Kendisini dışarı attığında,
yağmurun serinlettiği hava çarptı yüzüne ve sinirden kızaran kulakları bir
nebze de olsa alışıldık rengine yaklaştı. Apartman bahçesinin demir kapısını
zorlukla açtı. Karşısında 2 kilometre boyunca uzanan sokağa baktı. Yağmur
havayı serinletmenin yanında, sokağı da boşaltmıştı. Biraz önce emlakçının suratına
saymak istediği tüm lafları, boş sokağa haykırmak geçti içinden. Yumruğunu
sıktı, yutkundu ve hızlı bir şekilde yürümeye başladı boş sokakta. Taksi
durağına giden yolun tam tersi istikamette yürüyordu. Son anda yaşanan sıkıntı
olmasa yerleşeceği site, taksi durağının hemen yanındaydı ve şu anda siteden
herhangi biriyle karşılaşmak isteyeceği son şeydi. Emlakçı karşısında koruduğu
sakin tavrı, site sakinleri karşısında koruma konusunda başarılı
olamayacağından emindi. Hava güzel olduğu için evden çıkarken tercih ettiği
açık topuklu ayakkabıları, ıslak sokakta ayaklarını kuru tutma konusunda pek de
başarılı değildi. Kutulanmış bir ev dolusu eşya ile ne yapacağı sorusu kafasını
kurcalarken, ıslak ayaklar canını sıkmayı becerememişti. Haftanın başında gezmişti
ve çok beğenmişti siteyi. Tek başına yaşayan bir kadın olması ev sahibinin de
hoşuna gitmiş, bekar erkeğe ev vermeyeceği konusunda uzun konuşmalar yapmıştı
kendisine. Ev sahibini ve site sakinlerini gördüğünde, mesleği ile ilgili yalan
kaçınılmaz olmuştu onun için. Bir turizm acentesinde çalıştığı yalanı, mesleği
sorulana kadar aklına bile gelmemişti. Bu yalanın da ömrü sadece bir hafta oldu. Sokağın sonuna gelip, şuursuzca sağa döndüğünde, aklına düştü gerçek
mesleğini nasıl öğrendikleri. Bunun kesin cevabını hiç bir zaman öğrenemeyecek
olsa da, sadece iki-üç pavyon olan bir şehirde yaşayan bir pavyon şarkıcısı
olarak gerçek mesleğinin gizli kalabileceğini düşünmenin kendi saflığı olduğunun
farkındaydı. Bu kısa ve hızlı yürüyüş biraz sakinleşmesini sağlamış, emlakçının site sakinlerinin bir pavyon şarkıcısını komşuları olmasını istemedikleri
konusunda anlattıklarına hak bile vermeye başlamıştı. "Ahlak"
kurallarını doyasıya uygulayarak, güzel aile hayatlarını sürdürdükleri
yaşantılarını bozacak hiçbir şeyin, güvenlik görevlilerini 24 saat diktikleri
site kapsından içeri girmesini istememeleri en doğal haklarıydı. Site sakini
ailele babalarının evlerine geç gittikleri akşamlar, onun çalıştığı pavyona
eğlenmek için uğruyor olma ihtimalleri, bu haklarını ellerinden almıyordu. O
sitedeki babalarla, pavyondaki adamlar aynı kişiler değildi. Pavyonun en
karanlık köşesine takım elbiselerinin kravatlarını gevşeterek oturup, terle ve
buzlu viski bardaklarının soğukluğuyla ıslanan avuç içlerini, onun göğüs ve
kalçalarında dolaştırma hevesiyle, şarkı sonunda masalarına davet eden adamlar
değillerdi, o sitedeki aile babaları. O babalar sitedeyken terli
olmadıklarından mı, viski içmiş olmadıklarından mı ya da sırf kravatlarını
gevşetmiş olmadıklarından mı, bilmiyordu ama masalarına oturtup öpüp okşamak
istedikleri kadını, kapı komşusu olarak görmek istememişlerdi. Ama kızamıyordu
onlara. Onun kızdıkları o ailelerin anneleriydi. Sabah da, akşam da aynı kişi
olan, babaların "küçük" pavyon kaçamaklarından haberdar olup göz
yuman, erkek çocuklarının ahlaklarını
evlenip kaçamak yapmayı kendilerine hak görene kadar korumayı görev bilmiş annelere
kızıyordu.
Daralınca yazıyorum, yazılarla birazcık uzaklaşıyorum, sonra geri dönesim geliyor, o yüzden de kısa kesiyorum
Bu Blogda Ara
23 Mayıs 2012 Çarşamba
2 Mayıs 2012 Çarşamba
HAYAT DERSİ
Zorlukla
açtığım gözlerimle, biraz önce hızla karıştırdığım çay bardağının içerisinde,
bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ve inatla daireler çizerek birbirlerini
kovalayan çay tanelerini izliyordum. Çay tanelerinin bir sonuca
ulaşamayacaklarını anlayarak yavaşlamaları ile benim onları izleyerek uykumun
açılmayacağını anlamam bir oldu ve gözümü geniş mutfak masasının diğer
oyuncularına doğru çevirdim. Her sabah sadece beyaz peynir ile kahvaltı yapmama
rağmen annem masayı yine çeşit çeşit reçellerle donatmıştı. O gün olduğu gibi, okulumun
deneme sınavının olduğu günlerin sabahında, annemin reçel yemem için ayrı bir
çabası oluyordu. Ağzıma yarım dilim ekmekle birlikte bir lokmalık beyaz peyniri
attım ve çok fazla çiğnemeden yuttum.
-“Reçel de ye” dedi annem kendisine
çay koyarken.
-“Hı hı” dedim.
Beklendik ve alışıldık
repliğiyle annem ilgimi çekmeyi başaramamıştı. Peynir, ekmek, çay üçlüsüyle kahvaltı keyfime devam ediyordum. Deneme sınavı için cumartesi sabahının erken
saatlerinde uyandırılan lise son öğrencisi bir genç, kahvaltısını ne kadar
keyifle yapabilirse o kadar keyifli yapıyordum kahvaltıyı. Erken kalkmaları ve
erken kaldırmalarıyla ünlü babam bile uyanmamıştı henüz. Babamın evi ziyaret
ettiği hafta sonlarından biriydi. Yaklaşık 6 ay önce emekli olan ve Bursa’da
çalışmaya başlayan babam, eve iki haftada bir geliyordu. Bense sert otoritenin
bulunmadığı bir ortamda öss’ye hazırlık senemi geçiriyordum.
Biraz önce annem alışıldık
repliğiyle dikkatimi çekememişti ama yutkunmamı yüz metre ileriden duyulur hale
getirecek kadar içime korku salan repliğiyle dikkatimi çekmeyi başardı;
-“Sen arabayı sürdün mü
hiç?”
Belli ki babam şehir
dışındayken arkadaşlarla gezmek için kaçırdığım arabayla yaptığım kaza sonucu,
arabanın çamurluğunda oluşan çöküğü bir şekilde fark etmişlerdi. Yan şeritteki
arabaya çarptıktan sonra ehliyetim olmadığı için olay yerinden hızla kaçarken
başka bir kaza yapmamış olmam büyük şanstı. Annemin ne kadar bilgiye sahip
olduğunu bilmiyordum. Hızlı düşünmeli ve bu olaydan en az hasarla çıkacak yolu
izlemeliydim. Aslında çamurlukta oluşan çöküğün fark edileceğini zaten tahmin
ediyordum, ama bu benim arabayı kaçırdığımı ispatlamalarına yetmezdi.
-“Hayır” derken sesimin titremesini
engellemek için ciddi bir çaba sarf etmek zorunda kaldım.
Annem hemen yanımdaki
sandalyeye oturdu. Göz göze gelmemeye çalışıyordum. Hiçbir şeyden habersiz olma
rolümü çok iyi oynuyordum, ta ki reçel tabağına uzanana kadar.
-“Reçel mi yiyeceksin?” diye
sorduğunda annemin sesindeki alaycı tonu yakalamıştım.
Küçük ekmek parçasının
üzerine orantısız sürdüğüm reçel yavaş yavaş parmaklarıma doğru akmaya
başlamıştı.
-“İyi olur sınavdan önce”
diye karşılık verdim.
Performansım anca şehirler arası
yolcu otobüslerinde verilen ikinci sınıf Hollywood filmlerinde rol
sağlayabilirdi bana.
-“Muttalip köprüsünden de mi
geçmedin hiç arabayla?” diye sorduğunda
artık sesindeki alaycı ton yerini zaferi kazandığını gösteren gururlu ses
tonuna bırakmıştı.
Muttalip köprüsü tam kazayı
yaptığım yerdi. Plakamı okumalarını engelleyecek kadar hızlı kaçamadığım
ortadaydı.
-“Nereden öğrendin?”
sorusunu af diler gibi sordum.
-“Plakayı almışlar, babanı
aramışlar.” dedi.
Araba muhabbeti
başladığından beri tamamen unutmuştum babamı. O an şehir dışında olmayan,
birazdan uyanacak olan, sabah kalktığında hiçbir şey yokken bile sinirli olan
babamı nasıl unutmuştum. İçimde hissettiğim korku vücuduma neler yaptırıyordu
bilmiyordum ama korkumu annem de hemen fark etti. Biraz önce yüzünde beliren
zafer kazanmış ifadesi kaybolmuş ve sanırım benim için endişelenmeye
başlamıştı. O sırada içeride açılan kapının sesini duydum. Annem de ben de
susmuştuk. Babamın ayak seslerini rahatlıkla duyuyordum. Yüzünü yıkarken
duyduğum bir iki öksürükle boğazını temizlemeye çalıştı. Sanırım konuşacakları
vardı. Su sesi kesildikten sonra mutfağa yaklaşan adımlarının seslerini
dinlemeye başladım yeniden. Kurbanlık koyun gibi hissetmeye başlamıştım.
Annemse iki gün içerisinde koyunla arkadaş olmayı başaran ve koyunun
kesilmesini istemeyen evin küçük kızı gibi üzgün ve çaresiz bir ifadeyle
bakıyordu gözlerimin içine. Doğrusunu söylemek gerekirse kurbanlık koyunun
hissettikleri değildi tam olarak hissettiklerim. Koyun başına gelecekleri çok
net biliyordu çünkü. Ben daha çok mahşer alanına suçu işlemiş olarak gelen ve
birazdan tanrı tarafından sorgulanacak kişi gibiydim. Otoritesiyle, sertliğiyle,
yasaklarıyla, izinleriyle, cezalarıyla, gücüyle, babanın çocuk için tanrı
modeli olması fikri her zaman kabul ettiğim bir teoriydi. Küçüklüğümden beri
tanrı dendiğinde aklımda oluşan görüntünün lacivert bir şeylere sarılmış
şekilde gökyüzünde uzanan bir varlık olması, tanrı modelimin babam olması
fikrinin en basit kanıtıydı. Babam her akşam işten geldiğinde, akşam yemeği
hazırlanana kadar oturma odasında 1 saat kadar uzanır ve uyuklardı. Bu
şekerlemeleri sırasında da bekarlık zamanlarından kalan, çok sevdiği lacivert
battaniyesine sarınırdı. O an başka bir şeyi duymamı engelleyen ve babamı
mutfağa getiren her adım, onu kafamdaki tanrı karakterine daha da
yaklaştırıyordu. O sırada tekrar anneme baktım. Peki onun rolü neydi? İşte ona
karar veremiyordum. Tanrı insanları kurallara boğarken, korkuturken,
cezalandırırken, onlar için endişelenen, onları koruyan kimdi? Galiba insanın böyle
bir karaktere olan ihtiyacı atlanmıştı. Annemin oynadığı rolü düşünürken babam
belirdi mutfak kapısında. Masaya oturmadan ayakta dikiliyordu. Birbirimize
bakıyorduk. Annemse hala bana bakıyordu. Galiba babam yüzümün renginden,
annemin konuyu açtığını anlamıştı. Dişlerimi o kadar sıkmıştım ki, sorgulama
başlasa cevap vermek için ağzımı bile açamayacakmış gibiydim.
-“Bu haltı yiyeceğin
belliydi, neyse ucuz atlattın” dedi ve masaya oturdu babam.
Şaşırmıştım. Çok sevdiği
arabasını ehliyetsiz kaçırmış, kaza yapmıştım ama o kızmamış, soru sormamış,
cezalandırmamıştı. Çenem yavaş yavaş çözülmeye başladığında, "“affedicidir”
dedikleri bu galiba" diye geçirdim içimden. Evde bu konu bir daha hiç
konuşulmadı.
O gün, bana göre babam, bir
babanın çocuğuna verebileceği en iyi hayat dersini vermişti; “bazı haltları
yiyeceksin, ucuz atlatırsan ne ala”, ya da ben işime geldiği gibi anlamıştım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)