Bu Blogda Ara

23 Mayıs 2012 Çarşamba

MERKEZE YAKIN NEZİH SİTE


Kendisini dışarı attığında, yağmurun serinlettiği hava çarptı yüzüne ve sinirden kızaran kulakları bir nebze de olsa alışıldık rengine yaklaştı. Apartman bahçesinin demir kapısını zorlukla açtı. Karşısında 2 kilometre boyunca uzanan sokağa baktı. Yağmur havayı serinletmenin yanında, sokağı da boşaltmıştı. Biraz önce emlakçının suratına saymak istediği tüm lafları, boş sokağa haykırmak geçti içinden. Yumruğunu sıktı, yutkundu ve hızlı bir şekilde yürümeye başladı boş sokakta. Taksi durağına giden yolun tam tersi istikamette yürüyordu. Son anda yaşanan sıkıntı olmasa yerleşeceği site, taksi durağının hemen yanındaydı ve şu anda siteden herhangi biriyle karşılaşmak isteyeceği son şeydi. Emlakçı karşısında koruduğu sakin tavrı, site sakinleri karşısında koruma konusunda başarılı olamayacağından emindi. Hava güzel olduğu için evden çıkarken tercih ettiği açık topuklu ayakkabıları, ıslak sokakta ayaklarını kuru tutma konusunda pek de başarılı değildi. Kutulanmış bir ev dolusu eşya ile ne yapacağı sorusu kafasını kurcalarken, ıslak ayaklar canını sıkmayı becerememişti. Haftanın başında gezmişti ve çok beğenmişti siteyi. Tek başına yaşayan bir kadın olması ev sahibinin de hoşuna gitmiş, bekar erkeğe ev vermeyeceği konusunda uzun konuşmalar yapmıştı kendisine. Ev sahibini ve site sakinlerini gördüğünde, mesleği ile ilgili yalan kaçınılmaz olmuştu onun için. Bir turizm acentesinde çalıştığı yalanı, mesleği sorulana kadar aklına bile gelmemişti. Bu yalanın da ömrü sadece bir hafta oldu. Sokağın sonuna gelip, şuursuzca sağa döndüğünde, aklına düştü gerçek mesleğini nasıl öğrendikleri. Bunun kesin cevabını hiç bir zaman öğrenemeyecek olsa da, sadece iki-üç pavyon olan bir şehirde yaşayan bir pavyon şarkıcısı olarak gerçek mesleğinin gizli kalabileceğini düşünmenin kendi saflığı olduğunun farkındaydı. Bu kısa ve hızlı yürüyüş biraz sakinleşmesini sağlamış, emlakçının site sakinlerinin bir pavyon şarkıcısını komşuları olmasını istemedikleri konusunda anlattıklarına hak bile vermeye başlamıştı. "Ahlak" kurallarını doyasıya uygulayarak, güzel aile hayatlarını sürdürdükleri yaşantılarını bozacak hiçbir şeyin, güvenlik görevlilerini 24 saat diktikleri site kapsından içeri girmesini istememeleri en doğal haklarıydı. Site sakini ailele babalarının evlerine geç gittikleri akşamlar, onun çalıştığı pavyona eğlenmek için uğruyor olma ihtimalleri, bu haklarını ellerinden almıyordu. O sitedeki babalarla, pavyondaki adamlar aynı kişiler değildi. Pavyonun en karanlık köşesine takım elbiselerinin kravatlarını gevşeterek oturup, terle ve buzlu viski bardaklarının soğukluğuyla ıslanan avuç içlerini, onun göğüs ve kalçalarında dolaştırma hevesiyle, şarkı sonunda masalarına davet eden adamlar değillerdi, o sitedeki aile babaları. O babalar sitedeyken terli olmadıklarından mı, viski içmiş olmadıklarından mı ya da sırf kravatlarını gevşetmiş olmadıklarından mı, bilmiyordu ama masalarına oturtup öpüp okşamak istedikleri kadını, kapı komşusu olarak görmek istememişlerdi. Ama kızamıyordu onlara. Onun kızdıkları o ailelerin anneleriydi. Sabah da, akşam da aynı kişi olan, babaların "küçük" pavyon kaçamaklarından haberdar olup göz yuman, erkek çocuklarının  ahlaklarını evlenip kaçamak yapmayı kendilerine hak görene kadar korumayı görev bilmiş annelere kızıyordu.  

2 Mayıs 2012 Çarşamba

HAYAT DERSİ


Zorlukla açtığım gözlerimle, biraz önce hızla karıştırdığım çay bardağının içerisinde, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ve inatla daireler çizerek birbirlerini kovalayan çay tanelerini izliyordum. Çay tanelerinin bir sonuca ulaşamayacaklarını anlayarak yavaşlamaları ile benim onları izleyerek uykumun açılmayacağını anlamam bir oldu ve gözümü geniş mutfak masasının diğer oyuncularına doğru çevirdim. Her sabah sadece beyaz peynir ile kahvaltı yapmama rağmen annem masayı yine çeşit çeşit reçellerle donatmıştı. O gün olduğu gibi, okulumun deneme sınavının olduğu günlerin sabahında, annemin reçel yemem için ayrı bir çabası oluyordu. Ağzıma yarım dilim ekmekle birlikte bir lokmalık beyaz peyniri attım ve çok fazla çiğnemeden yuttum.
-“Reçel de ye” dedi annem kendisine çay koyarken.
-“Hı hı” dedim.
Beklendik ve alışıldık repliğiyle annem ilgimi çekmeyi başaramamıştı. Peynir, ekmek, çay üçlüsüyle kahvaltı keyfime devam ediyordum. Deneme sınavı için cumartesi sabahının erken saatlerinde uyandırılan lise son öğrencisi bir genç, kahvaltısını ne kadar keyifle yapabilirse o kadar keyifli yapıyordum kahvaltıyı. Erken kalkmaları ve erken kaldırmalarıyla ünlü babam bile uyanmamıştı henüz. Babamın evi ziyaret ettiği hafta sonlarından biriydi. Yaklaşık 6 ay önce emekli olan ve Bursa’da çalışmaya başlayan babam, eve iki haftada bir geliyordu. Bense sert otoritenin bulunmadığı bir ortamda öss’ye hazırlık senemi geçiriyordum.
Biraz önce annem alışıldık repliğiyle dikkatimi çekememişti ama yutkunmamı yüz metre ileriden duyulur hale getirecek kadar içime korku salan repliğiyle dikkatimi çekmeyi başardı;
-“Sen arabayı sürdün mü hiç?”
Belli ki babam şehir dışındayken arkadaşlarla gezmek için kaçırdığım arabayla yaptığım kaza sonucu, arabanın çamurluğunda oluşan çöküğü bir şekilde fark etmişlerdi. Yan şeritteki arabaya çarptıktan sonra ehliyetim olmadığı için olay yerinden hızla kaçarken başka bir kaza yapmamış olmam büyük şanstı. Annemin ne kadar bilgiye sahip olduğunu bilmiyordum. Hızlı düşünmeli ve bu olaydan en az hasarla çıkacak yolu izlemeliydim. Aslında çamurlukta oluşan çöküğün fark edileceğini zaten tahmin ediyordum, ama bu benim arabayı kaçırdığımı ispatlamalarına yetmezdi.
-“Hayır” derken sesimin titremesini engellemek için ciddi bir çaba sarf etmek zorunda kaldım.
Annem hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Göz göze gelmemeye çalışıyordum. Hiçbir şeyden habersiz olma rolümü çok iyi oynuyordum, ta ki reçel tabağına uzanana kadar.
-“Reçel mi yiyeceksin?” diye sorduğunda annemin sesindeki alaycı tonu yakalamıştım.
Küçük ekmek parçasının üzerine orantısız sürdüğüm reçel yavaş yavaş parmaklarıma doğru akmaya başlamıştı.
-“İyi olur sınavdan önce” diye karşılık verdim.
Performansım anca şehirler arası yolcu otobüslerinde verilen ikinci sınıf Hollywood filmlerinde rol sağlayabilirdi bana.
-“Muttalip köprüsünden de mi geçmedin hiç arabayla?”  diye sorduğunda artık sesindeki alaycı ton yerini zaferi kazandığını gösteren gururlu ses tonuna bırakmıştı.
Muttalip köprüsü tam kazayı yaptığım yerdi. Plakamı okumalarını engelleyecek kadar hızlı kaçamadığım ortadaydı.
-“Nereden öğrendin?” sorusunu af diler gibi sordum.
-“Plakayı almışlar, babanı aramışlar.” dedi.
Araba muhabbeti başladığından beri tamamen unutmuştum babamı. O an şehir dışında olmayan, birazdan uyanacak olan, sabah kalktığında hiçbir şey yokken bile sinirli olan babamı nasıl unutmuştum. İçimde hissettiğim korku vücuduma neler yaptırıyordu bilmiyordum ama korkumu annem de hemen fark etti. Biraz önce yüzünde beliren zafer kazanmış ifadesi kaybolmuş ve sanırım benim için endişelenmeye başlamıştı. O sırada içeride açılan kapının sesini duydum. Annem de ben de susmuştuk. Babamın ayak seslerini rahatlıkla duyuyordum. Yüzünü yıkarken duyduğum bir iki öksürükle boğazını temizlemeye çalıştı. Sanırım konuşacakları vardı. Su sesi kesildikten sonra mutfağa yaklaşan adımlarının seslerini dinlemeye başladım yeniden. Kurbanlık koyun gibi hissetmeye başlamıştım. Annemse iki gün içerisinde koyunla arkadaş olmayı başaran ve koyunun kesilmesini istemeyen evin küçük kızı gibi üzgün ve çaresiz bir ifadeyle bakıyordu gözlerimin içine. Doğrusunu söylemek gerekirse kurbanlık koyunun hissettikleri değildi tam olarak hissettiklerim. Koyun başına gelecekleri çok net biliyordu çünkü. Ben daha çok mahşer alanına suçu işlemiş olarak gelen ve birazdan tanrı tarafından sorgulanacak kişi gibiydim. Otoritesiyle, sertliğiyle, yasaklarıyla, izinleriyle, cezalarıyla, gücüyle, babanın çocuk için tanrı modeli olması fikri her zaman kabul ettiğim bir teoriydi. Küçüklüğümden beri tanrı dendiğinde aklımda oluşan görüntünün lacivert bir şeylere sarılmış şekilde gökyüzünde uzanan bir varlık olması, tanrı modelimin babam olması fikrinin en basit kanıtıydı. Babam her akşam işten geldiğinde, akşam yemeği hazırlanana kadar oturma odasında 1 saat kadar uzanır ve uyuklardı. Bu şekerlemeleri sırasında da bekarlık zamanlarından kalan, çok sevdiği lacivert battaniyesine sarınırdı. O an başka bir şeyi duymamı engelleyen ve babamı mutfağa getiren her adım, onu kafamdaki tanrı karakterine daha da yaklaştırıyordu. O sırada tekrar anneme baktım. Peki onun rolü neydi? İşte ona karar veremiyordum. Tanrı insanları kurallara boğarken, korkuturken, cezalandırırken, onlar için endişelenen, onları koruyan kimdi? Galiba insanın böyle bir karaktere olan ihtiyacı atlanmıştı. Annemin oynadığı rolü düşünürken babam belirdi mutfak kapısında. Masaya oturmadan ayakta dikiliyordu. Birbirimize bakıyorduk. Annemse hala bana bakıyordu. Galiba babam yüzümün renginden, annemin konuyu açtığını anlamıştı. Dişlerimi o kadar sıkmıştım ki, sorgulama başlasa cevap vermek için ağzımı bile açamayacakmış gibiydim.
-“Bu haltı yiyeceğin belliydi, neyse ucuz atlattın” dedi ve masaya oturdu babam.
Şaşırmıştım. Çok sevdiği arabasını ehliyetsiz kaçırmış, kaza yapmıştım ama o kızmamış, soru sormamış, cezalandırmamıştı. Çenem yavaş yavaş çözülmeye başladığında, "“affedicidir” dedikleri bu galiba" diye geçirdim içimden. Evde bu konu bir daha hiç konuşulmadı.
O gün, bana göre babam, bir babanın çocuğuna verebileceği en iyi hayat dersini vermişti; “bazı haltları yiyeceksin, ucuz atlatırsan ne ala”, ya da ben işime geldiği gibi anlamıştım.