Bu Blogda Ara

22 Aralık 2011 Perşembe

SARHOŞ


Gözlerimi kapalı mı yoksa açık mı tutmam gerektiğine karar veremiyordum. İki türlü de başımın dönmesini engelleyemiyordum. Gözlerimi açtığımda sabit bir noktaya odaklanmaya çalışıyordum ama dünya etrafımda öyle hızlı dönüyordu ki, sabit bir nokta denk getiremiyordum bile. 10 saniyede bir midem ağzıma kadar geliyordu. Midem bu işkenceye ne kadar dayanabilir bilemiyordum. O gün, ne kadar içmiştim hatırlamıyordum, daha doğrusu hangisinden ne kadar içtiğimi hatırlamıyordum. Dünya bu hızla etrafımda dönmeye, karşıdaki ışıklar bu hızla aşağı yukarı hareketine devam eder ve midem 10 saniyede bir yukarı çıkma çabasını bırakmazsa, o gün ne içtiğimin, ne kadar içtiğimin bir önemi kalmayacaktı, çünkü içtiğim hatta yediğim her şeyi çıkaracaktım. Çok defa sarhoş olmuş, çok defa kusmuş, çok defa uyandığımda hatırlamadığım bir köşede sızmıştım ama hiçbir sarhoşluğumda o günkü kadar berbat hissetmemiştim. Darmadağındım. Yanımdaki arkadaşım “iyi misin abi, sapsarı oldun” diyor pis pis sırıtıyordu. Cevap vermek için ağzımı açmaya korkuyordum. Yüksek sesle çalan iğrenç Serdar Ortaç şarkısının, durumumun fenalaşmasındaki katkısı yadsınamazdı. Işık hareketlerinden kurtulmak için gözlerimi kapattım. Ellerimi yavaş hareketlerle kulaklarıma götürdüm ve Serdar Ortaç’tan da kurtuldum. Artık tek yapmam gereken 10 saniyelik periyotu hiç değişmeyen mide hareketlerimi bastırmaktı. Mideme odaklanmaya çalışırken, birden baş dönmem ve mide hareketlerim azalmaya başladı ve daha sonra gondolun süresi doldu. Gondoldan indikten birkaç dakika sonra hiçbir sıkıntım kalmamıştı. Lunaparktan çıktık ve bir şeyler içmeye gittik.

24 Kasım 2011 Perşembe

KAPİTALİZMİ KETÇAPSIZ SEVERİM


Mutfak perdesinin arasından sızan güneş gözümü yeterince açmamı engelliyordu. Oturduğum yerde bile terlerken 2 saattir sokakta nasıl top oynadığıma şaşırıyordum. Tabi ki şaşırdığımla kalıyordum, çünkü yeni kadrolara karar verilmişti ve yeni maç en fazla 20 dakika içerisinde başlayacaktı. İki maç arasındaki aranın sebebi ise, anlaşmışlar gibi iki dakika ara ile balkonlardan “hadi gel, öğle yemeğini ye, sonra çıkarsın” diye bağıran annelerimiz olmuştu. Yaz tatilindeki 11-12 yaşlarında bir erkek çocuğunu, top oynamayı yarıda keserek öğle yemeği için eve çekebilecek çok az seçenek vardı, hatta o sıralar tek seçenek; patates kızartması. Ama anneler yerlerinde saymıyor kendilerini geliştiriyorlardı. Artık yeni bir silahları vardı. Sadece Ankara’daki akrabayı ziyarete gittiğimizde Kızılay’dan geçerken gördüğümüz mcDonalds’sın hayatımıza sokmaya çalıştığı hamburger. Annem bana karşı o öğle yemeğinde bu yeni silahını kullanacaktı. “mcDonalds’taki gibi olacak” demişti. Ufak bir sıkıntımız vardı ben mcDonalds’taki hamburgerin tadı nasıldı bilmiyordum, sadece şeklini bilirdim. “Neyse” dedim "şekli tutsun yeter". Lojmanın kantininden alınmış, ağzına attığın anda dağılan, yapıldığı anda bayat olan yuvarlak sandviç ekmeğinin arasına yerleştirilmiş köfteyi koydu annem önüme. Köfteyi öyle hamburger köftesi gibi zannetmeyin, annemin yıllardır yedirdiği kuru köfte işkence ve baskılarla biraz daha ince ve yayvan hale getirilmişti o kadar. Gülen bir yüzle “hadi ye bakalım” dedi ve uzaklaşmaya başladı. Hamburgeri tuttum. Görüntü hiç beklediğim gibi değildi. Hemen bir ısırık aldım. Bayat sandviç ekmeğine yayvan kuru köfte eşlik ediyordu o kadar. Annemin arkasından baktım. Bu hamburgerle mcDonalds’a yani kapitalizme savaş mı açmış oluyordu, yoksa ev yemeklerinden hatta patates kızartmasından vazgeçerek mcDonalds’takine benzer hamburger yapmaya çalışarak mcDonalds’a yani kapitalizme yenildiğini daha baştan mı kabul ediyordu bilemedim. Mutfaktan çıkmadan arkasını döndü ve fidan marka ketçapı göstererek “ketçap ister misin?” diye sordu. “Hayır” dedim. 

13 Kasım 2011 Pazar

PLONJÖR

Bu sefer benden bir hikaye değil, sevdiğim bir kitaptan, sevdiğim küçük bir hikaye geliyor. George ORWELL’ın “Paris ve Londra’da Beş Parasız” kitabında Paris’deki plonjörlerin hayatını bize özetlediği hikaye. Plonjör’ün sözlük anlamı bulaşıkçı aslında, ama anladığımız kadarıyla bu plonjörler, otel ve restoranlarda bulaşık yıkamanın yanında, kimsenin yapmak istemediği tüm işlere koşturan, statü ve gelir olarak aşçı ve garsonların çok altında olan şahsiyetler. Yazar plonjörlerin hayatını özetleyen bu hikayeyi, kendisinin de Boris adlı rus arkadaşı ile Paris’te bir otelde plonjör olarak çalıştıkları dönemi anlatırken araya sıkıştırıyor. Buyrun  burdan;



“İki haftada plonjörlerin gündelik yaşantısına öyle alışmıştım ki, bunun dışında herhangi bir şeyi gözümde zor canlandırabiliyordum. Pek değişikliği olmayan bir yaşamdı. Altıya çeyrek kala yataktan fırlayıp yağdan sertleşmiş giysileri sırtınıza geçirirsiniz. Yıkanmamış bir yüz ve direnen, size karşı koyan kaslarınızla dışarı fırlarsınız. Alaca karanlıktır. İşçi kahveleri dışında, ışıklı pencere görülmez. Gökyüzü, üzerine siyah kağıttan çatı ve kule resimleri yaptırılmış koyu mavi geniş ve düz bir duvara benzer. Uykusunu alamamış çöpçüler, üç metre boyunda süpürgeleriyle kaldırımları süpürürler. Üstü başı partal bir takım ailecek çöpleri karıştırırlar. İşçiler ve bir elinde bi çubuk çikolata, ötekinde bir croissant (açma hamurundan ay biçimi çörek, kruasan) olan genç kızlar metro istasyonuna akarlar. Kasvetli tramvaylar gürültüyle geçip gider, onlar da işçi doludur. Acele acele durağa koşarsınız,  bir yer bulmak için savaşırsınız. – Sabahın altısında Paris metrosunda yer bulmak için insanın gerçek bir savaşım vermesi gerekir. – Sarıla sarıla giden yolcu yığını içine tıkıştırılırsınız, ekşimsi şarap ve sarımsak kokan korkutucu bir Fransız suratı burnunuzun dibindedir. Sonra, otelin bodrum katındaki labirente iner, saat ikiye kadar gün ışığı neymiş, unutursunuz. Bu sırada dışarıda insanı ısıtan bir güneş vardır ve kent insanlarla, arabalarla doludur.
Oteldeki ilk haftamdan sonra, öğleden sonra molasını hep ya uyuyarak ya da, param varsa, bir bistroda geçirdim. Dershanede İngilizce dersine giden birkaç hırslı garson dışında, bütün personel boş zamanını böyle ziyan ederdi. Sabahın o didinmesinden sonra, insanda daha iyi bir şey yapacak hal kalmazdı. Bazen, beş altı plonjör, birlikte bir alem yapmaya karar verirler ve Sieyes Sokağı’ndaki iğrenç bir geneleve giderlerdi. Vizitye topu topu beş frank yirmi beş santimdi. Yani on buçuk peni. Geneleve le prix fixe (sabit fiyat, tek fiyat. Bir zamanlar çeşitli mallar satan büyük mağazalar için kullanılmış bir ad) diye ad takmışlardı. Orada başlarından geçenleri büyük bir eğlence gibi anlatırlardı. Plonjörlerin eline geçen, evlenmelerine olanak verecek bir para değildi. Elbette, bodrum katındaki çalışma da, ince duygular geliştirecek türden değildi.
Plonjör, bir dört saat daha bodrum katında kaldıktan sonra, ter içinde, sokağın serinliğine çıkar. Sokak lambaları, Paris’in o garip bir erguvan pırıltısı veren lambaları yanmıştır. Irmağın ötesinde Eiffel Kulesi tepeden tırnağa, kocaman ateşten sürüngenler gibi yılankavi ışıklı ilanlarla parıldar. Araba selleri, bir o yöne bir bu yöne sessizce akar, kısık ışıkta nefis görünümlü kadınlar kemerlerin altında bir aşağı bir yukarı gezinirler. Bazen bir kadın Boris’e ya da bana şöyle bir göz attığı, yağlı giysilerimizi fark edince hemen başlarını çevirdiği olurdu. Metroda bir savaş daha vermek zorunda kalır, kaldığımız yere saat onda ulaşırdık. Genellikle saat onla gece yarısı arasındaki vakit, bizim sokakta, Arap gemicilerin gittiği bir bodrum katı bistroda geçirirdim. Kavga dövüş çıkan kötü bir yerdi. Bazen havada şişelerin savrulduğunu görürdüm. Bir kez korkmuştum. Fakat genellikle araplar kendi aralarında dövüşür, hrıstiyanları kendi hallerine bırakırlardı. Arap içkisi rakı çok ucuzdu; bistro da hiç kapanmazdı, çünkü araplar, talihli herifler, bütün gün çalışıp bütün gece de içebilirlerdi.
Bu, tipik bir plonjör yaşamıydı. O vakitler kötü bir yaşam gibi gelmiyordu. Yoksulluğumu hissetmezdim. Çünkü kiramı ödedikten, tütün, yol parası ve Pazar gününün yiyeceği çıktıktan sonra elime içki için günde dört frank kalıyordu. Dört frank da servet demekti. Bir çeşit – anlatması zor – yoğun bir doyum içindeydim. Onca yalınlaşmış bir yaşamda iyi beslenen bir hayvanın duyabileceği doyum. Yalın diyorum, çünkü hiçbir şey bir plonjörün yaşamından daha yalın olamaz. Plonjör dış dünyanın pek bilincinde olmadan, bir şey düşünmeye vakit bulamadan, işle uyku arasında bir gidip gelme içinde yaşar. Onun Paris’i otel, metro, birkaç bistro ve yatağına indirgenmiştir. Gezmeye çıkıyorsa, bu, birkaç sokak öteye gidiyor demektir. Dizlerine oturttuğu bir hizmetçi kız vardır; kız bu arada istiridye yiyip bira içiyordur. Plonjör izin gününde öğleye kadar yataktan çıkmaz, sonra temiz bir gömlek giyip zar atmaya gider, bir kadeh içkisine oynayacaklardır. Öğleden sonra yine yatağına döner. İş, içki ve uykudan başka hiçbir şey onun gözünde tam bir gerçeklik taşımaz. Bu üçünün arasında da en önemlisi, uykudur.
Bir gece, gece yarısından az sonra, tam benim penceremin altında bir cinayet işlenmişti. Korku dolu bir feryatla uyanmış, pencereye gidince, aşağıda, taşların üzerinde boylu boyunca yatan bir adam görmüştüm.  Sokağın ucuna doğru uzaklaşan katilleri seçebiliyorum. Üç kişiydiler. Bir kaçımız aşağı inip bakmış, adamın basbayağı ölmüş olduğunu anlamıştık. Kafatası bir kurşun boruyla yarılmıştı. Kanın rengini unutamadım. Garip bir kızıllığı vardı. Şarap gibi. O günün akşamı işten döndüğümde, kan hala kaldırım taşlarının üzerindeydi. Dediklerine göre, kilometrelerce uzaktan okul çocukları buna bakmaya gelmişler. Fakat, şimdi bu olay belleğimde canlanırken bendeki en çarpıcı anı, cinayetten üç dakika sonra yatağa girip uykuya dalmış olmam. Sokağa çıkanların çoğu aynı durumdaydı.  Yaptığımız şey, sadece adamın işinin bittiğini gözlemlemek, arkasından hemen geri dönmek olmuştu. Bizler, çalışan insanlardık ve bir cinayetle uğraşacağım diye uyku savurganlığı yapmanın alemi yoktu. “



Evet, sizinle paylaştığım bu George ORWELL hikayesini okuduğumda (hikayede anlatılana göre biraz daha süslü olması detayını göz ardı edersek) plonjör hayatı yaşadığımız fikrine kapıldım. Siz ne dersiniz?

25 Ekim 2011 Salı

KARA CEHENNEM


Hafif nemli çimenlerin üzerine uzanmış güneşin yükselişini izliyordu. Çimenler o kadar rahattı ki, yatağındaymış gibi bir sağa bir sola dönüp duruyordu. Her dönüşünde güneşi biraz daha yükselmiş buluyordu. Çimlerde yuvarlanarak güneşi izlemeyi kaç saat yaptı bilmiyordu ama, güneş tepeye yaklaştığında artık uykulu hali kalmamıştı. Sırtından kütürdeme sesleri gelerek doğruldu. Uykulu hali geçmişti ama ilk doğrulduğunda ağzının kenarından akıp yere damlayan salyasına engel olamadı. Biraz yalanım yutkundu. Canı sıkılmıştı ve biraz gezinmek istedi. Ne tarafa doğru gitseydi acaba. Adapazarı’na doğru mu yoksa Hendek’e doğru mu? Hangisine daha yakın olduğunu kestirmeye çalıştı. Aslında yürüyerek gideceği için ikisi de çok uzaktı. Önce sağına Adapazarı yönüne, sonra soluna Hendek yönüne baktı. Boynunu iki yana hızla salladı. Biraz önce çimenlerin üzerinden kalkarken sırtından gelen sese benzer bir ses boynundan da geldi. Gereğinden fazla çimenlerde uzandığını anlamıştı. Her yeri kütürdüyordu. Tekrar ne tarafa gideceğini düşündü ve sağa dönerek Adapazarı’na doğru yürümeye başladı. Susamıştı. Tekrar yalandı. O sırada hayatında en çok nefret ettiği ses kulağını tırmaladı. Adapazarı – Hendek arasındaki E5 karayolundan hızla geçen kamyonun sesi. Bu sesten nefret ettiği kadar hiçbir şeyden nefret etmiyordu. Aslında kamyonlara değildi nefreti. Kamyonları buraya getiren kara cehenneme. Yeşil cennetlerini tam ortadan bölen kara cehenneme. Adapazarı – Hendek arasındaki yeşilliklerle dolu bölgeyi tam ortadan yararak geçen siyah asfaltı böyle adlandırıyordu. Çocukluk yıllarını hatırlıyordu. Bu yolun dar, küçük, toprak olduğu ve bu kadar işlek olmadığı yılları. Hatta büyüklerinden o kadar çok dinlemişti ki o bölgeden hiç yol geçmediği zamanları, bazen o yılları da hatırladığını zannediyordu. Bölünmemiş, tecavüze uğramamış yeşil bir cennet. Ne güzel olurdu. Medeniyetten uzak olacaklardı, medeniyet de onlardan. Arkadaşları hala yanında olacaktı. Kara cehennem buralara gelmeden önce bu yörelere kimse gelmezmiş, buradan da kimse gitmezmiş babasından duyduğu kadarıyla. Babası da en az onun kadar nefret ediyordu kara cehennemden. Babası bu şekilde isimlendirmiyordu ama o da nefret ediyordu. Babası kara cehenneme kapitalizm demeyi tercih ediyordu. “Kapitalizmin ta kendisidir kara yolları” derdi hep babası. Çocukken anlamazdı babasının ne demek istediğini. Aslında kapitalizm ne onu da bilmiyordu. Hep sorardı babasına “kapitalizm ne demek” baba. Babası bu soruya hep farklı cevaplar verirdi ama en sevdiği ve en çok aklında kalan cevap şuydu:” Bak oğlum kapitalizm şu kara yolu, kapitalizm şu karayolunun getirdiği şu kamyon, kapitalizm şu kamyonun getirdiği şu petrol istasyonu, anladın mı?” Hep anlamış gibi kafasını sallar ama hiç bir şey anlamazdı.  Artık anlıyordu. Babasının o cümlesini şimdi çok iyi anlıyordu, fakat o kapitalizmin yani kara cehennemin getirdikleri ile değil götürdükleriyle ilgileniyordu. Tüm arkadaşları bu E-5 denen kara cehennem geldikten sonra gitmişti. Giden arkadaşları ve buralarda yalnız kalışı aklına gelince, kara cehenneme nefreti bir kat daha artıyordu. Aklından bunlar geçerken yanından hızla bir kamyon daha geçti. Adapazarı’na yürürken araçlar arkasından geldiği için göremiyordu. Karşıdan yürümesi daha güvenli olacaktı. Yanından geçen kamyonun arkasından kaşlarını çatmış sinirli bir şekilde baktıktan sonra yolun karşısına geçmek için döndü. Hızla geçen iki otomobilin ardından kara cehenneme adımını attı. Yolun üzerinde bulunmak bile canını sıkıyordu. Geçerken her zaman yaptığı gibi yola, bir sonraki adım atacağı yere sinirle bakıyordu. Belki yeterince sinirli bakarsa kara cehenneme, E-5’e, karayoluna, kapitalizme ya da adı her neyse işte, ona yeterince sinirli bakarsa onu korkutabileceğini ve buralardan yollayabileceğini düşünüyordu. O yola bakarken, hızla yaklaşan kamyonu, sağar eden korna sesini duyduğunda fark edebildi ve kafasını hızla sola çevirdi. Ama artık çok geçti. O da diğer arkadaşları gibi kara cehennemde kırmızı bir leke haline dönüştü, son bir kez havlayamadan.

19 Ekim 2011 Çarşamba

ELLERİM CEPLERİMDE

 Kapıyı sertçe kendisine doğru çekti, ama bu denemesi de son iki denemesi gibi başarısız olmuştu. Çaresizdi, anahtarı deliğine sokup, dili geri çekecek ve kapıyı öyle kapatmayı deneyecekti, her sabah yaptığı gibi. Aslında her sabah kapıyla yaptığı bu mücadele artık ona gereksiz geliyordu, çünkü ne yaparsa yapsın kapının istediği gibi hareket etmesi gerekiyordu. Bekar arkadaşlarıyla oturduğu evden ayrılarak tek başına, iki sokak aşağıya taşınmak, hayattaki her şeyi değiştirmiyordu, özelliklede evin dış kapısını. Kapının emirlerine itaat ettikten sonra karanlık apartman merdivenlerine döndü ve yavaş hareketlerle inmeye başladı aşağıya. Siyah, ağır, kaşe montunun önünü kapatmadan önce kravatının tam ortada olup olmadığını eliyle bir kez daha kontrol etti. Montunun önünü kapattıktan sonra, yakalarını dikleştirdi ve soğuk Ankara sabahına adımını attı. Füme takım elbisesine uyan tek ayakkabısının altının kösele olması ne büyük şansızlıktı. Kaldırımda cam gibi parlayan buz tabakaları pis bir gülümsemeyle onu bekliyorlardı. Ayağını yerden kaldırmamak ve dolmuş durağına kadar ayaklarını buzlu zeminin üzerinde kaydırarak gitmek en akıllıcası olacaktı. Ellerini ceplerinden çıkarttı. Askerde geçen altı ayı saymazsak, dokuz yıldır hiç ayrılmadığı Ankara, buzlu havalarda ellerin cepte tutulmaması gerektiğini öğretmişti. Peki dokuz kış, her türlü kıyafetinin altına giyilebilecek kışlık bir ayakkabının Ankara’da hayat kurtaracağını öğretmemiş miydi? Aslında öğretmişti, fakat alışveriş konusundaki kararsızlığı bir Ankara sabahında daha onu kösele ayakkabı – buzlu zemin karşılaşmasının ortasında bırakmıştı. “Bugün iş çıkışı hemen gidip güzel bir bot alacağım” dedi kendi kendine, bunu yapmayacağını bile bile. Ne olacağını biliyordu. İş çıkışı müthiş bir iştahla Kızılay’ın göbeğindeki YKM’ye gidecek, beğendiği modeller pahalı gelecek, uygun modelleri beğenmeyecek, yarın tekrar bakarım diyecek ve alışverişteki kararsızlık alışkanlığı üç dört gün onu mağaza mağaza dolaştırdıktan sonra bot işini bir dahaki kışa bıraktıracak. Hep böyle olmuyor muydu? Altı aydır bir tane LCD televizyon almaya çalışmıyor muydu? Bu modelde bluetooth var, bu model 200Hrz derken altı ay olmuş ve hala televizyonu alamamıştı. Bunları düşünürken, kayarak ulaşmaya çalıştığı dolmuş durağına varmıştı. Sabahları hangi gün olduğunu düşünmesine gerek yoktu, çünkü her sabah birbirinin aynıydı. Lacivert etek döpiyesiyle bir bakanlıkta memur olduğunu ele veren ve günün daha başlangıcında yorgun olan kırk yaşlarında kadın ve durağın direğine dayanmış, omuzları sırt çantasına isyan eden, mp3 kulaklığı kulağında, sürekli yere bakan liseli çocuk. Sabahları burada dolmuş beklerken, bu iki durak arkadaşını uzun uzun süzer, hayatları hakkında tahminlerde bulunmaya çalışır ve sonra kendi hayatını sorgulamaya başlardı. Ama bu sabah biraz farklıydı. Bugün sanki hayat her zamankinden sıkıcı gelmişti ona. Yorgun durak arkadaşının yanına oturdu. Durağın metal oturağı buz gibiydi. Düşünmeye başladı. İçinde tanımlayamadığı bir sıkıntı vardı. Bu kronik hale gelen sabah sıkıntılarından farklıydı. Bugün, kapanmayan dış kapı, karanlık merdivenler, donduran Ankara sabahı, buzlu kaldırımlar, köseli ayakkabılar, durak arkadaşları, soğuk durak oturağı daha bir sıkıcı, daha bir bunaltıcı gelmişti ona. Artık dayanamıyordu. Her gün aynı şeyleri yaşamak ağır geliyordu. Bu hayatı istemiyordu. Hayalleri vardı. Dünyayı dolaşmak. Aslında dünyanın farklı yerleriyle alakalı düzinelerce kitap okumuştu. Meksikalıların yemeklerini onlardan daha iyi biliyordu. Brugge’de hangi barda güzel bir şeyler içebileceğini, Maldivler’in denizinde kaç tür canlı olduğunu ezbere biliyordu. Ama onun istediği, dünyayı kitaplardan değil, gezerek öğrenmekti. Bütün hayatı boyunca dünyayı gezmeyi hayal etmiş, bir gün görmek istediği yerlere kesin gidecekmiş gibi tüm ayrıntılarını öğrenmişti. Ama şu anda ne yapıyordu? Gidebilmek için hayaller kurduğu yerleri, sabah dokuzdan akşam altıya kadar başka insanlara pazarlıyordu. Dünya turu hayal ederken, tur şirketinde çalışmak ve dünyayı gezmeyi hiç hak etmeyen insanları dünyayı gezmeye ikna etmeye çalışmak, ne hayat ama. Mesela dün gelen çift. Üç ay içinde evleneceklermiş de, balayı olarak orta Avrupa’yı düşünüyorlarmış. Hatta daha da sinir bozucusu, Puket adalarını istemişler ama Nisan ayı oraların mevsimi uygun olmadığından orta Avrupa turlarını düşünmeye başlamışlar. En sevmediği müşteri tiplerindendiler. Gitmek istedikleri ülkenin ismini google’a yazan ve ilk çıkan siteden okudukları iki cümleyle tur acentesine koşup, tereciye tere satmaya çalışan müşteriler. Bu tarz müşterilerden daha fazla sinir bozucu olan şeyse, onun dakikalarca bu müşterileri ilgilendikleri ülkelere gitmeye ikna etmeye çalışmasıydı. Dünyayı dolaşmak isterken Türkiye’nin dışına adım atamamasının üzerine, böyle bir yerde çalışması tam bir işkenceydi. Peki neydi bu işkenceyi çekmesinin sebebi. Oradan aldığı iki kuruş parayla kirasını ödemek, kalan parayı biriktirebilirse eğer istediği LCD televizyonu almak mı? Eğer buraları bırakıp dünyayı dolaşmaya çıksa kira ödemesine gerek kalmayacaktı. Yani buraları bırakıp gitmemesinin ve bu işkence gibi işe devam etmesinin sebebi LCD televizyondu. Hayatı hakkında hiç bu kadar basit ve ciddi düşünmemişti. Bu işkenceyi daha fazla çekmemesi gerektiğini düşünmeye başladı. Birazdan gelecek olan Kızılay dolmuşuna binmek istemiyordu. Onun yerine gelen ilk dolmuşa binecek ve son durağına kadar gidecekti. Belki dünyayı dolaşmaya başlamış olmayacaktı ama bu büyük bir adım olacaktı. İki yıldır hiç kaçırmamıştı işe başlama saatini. Her sabah saat dokuzda işte olurdu. Bugün olmayacaktı. Ankara’nın bambaşka bir yerinde olacaktı ve yarın da işte olmayacak hatta bir daha hiçbir sabah o can sıkıcı ofise girmeyecekti. Bir anda içini inanılmaz bir heyecan kapladı. İki durak arkadaşına baktı. Onlarında heyecanına katılmasını istedi önce, sonra onlar için üzülmeye başladı. Ne kötü, ne monoton hayatları var diye düşündü. Onlar kendisi gibi böyle önemli bir kararı, soğuk durak oturağında otururken verebilir miydiler acaba. Durak arkadaşları için üzülmeye devam ederken arka arkaya iki dolmuş geldi. Önde Sıhhiye, ve arkasında Kızılay dolmuşu. Biraz önceki heyecan yerini korkuya bırakmıştı. Büyük değişimin getirdiği korku. Liseli çocuk Sıhhiye dolmuşuna doğru hareketlenirken, lacivert etek döpiyes yavaş adımlarla Kızılay dolmuşuna doğru yürüdü. “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”  filminin en sevdiği sahnesi geldi aklına. Joel Barish’in tren istasyonunda her sabah bindiği tren yerine koşarak karşıya geçtiği ve tam ters istikamete giden trene bindiği sahne. Bu Joel Barish’in hayatını değiştiren olaylar zincirinin ilk halkası olmuştu. Kendisini Joel Baish gibi hissediyordu. Tamam Kızılay ve Sıhhiye tam ters istikametler değillerdi, hatta birbirlerine uzak bile değillerdi, ama yinede bir zincirin ilk halkası olabilirlerdi. Ayağa kalktı derin bir nefes aldı ve liselinin arkasından Sıhhiye dolmuşuna atladı. Onun binmesiyle dolmuşun hareketlenmesi bir oldu. Çok mutluydu. Bu soğuk Ankara sabahında, nem kokan dolmuşun içerisinde, çocukken yaz tatilin ilk gününde hissettiği mutluluğu hissediyordu. Sandığı kadar zor olmamıştı. Sadece bir adım. Sıhhiye dolmuşuna atılan bir adım. Heyecandan yerinde duramıyordu. Tek boş yere oturamadı bile, şoförün “hocam boş yerlere oturalım” emrine kadar. Dolmuştakilere tek tek baktı kimsenin anlam veremediği gülümsemesiyle. Dolmuştaki herkesin hayatındaki normal bir gündü, onunsa hayatının ilk günüydü. Her zaman nefret etmişti dolmuş yolculuklarından, ama bu sefer sevdiği bir şarkı gibi hızla geçmişti. Sıhhiye’de, son durakta indi. Ankara kışına meydan okurcasına ellerini ceplerine soktu ve ıslık çalarak yürümeye başladı. Atlattığı bir iki düşme tehlikesi keyfini bozamamıştı. Saatine baktı. Saat 09:15’di. Bir daha hiç gitmeyeceği işine on beş dakika geç kalmıştı. Elini tekrar cebine soktu ve Sertap Erener’in “Yeni” adlı şarkısını mırıldanarak yürümeye devam etti. Heyecanından olsa gerek hızlı yürüdüğünün farkına, soğuk havada nefes nefese kalınca fark etti. Biraz soluklanmak için kepenklerini yeni açan elektronik mağazasının önünde durdu. Soluğunun yerine gelmesini beklerken vitrindeki ürünleri incelemeye başladı. Altı aydır bir türlü sayısını düşüremediği televizyon seçeneklerinden biri olan Samsung marka televizyon duruyordu vitrinde. Atında şöyle yazıyordu. “%20 indirim, Kredi kartına 12 taksit”. Altı aydır televizyonları inceliyordu ama hiç bu kadar uygun bir kampanyaya denk gelmemişti. Yolun karşısından direkt Necatibey’e inse, oradan Kızılay’a geçebilir ve 09:30’da ofiste olabilirdi. Patrona hasta olduğu için uyanamadığını ve dolmuşu kaçırdığını söyleyebilirdi. Hızlı adımlarla yolun karşısına geçti. 
Bu buzlu zemine rağmen, 09:30’da Kızılay’da olacak kadar hızlı olmayı planlıyorsa, dikkatli yürümesi gerekiyordu. Ellerini ceplerinden çıkarttı.