu dik kesen bir başka beyaz çizgiyle buluştuğu yere kadar gözümle takip ettim. Sobanın boyası üzerindeki çatlaklar birleştikleri yerlerde, üçgen şeklinde boyanın döküldüğü ve parlak gri metalin gözüktüğü bölgeler oluşturuyordu. Sobayı ilk defa bu kadar detaylı inceliyordum. Bunun sebebiyse, soba ile duvar arasındaki küçük boşlukta dikiliyor olmam ve bulunduğum noktadan soba dışında sınıftaki hiç bir şeyi görmüyor olmamdı. Eskişehir'e yerleştiğimiz yıldı, aynı zamanda benim ilkokula başladığım yıl. Annemin görevli olduğu köy okulunda başlamıştım okula. Benim dışımda şehirden gelen yoktu sınıfta. Sınıfın tamamı köyde yaşayan ailelerin çocuklarıydı.
Öğretmen sınıftaki tüm öğrencileri, sınıfın duvarları önünde ayakta, U şeklinde sıraya sokmuştu. Hepimizi bu U şeklindeki sıraya sokarken, anlamadığımız bir şekilde kimin nerede duracağına dikkat etmiş, herkesin yerine tek tek karar vermişti. Yaptığı iş dışarıdan ister önemli ister önemsiz gözüksün, o aşırı ciddiyetle işini yürütmeye alışkın bir adamdı. Bu yüzden bizi sıraya dizerkenki ciddiyetini anlamasak da, bu bizi şaşırtmamıştı. Yaptığı her türlü işi ciddiyetle ele alma konusunda, Kafka'nın "köy öğretmeni" ne taş çıkartacak bir adamdı. Ben U'nun bir başında, kapının hemen yanında duruyordum. Şanslı sayılırdım, çünkü buz gibi olan sınıfın içerisinde tek sıcak bölgeye, yani sobanın 20 santimetre yanına düşmüştüm. Öğretmen bizi sıraya dizdikten sonra hiç bir şey söylemeden yeşil tahtanın önünde bir sağa bir sola yürümeye başlamıştı. Sanki konuşmaya başlamak için bir şeyleri bekliyor gibiydi. Sabahtan beri devam eden yoğun kar yağışından dolayı, biraz önce dışarıdan gelen öğretmenin ayakkabıları, hepimizinki gibi çamurlu ve ıslaktı. Sınıfın içerisinde attığı her adım, sınıfın tahta zemininde ıslak bir ayak izi bırakıyordu. Sınıfın benim bulunduğum taraftaki zemin tahtaları bir hafta önce yenilendiğinden, bu ıslak ayak izleri sınıfın diğer taraflarına göre daha belirgin bir şekilde gözüküyordu. Bu yenilenmiş tahtaların da muhtemelen kaderleri aynı olacak ve kısa süre içerisinde, sınıfın derin rutubet kokusunun kaynağı olan çürümüş zemin tahtalarına benzeyeceklerdi. Öğretmenin adım seslerinin oluşturduğu fonun üzerine, pencerelerin aralıklarından gelen rüzgar sesi gergin bir melodi yerleştiriyordu. Öğretmen gelmeden hemen önce silinen tahtanın oluşturduğu beyaz toz henüz yere ulaşmamıştı. Öğretmenin, hepimiz geren adımlarını cılız kapıya vurulma sesi sonlandırdı.
-"Gir" dedi öğretmen.
Beyaz kapı yavaşça ve gıcırdayarak açıldı. Kapıdaki Hakan'dı. Gelene kadar kimse yokluğunu fark etmemişti. Kapıdan girerken yüzünü görememiştik ama yüzünü göremiyor olmamız gelenin Hakan olduğunun ispatıydı. Her zamanki gibi kambur ve yere bakar bir şekilde girdi sınıfa. Geç kalmak alışkanlığıydı ve çoğu zaman vücut dilini kullanırdı öğretmenden özür dilemek için. Hiç dik görmediğimiz kafası böyle durumlarda iyice aşağıya iner, öğretmenin fırçalarını bu şekilde dinlerdi. Öğretmenin son bir kaç dakikadır Hakan'ı bekliyor olduğunu anladığımızda hepimiz uzun bir fırça konuşmasının başlayacağından emindik. Fakat öğretmen Hakan'a sadece;
"Geç şuraya" diyerek U şeklindeki sıranın diğer başını işaret etti.
Hakan her zamanki gibi denileni hemen yaptı. Denileni hemen yapma alışkanlığının altında, itaatkarlığından çok, bir an önce emri verenin ilgi alanından uzaklaşmak yatıyor gibiydi. Sıranın diğer başına giderken, hepimizinkinden daha çamurlu olan, siyah, plastik ayakkabıları, öğretmeninkinden çok daha geniş ve kalıcı izler bırakıyordu tahta zeminin üzerinde. Hakan'ın başına geçtiği, U'nun karşı taraftaki ayağı pencerelerin önüne dizilmişti. Hakan'a bakabilmek için yarım adım sola kaydım ve sobanın baca borusundan sıyrılarak görüş açımı genişlettim. Hakan hala yere bakıyor, önlüğünün alt kısmından sarkan iplikle oynuyordu. Sınıftaki tek siyah önlüklü oydu. Abisinden kalan önlüğü kullanmak zorunda olduğu için mavi önlüğe geçiş yapamamıştı. Bir an kafasını yavaşça yukarı doğru kaldırdığında göz göze gelir gibi olduk ama hemen kafasını çevirdi. Sol omzunun üzerinden, arkasına doğru pencereden dışarıya bakmaya başlamıştı. Şimdiye kadar hiç pencereden dışarıyı izlediğini görmediğim Hakan, o an karla kaplandığından dolayı dışarıdan hiç bir manzara sunmayan pencereden dışarıyı seyretmeye çalışıyordu. Aslında dışarıyı seyretmeye çalışıyor demek yanlış olurdu, çünkü kar kütlesinin içerisinde herhangi bir boşluk bulmak için bir çaba sarf etmiyor, beyaz zemine doğru boş boş bakıyordu. Üşüyor gibiydi. Evi okulun hemen arkasındaki arazide olduğundan, kışın en sert geçtiği günlerde bile montsuz gelmek adetiydi. Hakanı izlerken bir anda fark ettim, U şeklindeki sıradaki sıralanışımızın mantığını. U'nun bir başında ben, yani sınıfın en başarılı öğrencisi, diğer başında ise Hakan, yani sınıfın en başarısız öğrencisi duruyordu. Hemen yanımda duran arkadaşımdan başlayarak sırayla sıradaki tüm öğrencilere baktım. Açık bir şekilde gözüküyordu ki, öğretmen bizi sınıftaki başarı durumlarımıza göre dizmişti sıraya. Benden başlayan sıra, başarı durumu gittikçe düşen öğrencilerle devam ediyor ve sınıfın en düşük notlarına sahip Hakan'da son buluyordu. Bu sıralama aynı zamanda ailelerimizin sınıfsal seviyelerini de gösteriyordu. Zaten sınıftaki öğrencilerin başarı durumları, ailelerinin ekonomik ve sosyal durumları ile doğrudan bir ilişkiye sahipti. Ben sınıftakiler arasında şehirde oturan tek öğrenciydim. annem öğretmendi. Sıranın diğer ucundaki Hakan ise köyün en fakir ailelerinden birinin çocuğuydu. Sürecekleri ufak bir toprakları bile yoktu. Tek sahip oldukları iki üç tane küçük baş hayvandı. Okuldan sonra Hakan abisiyle bu hayvanların peşinden koşup, bu küçük sürüye çobanlık yaparlardı.
En tepeden, en aşağıya kadar sıralanan bir dizilişteydik. Sırayı baştan sona kadar süzdükten sonra, tekrar Hakan'a baktım. Hala dışarıya, daha doğrusu pencereye bakıyordu. Öğretmenin, sınıfın tamamının ilgisini toplayan,
-"Evet çocuklar.." diyerek başladığı konuşmasıyla birlikte, Hakan hemen önüne döndü ve yeniden sınıfın çürümüş tahta zemine bakmaya başladı. Öğretmen;
-"Şimdi hepinize rastgele meslekler vereceğim ve bir oyun oynayacağız" diye devam etti ve bana doğru yaklaştı.
Sobanın hemen yanında dikildi ve dev elini sağ omzuma attı.
-"Erçin arkadaşınız çöpçü olacak" dedi.
Öğretmenin cümlesinin bitmesi ile birlikte sınıf, önce gizlenmeye çalışan, ardından öğretmenin suratındaki hafif gülümse fark edilince daha gür sesle çıkan gülüşmelerle doldu. Bense şaşkındım. Neden çöpçü olarak beni seçtiğine anlam veremiyordum. Şaşkınlığım devam ederken, hemen yanımdaki arkadaşlarım bana takılmaya başlamışlardı bile. Öğretmenin sınıftaki öğrencilerin bu eğlencesine tanıdığı ufak süre tamamlandığında ikinci sıradaki, hemen yanımdaki öğrencinin yanına geçti. Elini aynı şekilde omzuna attı ve;
-"Bedri arkadaşınız kapıcı olacak" dedi.
Öğretmenin biraz önceki tavrından cesaret almış olacaklar, sınıftaki gülüşme daha bir sesliydi bu sefer. Tek fark gülenlerin arasına bu sefer ben de katılmıştım. Bir çöpçü olduğumu unutmuş ya da en azından kendim gibi birini bulmuş ve eğlenmeye başlamıştım. Öğretmen, bu sefer eğlenceye tanıdığı süreyi kısaltmış ve hemen sıranın üçüncü sırasındaki öğrenciye geçmişti. Her yeni verilen meslekte gülüşmeler başlıyor, yeni mesleği edinen arkadaşımıza şakalarımızla saldırıyorduk. Sıranın sonuna kadar bildiğimiz tüm meslekler dağıtılmış, kimi tamirci, kimi öğretmen, kimi doktor olmuştu. Öğretmen sıranın sonuna geldiğinde sınıftaki herkes küçük gruplar halinde sohbetlere başlamış, yeni meslekleri ile oynayacakları yeni oyuna hazırlık yapmaya başlamışlardı. Artık öğretmenin verdiği meslekler pek ilgi çekmiyor, duyulmuyordu bile. U şeklindeki sıramızdaki, sıralanışımızın mantığını Hakan'ın yerleşmesinden sonra anladığım gibi, öğretmenin bize verdiği mesleklerin mantığını da Hakan'ın mesleği verildikten sonra anlamıştım. Öğretmen kambur şeklinde duran Hakan'ın omzuna elini koyduktan sonra onu biraz dik tutabilmek için geriye doğru ittirdi.
-"Hakan arkadaşınız da cumhurbaşkanı olacak" dedi.
Sınıfta durumu en iyi olan, sıranın bir başındaki ben çöpçü olmuştum. Benden sonra verilen meslekler gittikçe iyileşmiş ve sıranın diğer başındaki, köyün en fakir ailesinden gelen Hakan'ın cumhurbaşkanlığı ile tamamlanmıştı meslekler. Pek kimse duymamıştı öğretmenin Hakan'a cumhurbaşkanlığını verdiğini. Elini Hakan'ın omzundan çeker çekmez Hakan eski halini aldı. Öğretmenin masasına oturmasıyla, oyunun kurallarını merak eden sınıf sessizliğe büründü. Öğretmen oyunun nasıl oynanacağını, neler yapacağımızı anlatırken, sağa ufak bir adım atıp sobanın arkasına yerleştim. Öğretmenin 10 dakikalık konuşması sonlandıktan sonra tekrar sola doğru geçerek sınıftakilere göz gezdirecektim ama gözüm direkt Hakan'a takıldı. İyice aşağı doğru eğilmiş, kamburu karşıdan bile gözükecek kadar belirginleşmişti. Fakat bu sefer hareketsiz duramıyor, sürekli arkasını dönüyor, sağa sola hareket ediyordu. Hastalanmış gibiydi. Bir şeylerden, muhtemelen de oyundan ve de mesleğinden rahatsız olmuştu. Halbuki, onun cumhurbaşkanı olduğunu çoğu fark etmemiş, kimse ilgi göstermemiş, ona takılmamıştı bile. Ama o, kimse bir şey demese de, oyun da dahi cumhurbaşkanlığını kabul edememişti. Kendi kendine mevcut durumundan daha üst bir şeyi kabul edemiyor, inkar ediyordu. Belki de kendine verilenin imkansızlığı rahatsız etmişti onu. Bir gün cumhurbaşkanı olmayacağını biliyordu, benim çöpçü olmayacağımı bildiğim kadar.

2 Ekim 2012 Salı

FARELİ ÖĞRENCİ EVİNİN BALTACISI

İki eliyle tuttuğu dev baltasıyla kalabalığın içerisinde dalmıştı. Çift taraflı baltasını hızlı hareketlerle sallıyordu. Düşmanları tarafından etrafında oluşturulmuş çemberin nüfuzu hızla artıyor ama o umursamıyordu. Baltayı her sallayışında bir başkasının vücudunu parçalayarak yere seriyordu. Dev baltasını bu kadar hızlı hareketlerle savurmak, sağ işaret parmağına ani bir ağrı girmesine sebep oldu. Oyunu bir süreliğine durdu, fakat "crypt" şarkısı çalmaya devam ediyordu. 




Diablo 2 oyununu oynarken dış dünyadan nasıl koptuğuna kendi de şaşırıyordu bazen. Sağ işaret parmağını iki avucunun arasına soktu ve çıtlama sesini duyana kadar sıkıştırdı. Sigara paketi odadaki tek ışık kaynağı olan monitörün arka tarafında kaldığından, bulmak için eliyle bilgisayar masasının üzerindeki kalabalıkta ufak bir tur atmak zorunda kalmıştı. Başarısız arama turunun bitmesinin ardından, istemeye istemeye sol tarafında kalan kalın perdeye uzandı ve sigara paketini yakalatacak kadar ışığı dışarıdan bir yerlerden sağlaması amacıyla araladı. Havanın karardığını perdeyi araladığında fark etmiş, sandığından da uzun süredir bilgisayarın başında olduğunu anlamıştı. Yaklaşık 5 saattir oturduğu bilgisayarın başından sadece yarım saat önce kendisine koyu bir kahve yapmak için kalmıştı. Apartmanın hemen önündeki sokak lambasından gelen kuvvetli ışık sol omzunun üzerinden süzülerek bilgisayar masasının üzerine düşmüş ve kırmızı wingston paketi ile üzerinde duran yeşil çakmağı yakalamıştı. Paketten bir sigara çıkarttı ve ağzına götürdü. İki üç denemede yakamadığı çakmağın gaz ayarıyla oynarken dişlerinin arasında sıkıştırdı sigarının filtresini. Bir kaç deneme daha ve sonunda sigarasını yakabilmişti. Sigara paketini ve çakmağı aynı şekilde eski yerine koyduktan sonra perdeye uzandı, odadaki beyaz ışığı yok etti. Sigarasını hemen monitörün önündeki izmarit ve kül dolu küçük, yuvarlak, turkuaz rengi kül tablasına koydu. Yarım saat önce hazırladığı kahve, sadece bir yudumu tüketilmiş haliyle mouse un hemen yanında duruyordu. Neyse ki sıcak içeceklerin soğumasını dert etmiyordu. Attığı bol şekerden dolayı koyu kahvesinin üzerinde bembeyaz bir tabaka oluşmuştu. Kahvesinden aldığı ufak yudumun ardından sigarasını tekrar ağzına götürdü ve iki derin nefes çekti. Üflediği bembeyaz duman, karanlık odada monitörün aydınlattığı ufak alanın sınırları dışına çıktığı an gözden kayboluyordu. Kendisini, tek başına karanlık odasına hapsetmek, son zamanlar iyice alışkanlığı haline gelmişti. Odasına kapatıyor kendini ve saatlerce bilgisayarıyla vakit geçiriyor, oyun oynuyordu. Dışarıdaki dünyadan kendisini soyutladıkça, kendisine odasında yeni bir dünya yaratmaya başlamıştı. Dışarıdakinin tam tersine, onu yormayan, ondan bir şeyler beklemeyen, onu boğmayan bir dünyaydı bu, kuralları basit, anlaması basit, ayak uydurması basit bir dünya. Dışarıdakilere karşı duyduğu nefret ya da kızgınlıktan çok bıkkınlıktı. Bu bıkkınlık aslında hep var olmamış, dışarıdakilerden kaçmaya çalışmamıştı. Hatta üniversite hayatı, dışarıdakilerin tabiri ile çok "normal" başlamıştı. Onu Türkiye'de ilk yüze sokan başarılı üniversite sınavından sonra, gideceği bölüm konusunda çok fazla seçeneği kalmamıştı. Ne yapmak istediğini çok fazla düşünmeden, kendisine bu soruyu soramadan girmişti elektronik mühendisliği bölümüne. Fakat ilerleyen zamanlarda elektronik mühendisliğinin kendisine uygun olmadığını anlamış ve bunu anlaması notlarındaki durdurulamaz düşüşün fitilini yakmıştı. Şu anda, bölümdeki beşinci senesinde, mezuniyete ilk senesindeki kadar uzaktı. Ama onu dışarıdan uzaklaştıran bu başarısızlık değil, dışarıdakilerin onu bir türlü anlamayışıydı. Sıkıntısının derslerle ilgili olduğunu düşünüyorlardı, halbuki onun, şu anda oynadığı senaryonun tamamıyla sorunu vardı. Olmak üzere olduğu kişi olmak istemiyordu. Etrafındakilerin anlayışsızlıkları baskıya dönüşmeye başlamış, onu tekrar okuluna, bölümüne döndürmek için seferber olmuşlardı. Önce evdeki büyüklerde başlamıştı baskı, ardından bölümdeki arkadaşları ikna konuşmalarına başlamışlar ve son olarak liseden beri birlikte olduğu ev arkadaşına kadar sirayet etmişti onu "normal" yola sokma çabası. Dışarıda onun iyiliği için onun yakasına yapışacaklardan kaça kaça evine hatta odasına kapanmış, adeta karanlığa saklanmıştı. Bu saklanma, ona 23 yaşında, birincil narsisizm evresi yaşatıyordu. Önündeki bilgisayarsa ona yeni kapılar açıyordu. "Crypt" şarkısının sonlanmasına yakın tekrar oyuna döndü. Kaldığı yerden aynı heyecanla devam ediyordu. Karanlık odasının içerisinden gelen ufak tıkırtı bir kez daha ara vermesine sebep oldu. Yavaşça hoparlöre uzandı ve sesi tamamen kapattı. Bir süre sessiz ve karanlık odayı dinledi. Odanın içerisindeki tek ses olan bilgisayarın fan sesini, her nefesinde sigarasının ucundan gelen çıtırdama sesi bölüyordu sadece. Tıkırtının odanın içerisinden gelmediğine emin olana kadar bekledikten sonra tekrar oyununa dönüyordu ki tıkırtıyı tekrar duydu. Bu sefer nereden geldiğini de anlamıştı. Yatağıyla dolabı arasında oluşan dar boşluktan geliyordu tıkırtı. Bir şeyler duvarı tırmalıyor gibiydi. Hızla kalktı, ortası çökmüş koltuğuna kalkılabilecek en hızlı şekilde. Odada kendisinden başka birisinin, başka bir şeyin olma ihtimali canını sıkmıştı. Işığı yaktı. Gözlerini, ışığa alışana kadar kıstı. Dolabıyla yatağı arasındaki boşluğa doğru ilk adımını atmıştı ki, boşluktan küçük ama uzun kuyruklu, kahverengi bir fare fırladı. Şaşkınlıkla iki adım geriye attı ve sırtını odanın kapalı kapısına dayadı. Fare odanın ortasında, halının üstünde durmuş ona bakıyordu. Farenin de yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Bir süre birbirlerine baktılar. Tek ses kaynağı olan bilgisayarın fanı ara ara hızlanıyor ve yavaşlıyordu. 1-2 dakika süren bakışma sırasında ne yapması gerektiğini düşünmüş, ama fareyi yakalamak için doğru stratejiye karar verememişti. Sonunda olası doğru stratejileri bir kenara bırakıp hızla attığı iki adımla fareye doğru yaklaştı, fakat fare daha hızlıydı, hemen koltuğun altına fırladı. Fare ondan hızlıydı ama artık harekete geçmişti, durmak yanlış olurdu. Süratle koltuğu yerinden kaldırdı ve kapıya doğru fırlattı. Bu hamlenin üzerine ortada korumasız kalan fare ok gibi fırladı ve bilgisayar masasının altındaki boşluğa saklandı. Fan yine hızlanmıştı. Bilgisayar masasını kenarından tuttu ve tek harekette kapının olduğu tarafa, koltuğun yanına çekti. Monitörün düşmesini son anda engellemişti. Farenin bu seferki hamlesi ise bez dolabın altına kaçmak olmuştu. Yavaş yavaş farenin hızına yaklaşıyordu. Seri adımlarla yanına geldiği bez dolabı da tek hamlede kapının önüne çekti. Farenin kaçacak tek yeri kalmıştı, yatağın altına fırladı. Bu sefer daha yavaş adımlarla yatağa yaklaştı, kenarından tuttu. Yatağı da çekmeden önce biraz nefeslendi. "Green Mile" da Mr. Jingles'i küçük odada kıstırmaya çalışan gardiyan gibi hisseti kendini bir an. Dizlerinden güç aldı, yatağın tek tarafını havaya kaldırdı ve yatağı odadaki diğer eşyaların yanına, kapının önüne taşıdı. Fare ile tekrar göz göze gelmişlerdi. Bu sefer fan sesine, derin derin alıp verdiği nefesi eşlik ediyordu. Farenin kaçacak bir yeri kalmadığını düşündü, yatağının dayalı olması gerektiği köşede, duvardaki küçük deliği fark edinceye kadar. Siyah, küçük deliğe baktı ve tekrar fareye. İkisi de aynı şeyi düşünüyordu muhtemelen. Sol tarafındaki duvarda asılı duran çift taraflı baltaya baktı. Yıllar önce, Diablo oyununa ilk bağlanmaya başladığı dönemlerde, arkadaşları hediye etmişti. Oyunda kullandığı decapitator baltanın  birebir aynısıydı. Duvarına asarken hep süs kalacağı ve hiç bir zaman oyundaki gibi kullanamayacağı için üzülmüştü. Ama işte kullanabileceği gün gelmişti. Acımasız ve tehlikeli düşmanı karşısında duruyordu. Sol eliyle yavaşça uzanıp aldığı baltanın kahverengi sapını iki eliyle sıkıca kavradı. Baltanın metal kısmı pürüzsüz bir yüzeye sahipti ve göz alıcı bir şekilde parlıyordu. Baltayı yavaşça havaya kaldırıyordu ki, fare deliğinin girişine fırladı. Fare sadece kafası deliğin dışında kalacak şekilde arkasını döndü. Tekrar göz göze geldiler. Baltayı hızla deliğe doğru salladı, havada bir daire çizdi ve tekrar eski konumunda tuttu. Fare hiç hareket etmemiş, herhangi bir korku belirtisi göstermemişti. Fakat biliyordu ki, karanlık, küçük deliğinden dışarıya doğru ufak bir adım atmaya kalkarsa, dev balta kafasını gövdesinden ayıracaktı. Fare geri geri attığı küçük adımlarla deliğine girdi. Elinde balta hareketsizce bir süre baktı deliğe. Düşmanı kaybolmuştu gözden. Canı sıkıldı. Arkasına, eşyalarına baktı. Kapının önü kapanmıştı.

9 Ağustos 2012 Perşembe

YAZARIN YAZILARI DEĞİL, YAZILARIN YAZARI


Yazmaktan hoşlandığını nasıl anlar bir insan bilmiyorum. Ben de nasıl anladığımı hatırlamıyorum. Belki de onu güldürmek için yazdığım iki satırlık yazılarımı beğenmemiş olsa, kalpar tünel sendromuna yakalanacak kadar yazmaya bağlanmazdım. Üzerime geçirdikleri yeşil üniformayla, başka tonda yeşil üniformalı olası "tehlikelere" engel olamam amacı ile çağırdıkları ve bazal metabolizmam ile yaşamayı sürdürdüğüm 6 aylık askerlik görevim sırasında yazdım ilk ufak hikayemi. Bana emanet ettikleri kazan dairesinin, tüm askerlik arkadaşlarımı kıskandıracak sıcak ortamı (sıcak gerçek anlamındadır), ve bana bahşettiği bolca boş zaman, düşünmem için fırsat tanımıştı. Her şey hakkında düşünmeye başlamıştım. Sırtımı dayadığım galvaniz kaplı sıcak kazanı, kazan dairesinin karşısındaki muslukların tepesinde yazan "israf haramdır" yazısını, Gaye'yi, dışarıda beni bekleyenleri, dışarıda beni beklemeyenleri, eski öğrenci evimdeki fareyi, bölüğe yeni gelen komutanı, hayatımda tanıdığım ilk "komutanı", "space oddsey" de yukarıdan düşen taşı, milk kurbağalarını, düşündüm. Aklıma ne gelse uzun uzun düşünüyordum. Kimseyle paylaşmazsan düşünce özgürlüğünün nasıl sınırsız yaşayabildiğini fark ettim, fakat paylaşma isteği kaçınılmazdı. O sıralar aklımdan geçirdiklerimi paylaşmayı tek isteyeceğim kişi Gaye'ydi ve biz sadece günde 15 dakika kontörlü telefonla konuşuyorduk. İşte o zaman yazmaya başladım, nöbetçi subay imza atmaya geldiğinde tükenmemiş olmasını umduğum tükenmez kalemle, 5 cm'e 10 cm ebatlarındaki, siyah parlak kaplı asker cep defterine. Böylece gün boyu kafamda kurduğum dünyaları, hikayeleri Gaye'ye eksiksiz aktarabilecektim.
Nereden bilebilirdim ki o kadar beğeneceğini. 15 dakikalık telefon konuşmalarımız, benim loş telefon kulübesi ışığı altında gözlerimi kısarak küçük defterimden hikayelerimi okumam ve Gaye'nin şaşkınlık belirtisi mırıltıları ve kahkahaları ile geçmeye başlamıştı. O beğendikçe heyecanlanıyor, yeni şeyler yazmak için sabırsızlanıyordum. Tükenmez kalemler tükeniyor, siyah kaplı defterler yatakhane dolabında birikiyordu. Askerliğim tamamlandığında, biteceğini sandığım bir eğlence gibiydi, ama yazdıklarımı okurken Gaye'nin gözlerindeki parlamayı gördükçe tam tersi olmuş , adeta bağımlı hale gelmiştim. Beni mutlu etmek için, kötü de yazsam beğeniyor olma ihtimalini aklıma bile getirmiyordum. Gaye'ye beğendirmek, iyi yazmaktan önemliydi. Sonra bir gün
-"Paylaş" dedi.
-"Paylaşıyorum" dedim
-"Başkalarıyla" dedi.
-"Neden" dedim.
-"Okusunlar" dedi.
Başkaları ile paylaşmamı istemesinin sebebini anlayamamıştım ama beni ikna etmiş ve bir blog sahibi yapmıştı. Başlarda pek bir şey değişmemişti. Gaye'ye yazdıklarımı okuyor, o beğendikçe mutlu oluyor daha sonra da bu yazıları bloğuma aktarıyordum. Sayıları milyonları bulmasa da, başka insanların da okuması hoşuma bile gitmeye başlamıştı. Belki böyle de devam edebilirdi, bir arkadaşım bir hikayemde "kösele" yerine yanlışlıkla "köseli" yazdığımı hatırlatmasa, bir diğeri yazı karakterlerimin gözü yorduğunu söylemese ya da bir diğeri "sistem sistem diyip duruyorsun, yaşadığın hayata bak" diyerek kendime gelmemi sağlamasaydı. Artık Gaye ne kadar beğenirse beğensin hikayemi, diğer okurların yorumları bekler olmuştum. Yeni bir hikayemi bloğa koyduktan sonra dakikalarca bilgisayar başında ilk yorumu bekliyor, sık sık blog istatistiklerini kontrol ediyordum. Bloğun görselliği için diğer blogları araştırmaya başlamıştım. İşte yeniden olmuştu. Sahip olduğum şey, nasıl olduğunu anlamadan bana sahip olmuştu. Artık hikayelerimi paylaştığım bloğa sahip değildim, Blog bana sahipti. Artık kafamı o kadar bloğuma takmıştım ki, gün içinde başka bir şeyi düşünmüyordum. Bloğum dışında her şey aklımdan uçup gidiyordu. Hatta geçenlerde spor arabamın süresi dolan kaskosunu yenilemeyi unuttum. Neyse ki kasko şirketi aradı ve hatırlattı.   

26 Temmuz 2012 Perşembe

ARARSAN BULUR MUSUN?


Buz kesmiş beyaz metalin üzerinde çıplak ayakları ile attığı adımlar ızdıraba dönüşüyor, her adım bir öncekinden kat be kat zor oluyordu. -50 derece hava, hiç bir ter damlasına ufak bir seyahat fırsatı tanımıyor, kristalleştirip cam gibi kırılmalarına sebep oluyordu. Kanadın ucunda, kendisini iki saniyede bir gösteren ve ardından gökyüzünün karanlıklarına gömülen kırmızı ışığa yaklaşıp yaklaşamadığı konusunda karasızdı. Ayaklarının altındaki dev kanat gittikçe daralıyor, kuvvetli rüzgarın da etkisiyle üzerinde durmak daha da zorlaşıyordu. Adımlarının yavaşlamasıyla, kırmızı ışığa ulaşamak konusundaki umutları hızla tükeniyordu.
Hostesin
-"Beyfendi, içecek ne alırsınız?"
sorusu, alnını soğuk uçak camına dayıyarak uykulu gözleri ile izlediği kanadın üzerinde çıktığı hayali yolculuğu yarıda kesmesine sebep oldu. Zifiri karanlığın içerisinde, soğuktan morarmaya başlayan ayakları dışında görebildiği tek şey olan kanadın ucundaki kırmızı ışığa ulaşamak konusundaki başarısızlığı ile çekilmez olan bu hayali yolculuğu sonlandırdığı için teşekkürü hak etmişti hostes.
-"Sadece su" dedi.
Yanındaki iki koltuk da boş olduğundan geniş bir masaj koltuğundaymış gibi yayılmıştı, fakat hostesin uzattığı suyu alıken oturuşunu düzeltme ihtiyacı hissetti.
-"Teşekkürler" dedi ve sudan bir yudum aldı.
Kordiorun diğer tarafındaki 2 çocuklu ailenin, ne içmek istediklerini hostese söylerken bile tüm uçağın ilgisini çekebilecek patırdıyı çıkarma konusundaki başarılarını, hayret, biraz da sinirle izliyordu. Uçağa binmelerinin üzerinden neredeyse 3 saat geçmiş, ama yan taraftaki aile, birbirleri ile yaptıkları konuşmalarda bir an olsun heyecanı kaybetmemişlerdi. An oluyor kız babaya hızlı hızlı bir şeyler anlatıyor, an oluyor anne çocuklara hayatın sırrını veriyormuşcasına takındığı tavırıyla nasiyatlar saydırıyordu. Sadece dizi filmlerde varolabileceklerine inandığı mutlu aile portresinin neden canını sıktığı konusunda kendisine karşı eskisinden daha dürüsttü. Artık biliyordu, canını sıkanın aslında çocuk gürültüsü ya da ebebevyn otoritesi olmadığını. Onu sinirlendiren şey, hiçbir zaman mutlu olan, hatta mutlu gözüken bir ailenin üyesi olamamış olmaktı. Hiç bir zaman annesi, babası, hatta aralarında sadece üç yaş olan abisi ile bir bağ kuramamıştı. İyi ya da kötü hiç bir ilişkisi, bir paylaşımı olamamıştı ailesiyle. Bunun sonucu ise güneş almayan küçük, karanlık, rutubetli odasında yalnızlıklarla geçen çocukluk ve gençlik yılları olmuştu. Ailesinin de katkısıyla daha çocukken kemiklerine kadar işlemişti yalnızlık hissi. En sevdiği çizgi film sahnesinin, yıllarca red kit ismiyle bildiği kovboy Lucky Luke'un ufuk çizgisinde batmakta olan dev güneşe doğru "poor lonesome cowboy" şarkısı eşliğinde tek başına at sürdüğü final sahnesi olmasının sebebi, kendi gibi yalnız birilerini görmek isteğiydi belki de. Başından geçen o kadar maceredan sonra her bölümün sonunda Lucky Luke'un yalnız kalışını izleyişi rahatlatıyordu onu, taki Jolly Jumper gibi atı olan bir kovboyun, kendisinin yaşadığı yalnızlığa yaklaşamadığını farkedene kadar. Jolly Jumper'ın varlığının onu rahatsız etmeye başlamasından sonra, okulda, sokakta, televizyonda, heryerde aramaya başladı kendisi gibi yalnız birilerini. Çok sevdiği "Oldboy" filminde yalnızlıktan heryerde karıncalar görmeye başlayan Mi-Do karakteri aradığı karaktere en çok yaklaşandı, ama onun kadar yalnız değildi. Çocukluğunda başlayan bu yalnızlık, yakasını hayatı boyunca hiç bırakmamıştı. Evde yalnızdı, sokakta, okulda yalnızdı. Tercih etmeyen bir insan için yalnızlığın bir insanın başına gelebilcek en ciddi hastalık olduğunu düşünüyordu. Yalnız bir adamın hayatını etkileyen bir hastalığı yoktu aslında, hayatı bir hastalıktı. Üniversite yıllarında yalnızlığı değişmemiş ama aradığı şey değişmeye başlamıştı. Artık, öc alan bir adamın yaşayacağı hazı verecek olan, kendi gibi yalnız adam bulma çabasını bir yana bırakmış, yalnızlığını ortadan kaldıracak birileri aramaya başlamıştı. Bir sevgili olabilir, bir arkadaş olabilirdi bu aradığı kişi. Üniversitede okuduğu Havacılık ve Uzay mühendisliği bölümünün ilk senesinde yaşadığı 15 günlük ilişkisi, hayatında yalnız kalmadığı tek iki haftayı yaşatmıştı ona. Şu anda muhtemelen ismini bile hatırlamayan ilk ve tek sevgilisiydi. Bu kısa ilişki, sonlanmasıyla birlikte yalnızlığı daha da derin hissetmesinden başka bir işe yaramamıştı. Yalnızlığı o ilişkiden sonra gittikçe derinleşti, kendisini İstanbul'dan belkide yıllarca uzak tutcak seyahate çıkaran San Francisco uçağına binmeden önce, hava alanına kimseyi getirmeyecek kadar derinleşmişti. Amerika'da Mountain Wiev kentine yerleşmişti iki ay önce ve neyi kaldıysa almaya gelmişti İstanbul'da. Aradığını bulamayacağını anladığında, en azından bu dünyada bulamayacağını anladığında başvurmuştu SETI enstütüsüne ve kabul edilmişti. Artık planı, ömrünü uzaya radyo dalgaları yollayarak geçirmek ve evrende biyerlerde yalnızlığını paylaşabileceği birilerini bulmaktı. Bulur muydu bilmiyordu aradığını, ama vazgeçmeyecekti aramaktan.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

MERKEZE YAKIN NEZİH SİTE


Kendisini dışarı attığında, yağmurun serinlettiği hava çarptı yüzüne ve sinirden kızaran kulakları bir nebze de olsa alışıldık rengine yaklaştı. Apartman bahçesinin demir kapısını zorlukla açtı. Karşısında 2 kilometre boyunca uzanan sokağa baktı. Yağmur havayı serinletmenin yanında, sokağı da boşaltmıştı. Biraz önce emlakçının suratına saymak istediği tüm lafları, boş sokağa haykırmak geçti içinden. Yumruğunu sıktı, yutkundu ve hızlı bir şekilde yürümeye başladı boş sokakta. Taksi durağına giden yolun tam tersi istikamette yürüyordu. Son anda yaşanan sıkıntı olmasa yerleşeceği site, taksi durağının hemen yanındaydı ve şu anda siteden herhangi biriyle karşılaşmak isteyeceği son şeydi. Emlakçı karşısında koruduğu sakin tavrı, site sakinleri karşısında koruma konusunda başarılı olamayacağından emindi. Hava güzel olduğu için evden çıkarken tercih ettiği açık topuklu ayakkabıları, ıslak sokakta ayaklarını kuru tutma konusunda pek de başarılı değildi. Kutulanmış bir ev dolusu eşya ile ne yapacağı sorusu kafasını kurcalarken, ıslak ayaklar canını sıkmayı becerememişti. Haftanın başında gezmişti ve çok beğenmişti siteyi. Tek başına yaşayan bir kadın olması ev sahibinin de hoşuna gitmiş, bekar erkeğe ev vermeyeceği konusunda uzun konuşmalar yapmıştı kendisine. Ev sahibini ve site sakinlerini gördüğünde, mesleği ile ilgili yalan kaçınılmaz olmuştu onun için. Bir turizm acentesinde çalıştığı yalanı, mesleği sorulana kadar aklına bile gelmemişti. Bu yalanın da ömrü sadece bir hafta oldu. Sokağın sonuna gelip, şuursuzca sağa döndüğünde, aklına düştü gerçek mesleğini nasıl öğrendikleri. Bunun kesin cevabını hiç bir zaman öğrenemeyecek olsa da, sadece iki-üç pavyon olan bir şehirde yaşayan bir pavyon şarkıcısı olarak gerçek mesleğinin gizli kalabileceğini düşünmenin kendi saflığı olduğunun farkındaydı. Bu kısa ve hızlı yürüyüş biraz sakinleşmesini sağlamış, emlakçının site sakinlerinin bir pavyon şarkıcısını komşuları olmasını istemedikleri konusunda anlattıklarına hak bile vermeye başlamıştı. "Ahlak" kurallarını doyasıya uygulayarak, güzel aile hayatlarını sürdürdükleri yaşantılarını bozacak hiçbir şeyin, güvenlik görevlilerini 24 saat diktikleri site kapsından içeri girmesini istememeleri en doğal haklarıydı. Site sakini ailele babalarının evlerine geç gittikleri akşamlar, onun çalıştığı pavyona eğlenmek için uğruyor olma ihtimalleri, bu haklarını ellerinden almıyordu. O sitedeki babalarla, pavyondaki adamlar aynı kişiler değildi. Pavyonun en karanlık köşesine takım elbiselerinin kravatlarını gevşeterek oturup, terle ve buzlu viski bardaklarının soğukluğuyla ıslanan avuç içlerini, onun göğüs ve kalçalarında dolaştırma hevesiyle, şarkı sonunda masalarına davet eden adamlar değillerdi, o sitedeki aile babaları. O babalar sitedeyken terli olmadıklarından mı, viski içmiş olmadıklarından mı ya da sırf kravatlarını gevşetmiş olmadıklarından mı, bilmiyordu ama masalarına oturtup öpüp okşamak istedikleri kadını, kapı komşusu olarak görmek istememişlerdi. Ama kızamıyordu onlara. Onun kızdıkları o ailelerin anneleriydi. Sabah da, akşam da aynı kişi olan, babaların "küçük" pavyon kaçamaklarından haberdar olup göz yuman, erkek çocuklarının  ahlaklarını evlenip kaçamak yapmayı kendilerine hak görene kadar korumayı görev bilmiş annelere kızıyordu.  

2 Mayıs 2012 Çarşamba

HAYAT DERSİ


Zorlukla açtığım gözlerimle, biraz önce hızla karıştırdığım çay bardağının içerisinde, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ve inatla daireler çizerek birbirlerini kovalayan çay tanelerini izliyordum. Çay tanelerinin bir sonuca ulaşamayacaklarını anlayarak yavaşlamaları ile benim onları izleyerek uykumun açılmayacağını anlamam bir oldu ve gözümü geniş mutfak masasının diğer oyuncularına doğru çevirdim. Her sabah sadece beyaz peynir ile kahvaltı yapmama rağmen annem masayı yine çeşit çeşit reçellerle donatmıştı. O gün olduğu gibi, okulumun deneme sınavının olduğu günlerin sabahında, annemin reçel yemem için ayrı bir çabası oluyordu. Ağzıma yarım dilim ekmekle birlikte bir lokmalık beyaz peyniri attım ve çok fazla çiğnemeden yuttum.
-“Reçel de ye” dedi annem kendisine çay koyarken.
-“Hı hı” dedim.
Beklendik ve alışıldık repliğiyle annem ilgimi çekmeyi başaramamıştı. Peynir, ekmek, çay üçlüsüyle kahvaltı keyfime devam ediyordum. Deneme sınavı için cumartesi sabahının erken saatlerinde uyandırılan lise son öğrencisi bir genç, kahvaltısını ne kadar keyifle yapabilirse o kadar keyifli yapıyordum kahvaltıyı. Erken kalkmaları ve erken kaldırmalarıyla ünlü babam bile uyanmamıştı henüz. Babamın evi ziyaret ettiği hafta sonlarından biriydi. Yaklaşık 6 ay önce emekli olan ve Bursa’da çalışmaya başlayan babam, eve iki haftada bir geliyordu. Bense sert otoritenin bulunmadığı bir ortamda öss’ye hazırlık senemi geçiriyordum.
Biraz önce annem alışıldık repliğiyle dikkatimi çekememişti ama yutkunmamı yüz metre ileriden duyulur hale getirecek kadar içime korku salan repliğiyle dikkatimi çekmeyi başardı;
-“Sen arabayı sürdün mü hiç?”
Belli ki babam şehir dışındayken arkadaşlarla gezmek için kaçırdığım arabayla yaptığım kaza sonucu, arabanın çamurluğunda oluşan çöküğü bir şekilde fark etmişlerdi. Yan şeritteki arabaya çarptıktan sonra ehliyetim olmadığı için olay yerinden hızla kaçarken başka bir kaza yapmamış olmam büyük şanstı. Annemin ne kadar bilgiye sahip olduğunu bilmiyordum. Hızlı düşünmeli ve bu olaydan en az hasarla çıkacak yolu izlemeliydim. Aslında çamurlukta oluşan çöküğün fark edileceğini zaten tahmin ediyordum, ama bu benim arabayı kaçırdığımı ispatlamalarına yetmezdi.
-“Hayır” derken sesimin titremesini engellemek için ciddi bir çaba sarf etmek zorunda kaldım.
Annem hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Göz göze gelmemeye çalışıyordum. Hiçbir şeyden habersiz olma rolümü çok iyi oynuyordum, ta ki reçel tabağına uzanana kadar.
-“Reçel mi yiyeceksin?” diye sorduğunda annemin sesindeki alaycı tonu yakalamıştım.
Küçük ekmek parçasının üzerine orantısız sürdüğüm reçel yavaş yavaş parmaklarıma doğru akmaya başlamıştı.
-“İyi olur sınavdan önce” diye karşılık verdim.
Performansım anca şehirler arası yolcu otobüslerinde verilen ikinci sınıf Hollywood filmlerinde rol sağlayabilirdi bana.
-“Muttalip köprüsünden de mi geçmedin hiç arabayla?”  diye sorduğunda artık sesindeki alaycı ton yerini zaferi kazandığını gösteren gururlu ses tonuna bırakmıştı.
Muttalip köprüsü tam kazayı yaptığım yerdi. Plakamı okumalarını engelleyecek kadar hızlı kaçamadığım ortadaydı.
-“Nereden öğrendin?” sorusunu af diler gibi sordum.
-“Plakayı almışlar, babanı aramışlar.” dedi.
Araba muhabbeti başladığından beri tamamen unutmuştum babamı. O an şehir dışında olmayan, birazdan uyanacak olan, sabah kalktığında hiçbir şey yokken bile sinirli olan babamı nasıl unutmuştum. İçimde hissettiğim korku vücuduma neler yaptırıyordu bilmiyordum ama korkumu annem de hemen fark etti. Biraz önce yüzünde beliren zafer kazanmış ifadesi kaybolmuş ve sanırım benim için endişelenmeye başlamıştı. O sırada içeride açılan kapının sesini duydum. Annem de ben de susmuştuk. Babamın ayak seslerini rahatlıkla duyuyordum. Yüzünü yıkarken duyduğum bir iki öksürükle boğazını temizlemeye çalıştı. Sanırım konuşacakları vardı. Su sesi kesildikten sonra mutfağa yaklaşan adımlarının seslerini dinlemeye başladım yeniden. Kurbanlık koyun gibi hissetmeye başlamıştım. Annemse iki gün içerisinde koyunla arkadaş olmayı başaran ve koyunun kesilmesini istemeyen evin küçük kızı gibi üzgün ve çaresiz bir ifadeyle bakıyordu gözlerimin içine. Doğrusunu söylemek gerekirse kurbanlık koyunun hissettikleri değildi tam olarak hissettiklerim. Koyun başına gelecekleri çok net biliyordu çünkü. Ben daha çok mahşer alanına suçu işlemiş olarak gelen ve birazdan tanrı tarafından sorgulanacak kişi gibiydim. Otoritesiyle, sertliğiyle, yasaklarıyla, izinleriyle, cezalarıyla, gücüyle, babanın çocuk için tanrı modeli olması fikri her zaman kabul ettiğim bir teoriydi. Küçüklüğümden beri tanrı dendiğinde aklımda oluşan görüntünün lacivert bir şeylere sarılmış şekilde gökyüzünde uzanan bir varlık olması, tanrı modelimin babam olması fikrinin en basit kanıtıydı. Babam her akşam işten geldiğinde, akşam yemeği hazırlanana kadar oturma odasında 1 saat kadar uzanır ve uyuklardı. Bu şekerlemeleri sırasında da bekarlık zamanlarından kalan, çok sevdiği lacivert battaniyesine sarınırdı. O an başka bir şeyi duymamı engelleyen ve babamı mutfağa getiren her adım, onu kafamdaki tanrı karakterine daha da yaklaştırıyordu. O sırada tekrar anneme baktım. Peki onun rolü neydi? İşte ona karar veremiyordum. Tanrı insanları kurallara boğarken, korkuturken, cezalandırırken, onlar için endişelenen, onları koruyan kimdi? Galiba insanın böyle bir karaktere olan ihtiyacı atlanmıştı. Annemin oynadığı rolü düşünürken babam belirdi mutfak kapısında. Masaya oturmadan ayakta dikiliyordu. Birbirimize bakıyorduk. Annemse hala bana bakıyordu. Galiba babam yüzümün renginden, annemin konuyu açtığını anlamıştı. Dişlerimi o kadar sıkmıştım ki, sorgulama başlasa cevap vermek için ağzımı bile açamayacakmış gibiydim.
-“Bu haltı yiyeceğin belliydi, neyse ucuz atlattın” dedi ve masaya oturdu babam.
Şaşırmıştım. Çok sevdiği arabasını ehliyetsiz kaçırmış, kaza yapmıştım ama o kızmamış, soru sormamış, cezalandırmamıştı. Çenem yavaş yavaş çözülmeye başladığında, "“affedicidir” dedikleri bu galiba" diye geçirdim içimden. Evde bu konu bir daha hiç konuşulmadı.
O gün, bana göre babam, bir babanın çocuğuna verebileceği en iyi hayat dersini vermişti; “bazı haltları yiyeceksin, ucuz atlatırsan ne ala”, ya da ben işime geldiği gibi anlamıştım.