Bu Blogda Ara

26 Temmuz 2012 Perşembe

ARARSAN BULUR MUSUN?


Buz kesmiş beyaz metalin üzerinde çıplak ayakları ile attığı adımlar ızdıraba dönüşüyor, her adım bir öncekinden kat be kat zor oluyordu. -50 derece hava, hiç bir ter damlasına ufak bir seyahat fırsatı tanımıyor, kristalleştirip cam gibi kırılmalarına sebep oluyordu. Kanadın ucunda, kendisini iki saniyede bir gösteren ve ardından gökyüzünün karanlıklarına gömülen kırmızı ışığa yaklaşıp yaklaşamadığı konusunda karasızdı. Ayaklarının altındaki dev kanat gittikçe daralıyor, kuvvetli rüzgarın da etkisiyle üzerinde durmak daha da zorlaşıyordu. Adımlarının yavaşlamasıyla, kırmızı ışığa ulaşamak konusundaki umutları hızla tükeniyordu.
Hostesin
-"Beyfendi, içecek ne alırsınız?"
sorusu, alnını soğuk uçak camına dayıyarak uykulu gözleri ile izlediği kanadın üzerinde çıktığı hayali yolculuğu yarıda kesmesine sebep oldu. Zifiri karanlığın içerisinde, soğuktan morarmaya başlayan ayakları dışında görebildiği tek şey olan kanadın ucundaki kırmızı ışığa ulaşamak konusundaki başarısızlığı ile çekilmez olan bu hayali yolculuğu sonlandırdığı için teşekkürü hak etmişti hostes.
-"Sadece su" dedi.
Yanındaki iki koltuk da boş olduğundan geniş bir masaj koltuğundaymış gibi yayılmıştı, fakat hostesin uzattığı suyu alıken oturuşunu düzeltme ihtiyacı hissetti.
-"Teşekkürler" dedi ve sudan bir yudum aldı.
Kordiorun diğer tarafındaki 2 çocuklu ailenin, ne içmek istediklerini hostese söylerken bile tüm uçağın ilgisini çekebilecek patırdıyı çıkarma konusundaki başarılarını, hayret, biraz da sinirle izliyordu. Uçağa binmelerinin üzerinden neredeyse 3 saat geçmiş, ama yan taraftaki aile, birbirleri ile yaptıkları konuşmalarda bir an olsun heyecanı kaybetmemişlerdi. An oluyor kız babaya hızlı hızlı bir şeyler anlatıyor, an oluyor anne çocuklara hayatın sırrını veriyormuşcasına takındığı tavırıyla nasiyatlar saydırıyordu. Sadece dizi filmlerde varolabileceklerine inandığı mutlu aile portresinin neden canını sıktığı konusunda kendisine karşı eskisinden daha dürüsttü. Artık biliyordu, canını sıkanın aslında çocuk gürültüsü ya da ebebevyn otoritesi olmadığını. Onu sinirlendiren şey, hiçbir zaman mutlu olan, hatta mutlu gözüken bir ailenin üyesi olamamış olmaktı. Hiç bir zaman annesi, babası, hatta aralarında sadece üç yaş olan abisi ile bir bağ kuramamıştı. İyi ya da kötü hiç bir ilişkisi, bir paylaşımı olamamıştı ailesiyle. Bunun sonucu ise güneş almayan küçük, karanlık, rutubetli odasında yalnızlıklarla geçen çocukluk ve gençlik yılları olmuştu. Ailesinin de katkısıyla daha çocukken kemiklerine kadar işlemişti yalnızlık hissi. En sevdiği çizgi film sahnesinin, yıllarca red kit ismiyle bildiği kovboy Lucky Luke'un ufuk çizgisinde batmakta olan dev güneşe doğru "poor lonesome cowboy" şarkısı eşliğinde tek başına at sürdüğü final sahnesi olmasının sebebi, kendi gibi yalnız birilerini görmek isteğiydi belki de. Başından geçen o kadar maceredan sonra her bölümün sonunda Lucky Luke'un yalnız kalışını izleyişi rahatlatıyordu onu, taki Jolly Jumper gibi atı olan bir kovboyun, kendisinin yaşadığı yalnızlığa yaklaşamadığını farkedene kadar. Jolly Jumper'ın varlığının onu rahatsız etmeye başlamasından sonra, okulda, sokakta, televizyonda, heryerde aramaya başladı kendisi gibi yalnız birilerini. Çok sevdiği "Oldboy" filminde yalnızlıktan heryerde karıncalar görmeye başlayan Mi-Do karakteri aradığı karaktere en çok yaklaşandı, ama onun kadar yalnız değildi. Çocukluğunda başlayan bu yalnızlık, yakasını hayatı boyunca hiç bırakmamıştı. Evde yalnızdı, sokakta, okulda yalnızdı. Tercih etmeyen bir insan için yalnızlığın bir insanın başına gelebilcek en ciddi hastalık olduğunu düşünüyordu. Yalnız bir adamın hayatını etkileyen bir hastalığı yoktu aslında, hayatı bir hastalıktı. Üniversite yıllarında yalnızlığı değişmemiş ama aradığı şey değişmeye başlamıştı. Artık, öc alan bir adamın yaşayacağı hazı verecek olan, kendi gibi yalnız adam bulma çabasını bir yana bırakmış, yalnızlığını ortadan kaldıracak birileri aramaya başlamıştı. Bir sevgili olabilir, bir arkadaş olabilirdi bu aradığı kişi. Üniversitede okuduğu Havacılık ve Uzay mühendisliği bölümünün ilk senesinde yaşadığı 15 günlük ilişkisi, hayatında yalnız kalmadığı tek iki haftayı yaşatmıştı ona. Şu anda muhtemelen ismini bile hatırlamayan ilk ve tek sevgilisiydi. Bu kısa ilişki, sonlanmasıyla birlikte yalnızlığı daha da derin hissetmesinden başka bir işe yaramamıştı. Yalnızlığı o ilişkiden sonra gittikçe derinleşti, kendisini İstanbul'dan belkide yıllarca uzak tutcak seyahate çıkaran San Francisco uçağına binmeden önce, hava alanına kimseyi getirmeyecek kadar derinleşmişti. Amerika'da Mountain Wiev kentine yerleşmişti iki ay önce ve neyi kaldıysa almaya gelmişti İstanbul'da. Aradığını bulamayacağını anladığında, en azından bu dünyada bulamayacağını anladığında başvurmuştu SETI enstütüsüne ve kabul edilmişti. Artık planı, ömrünü uzaya radyo dalgaları yollayarak geçirmek ve evrende biyerlerde yalnızlığını paylaşabileceği birilerini bulmaktı. Bulur muydu bilmiyordu aradığını, ama vazgeçmeyecekti aramaktan.