Bu Blogda Ara

10 Aralık 2013 Salı

KAPKARANLIK



Hayatında gördüğü en koyu karanlığa açtı gözlerini. Gözlerini açmış olup olmadığı konusunda emin olamadı bir an. İçinde bulunduğu karanlık dışında hiçbir şey göremiyordu. Kafasını hızla sağa sola çevirdi, en ufak bir ışık parçası yakalayabilme umuduyla, ama bu çaba faydasızdı. Gözünün beş santim önüne kadar yaklaştırdığı ellerini bile göremiyordu. İki elini, yüzünün üzerinde gezdirdi. Çocukluğundan kalma ve her fırsatta onu yalnız yakalamak için pusuda bekleyen, kimselerle paylaşamadığı karanlık korkusunun onu böyle savunmasız yakalamasına izin vermek istemiyor, bunun sadece bir rüya olduğunu, henüz uyanmamış olduğunu gösterecek bir ipucu arıyordu. Parmaklarının üzerindeki, haritasını ezberlediği nasırların, yanakları üzerinde yaptığı yolculuk, o kadar bilindik detaylarla doluydu ki, rüyadan olunabilecek en uzak yerde olduğunu düşündü. Hiç kimsenin istemeyeceği kadar içinde olduğunu hissediyordu bu gerçek dedikleri dünyanın. Eğer bu zifiri karanlık kötü bir kabus değilse neydi, eğer yatağının içerisinde derin bir uykuda değilse neredeydi? Yanaklarının üzerindeki elleri, bu soruların cevapsız kalacağını anlamış gibi umutsuz bir şekilde yukarıya doğru hareketlenmişti. Çatlaklarla dolu avuç içleri gözlerinin önüne geldi. Göz kapakları, kirpiklerinin her bir çatlağı hissetmesini istercesine, olabildiğince yavaş hareketlerle kapandı. Göz kapakları sımsıkı kapandığında, gözlerini selamlayan karanlığın biraz öncekinden hiç farkı yoktu. Karanlık korkusunun başladığı çocukluk yılları geldi aklına. Sobanın kurulu olduğu salonda, erkek kardeşi ile birlikte uyurlardı. Annesi ve babasının, televizyonu ve bütün ışıkları kapatarak evdeki diğer tek odaya geçtikleri, herşeyin karanlığın içinde kaybolduğu yatma saatinin gelmesini hiç istemezdi.Yatağının hemen solunda kalan sobanın içerisinden gelen çıtırdama sesinden başka tüm seslerin, evdeki tüm eşyaların görüntüsü ile birlikte bir yerlere saklandığı o saatlerde, yıllarca yakasını bırakmayacak karanlık korkusu yerleşiveriyordu içerisine. O yıllarda hep, karanlığın içinden bir yerlerden, birilerinin geleceğinden korktuğunu, karanlık korkusunun altında bunun yattığını zannetmişti. Aslında korkusunu yaratanın, tam tersine, o karanlığın içerisinden kimsenin gelmeyeceği, o siyahın içerisinde yapayalnız kalacağı endişesinin olduğunu, ilerleyen yıllarda öğrenmişti. Ellerini aşağıya indirdi. Siyahtan başka bir renk ile karşılaşma umuduyla açtı gözlerini. Umudu boşa çıkmıştı. Karanlık bıraktığı yerde, bildiği diğer tüm renkleri unutturacak kadar kuvvetli bir şekilde duruyordu. O an var olmadığından emin olduğu bir elin boynunu sardığı, yavaş yavaş boğazını sıktığı, zaten zor aldığı nefesini iyiden iyiye daralttığı hissine kapıldı. Boğazının üzerindeki bu soğuk elin, korkusuna ait olduğunu, çırpınmanın ya da ufak öksürüklerin bir sonuç vermeyeceğini biliyordu. Kendisini bile şaşırtacak bir teslimiyetle bırakmıştı kendini, boğazında hissettiği soğuk elin insiyatifine. Tüm umutlarının tükendiği o an, hemen yanından gelen öksürük sesi ile rahatladı. Soğuk el birden kayboldu. “Kim var orada?” diye sormasına gerek yoktu. Bu öksürüğün sahibini tanıyordu. Yıllardır tedavisini bulamadığı akciğer rahatsızlığının armağını olan ve her iki cümlesinin sonuna nokta gibi yerleşen bu öksürükler, arkadaşı Murat’a aitti. 
-“Murat” diye bağırırken, elini de sağa, sesin geldiği yere doğru salladı.
Eli arkadaşının sırtına denk gelmiş, Murat’ın öksürük nöbetiyle iki büklüm olduğunu anlamıştı. Hemen doğrulması için yardımcı oldu.
-“Aykut, sen misin?” sorusu, öksürüklerin arasında, zorlukla çıkmıştı Murat’ın ağzından.
-“Evet benim.” dedi Aykut.
Murat’ın öksürük nöbeti yerini zayıf tıksırıklara bırakmış, Aykut’un da yardımıyla doğrulmasına izin vermişti.
-“Neler oluyor?” diye sordu Murat.
Belli ki Murat’ın da kafası, Aykut’unki gibi sorularla doluydu.
-“Neredeyiz?” diye devam etti sorularına Murat.
Cevap araken gelen sorular, Aykut’un biraz önce birilerinin varlığını hissetmesiyle gelen umudunu tekrar azaltmıştı.
-“Bilmiyorum .” dedi.
Tek bildikleri, ışıksız ve havasız bir yerde olduklarıydı. İkisinin de aradıkları cevaba sahip olmadıkları açıkken, sorularla nefes harcamak anlamsızdı. İkisi de elleri ile etraflarında dokunacakları bir şeyleri yoklamaya başlamış, bulundukları yeri tanımanın yollarını arıyorlardı. Birbirleri dışında dokunabildikleri tek şey, daha sonra etraflarını tamamen sarmış olduğunu anlayacakları soğuk, hafif pürüzlü metal yüzey oluyordu. Etraflarını saran bu metal duvarın üzerinde elleri ile yaptıkları gezintide, duvarın herhangi bir köşesi olmadığını farkettiler. Daire şeklinde, dar, metal bir kabinin içerisindeydiler. Aykut havasızlık ve korkunun etkisi ile ısınan yanağını, soğuk metalin üzerine yapıştırdı. Dışarıyı dinlemeye çalışıyordu. Hiçbir ses duyamadı. Duvara dayanmış halde beklediği kısa süreli sessizlik anı, yeniden yalnız kaldığı fikrine kapılmasına sebep olmuş, Murat’ın varlığını tekrar hissetmek için seslenmişti.
-“Murat”
-“Efendim” diye karşılık verdi Murat, çatallı ve titrek bir şekilde çıkan sesiyle.
Aykut, Murat’ın sesini duyduktan sonra yüzünü duvardan uzaklaştırdı. Herhangi bir sesin gelmediği dışarıya, kendi seslerini duyurmayı deneyecekti. Tam yumruğunu havaya kaldırmış, olağan gücüyle duvara vurmaya hazırlanıyordu ki, bulundukları kabinin tepesinden gelen, kulağı tırmalayan, rahatsız edici bir gürültü ile irkildi. Havadaki yumruğunu indirmeden kafasını yukarıya doğru kaldırdı. Murat da aynı şekilde kafasını kaldırmış, Aykut’la birlikte sesin geldiği yere, hiçbir şey göremedikleri boşluğa doğru bakıyordu. Ses iki dev metal plakanın birbirine sürtmesine benzeyen bir sesti. Sanki sürgülü, paslanmış, dev bir metal kapı ağır ağır açılıyordu. İkisi de bağırmayı akıllarından geçirmiş olsalar dahi, beklemenin daha temkinli bir hareket olacağına karar vermiş olacaklar, sessizce yukarıya bakmaya devam ettiler. Gürültünün birden yükselerek bulundukları kabinin içerisinde kulakları sağır edecek şekilde yankılandığı anda, tepelerinde dört yapraklı yonca şeklinde bir kapak açıldı ve ses kapağın açılması ile birlikte kayboldu. Ulaşamayacakları yükseklikteki kapağın eşit ebattaki dört gözünden, kabin içerisine giren sarı ışık, kabini tamamen aydınlatamamış, ama Aykut ve Murat’ın birbilerini görebilmesini sağlayacak kadar bir loşluk yaratmıştı. Dakikalardır bulundukları karanlığa alışan gözleri ile, ışığın girdiği kapağa direkt olarak bakamamış, yüzlerini birbilerine doğru çevirmişlerdi. Loş ışık ve yüzlerini kaplayan siyah kir, ikisini de olduğundan esmer gösteriyordu. Gözleri dışında net gözüken hiç bir yerleri yoktu. Şaşkın, korkmuş, sorularla dolu gözlerle birbirlerine baktılar bir dakika kadar. Aykut kısık bir sesle,
-“Bağıralım mı?” diye fısıldadı. Murat’ın cevabı bakışlarında gizliydi. Ne yapılması gerektiğini bilmiyordu. Tam bu sırada yukarıdaki kapak gözlerinden birinden, burulmuş durumda, ucu yanmakta olan, büyükce bir beyaz kağıt parçası girdi ve dümdüz aşağıya inerek ortalarına düştü. Ne olduğunu anlayamadan, kağıdın üzerindeki alev üzerlerine sıçramıştı. Yüzlerini ve vücutlarını kaplayan o siyah kir, hızlı bir şekilde alev almış, yanmaya başlamışlardı. Saniyeler içerisinde tüm vücutlarını kaplayan alevin verdiği dayanılmaz acıyla çığlık atmaya başladılar. Can havliyle çırpınıyorlar, hızla birbirlerine ve etraflarındaki metal duvara çarpıyorlardı. Bir süre sonra duyulmayan çığlıkları ve çaresiz çırpınışları azalarak bitti ve artık üzerlerindeki alev ile ısınmaya başlayan yuvarlak metal duvarın dibine yığılıverdiler.    


*


İşten yeni dönen ve hemen yan tarafındaki divana uzanmış olan kocasının yüzündeki yorgun ifadeyi gören kadın, ondan yardım istemekten vazgeçmişti. Kendi gücü ise büyük kapağı kaldırmaya yetmeyeceğinden, sobanın dört gözlü küçük kapağını çevirerek açtı. Güneşin batmasıyla iyiden iyiye soğumuştu ev. Yemeği salona getirmeden önce yakmaya karar verdi sobayı. Sobanın hemen arka kısmında bulunan kağıdı ve çakmağı aldı. Uzun, beyaz kağıdı bir harekette burdu. İkinci denemesinde tutuşturduğu kağıdı yavaşça sobanın küçük kapak gözlerinden birinden içeriye doğru bıraktı. Bu sırada gözü, açık olan televizyonda devam eden haber bültenine takıldı. Sarı saçlarını topuz yapmış, yüzünü ağır bir makyaj ile kapatmış, beyaz gömleğinin yakaları gibi dik oturan haber spikeri kadın güçlü bir sesle sıradaki haberini okuyordu.

-“Bültenimize üzücü bir haberle devam ediyoruz. Zonguldak’ta, Türkiye Taşkömürü Kurumu Gelik İşletmesi maden ocağında bugün meydana gelen göçükte, Aykut Erez ve Murat Sözeri isimli iki maden ocağı çalışanı hayatını kaybetti.”

Haber spikeri anonsuna devam ederken, göçüğün meydana geldiği maden ocağının görüntüleri ekrana yansımıştı. Kadın gözlerini televizyondan ayırdı. İçine birden kapkaranlık bir mutsuzluk çökmüştü. Kafasını iki oğluna doğru çevirdi. İki oğlu da, titreyen ellerle yanmasını bekledikleri sobanın dibine oturmuş, sıcak bir gülümsemeyle annelerine doğru bakıyorlardı.

25 Kasım 2013 Pazartesi

TANRI MİSAFİRİ



Kükredi tanrı. Kükremesiyle birlikte etrafında telaşlı bir koşuşturma başlamıştı. Meleklerinden biri heyecan ve korkuyla tanrının yanına yaklaştı. Meleğin herhangi bir şey sormasına izin vermeden aşağıyı işaret ederek,
-"Şunu görüyor musun?" diye sordu.
Loş bir odada, çalışma masasında tek başına oturan bir adamı gösteriyordu. Adamın sol eli, masanın üzerindeki viski bardağını sarmıştı.
Melek, tanrının asıl sorusunu anladığını ifade eden heyecanlı bir ses tonuyla,
-"Evet gördüm, viski içiyor." dedi.
Ama tanrı, meleğin heyecanını boşa çıkartmayı önceden planlamış gibi hemen devam etti,
-"O önemli değil şimdi." dedi.
Melek hayal kırıklığını belli etmemeye çalışarak daha dikkatli dinlemeye başladı.
-"Bu adamda bir şeyler var." dedi "Onunla konuşacağım."
Melek cevapta acele etmiş,
-"Eninde sonunda konuşacak sizinle." diyivermiş, esprisinin yersizliğini fark eder etmez tekrar susmuştu.
-"Hayır şimdi konuşacağım" dedi tanrı. Bu isteğinin ölüm fermanı olarak anlaşılacağını bildiğinden açıklama ihtiyacı hisseti,
-"Ben aşağı ineceğim."
Tanrının ciddiyetini sorgulamak haddine değildi meleğin. Tanrı o an aşağı ineceğini söylemişti ve inecekti. Korku, endişe ve telaş karışımı bir hisle hızla etrafta dönmeye başlamış,
-"EPİFANİ, EPİFANİ, EPİFANİ.." diye bağırıyordu.
Bu kelimeyi duyan diğer melekler de onun gibi dehşete düşmüş, telaşa kapılmışlardı. Tanrının insan kılığına girerek, onların arasında dolaşması çok sık karşılaşılan bir durum değildi. Dünya tarihinde önemli kırılımlar yaratan büyük savaşlar, büyük salgınlar, büyük doğal afetler gibi olaylarda bu yöntemi kullanırdı. O an ise, tek başına, bir odada viski içen bir adamla konuşmak için insan kılığına girecekti.  

*

Odayı sadece, çalışma masasının üzerinde duran ufak çalışma lambasının sarı ışığı aydınlatmaya çalışıyordu. Lambanın üst tarafından başlayan ve ampulün büyük bölümünü kapatan koyu renkli kapak kısmı, ışığın sadece masanın etrafına düşmesine sebep oluyor, odanın kalan kısmını karanlığa gömüyordu. Adam iki dirseğini de masaya dayamış, sol eliyle çalışma lambasının hemen altında duran viski bardağını tutuyor, diğer eliyle ise küçük not defterinin üzerinde tuttuğu kurşun kalemi hızlı hareketlerle çeviriyordu. Kambur duruşuyla masaya doğru abanmış, ileriye doğru uzattığı yüzüyle tüm dikkatini kalemin hareketlerine vermişti. Sola doğru taranmış, kestane rengi dalgalı saçları alnının yarısını kapatıyordu. Yuvarlak hatlı geniş yüzünün altındaki kalın boynu, gömleğinin dik, kolalı yakasının arkasına saklanmıştı. Sabah olduğu sinek kaydı tıraşın yüzünde yarattığı, heykelleri kıskandıracak pürüzsüzlük hala kaybolmamıştı. Akşam işten eve geliş saati ile akşam yemeği arasındaki bir saatlik boşlukta, her akşam yaptığı gibi bu odaya kapanmıştı. Çalışma masası, koyu kahverengi, hattat oymalı eski bir masaydı. Üzerindeki kufi yazmalar, masanın ağırlığına ağırlık katıyor, yerinden oynatılamayacak gibi bir hava oluşturuyordu. Masanın her halinden, üzerine abanan adamdan yaşlı olduğu belli oluyordu. Masanın odaya kazandırmaya çabaladığı ağır havayı, adamın üzerinde oturduğu, ucuz, döner büro sandalyesi bir nefeste uçuruyordu. Sandalyenin içerisindeki sarı süngerler, aşınmış dikiş yerlerinden dışarıya fırlamıştı. Loş odanın içerisinde, bu uyumsuz çift dışındaki tek eşya, adamın tam arkasında, karanlıkta kalan tek kişilik geniş koltuktu. Adam dikkatini, sağ elinde çevirmekte olduğu kalemden alabildiği kısa bir an için, kambur duruşunu bozmadan kafasını sağ doğru çevirdi. Gözünü, perdesi sonuna kadar açık pencereye dikti. Erken batan güneşin ardında bıraktığı kapkara akşam pencere camına kusursuz bir fon oluşturmuştu. Sağanak yağan yağmur damları, bu siyah fonun üzerinde kontrolsüzce aşağı doğru süzülüyorlardı. Bu manzarayı izlerken aklına gelen bir iki cümleyi defterine karalamak için kafasını çevirmek üzereydi ki parlak bembeyaz bir ışık bir an için siyah fonu yararak loş odasına doluverdi. Davetsiz içeri dolan parlak ışık geldiği hızla gözden kayboldu. Işığın kaybolmasının hemen ardından güçlü bir kükremeyi andıran gök gürültüsü sesi geldi. Yağmur hızını arttırmıştı. Kafasını defterine çevirdi. Açık olan boş sayfaya yavaş hareketlerle bir şeyler yazmaya başladı. Yazmaya çalıştığı yeni öyküsünün tüm kurgusu aklındaydı, tüm hikayeler kafasında zaten yaşanmıştı ama her zaman ki gibi öyküsüne başlatacak cümleleri dikkatle seçmeye çalışıyordu. Bu çaba her cümlesinin sonunda duraklamasına sebep oluyordu. Yazdığı üçüncü cümleden sonra tekrar durdu, kalemi arasında tuttuğu işaret ve orta parmağını şakağının üzerine yerleştirdi ve yazdıklarını okumaya başladı. Tam o anda, hemen arkasından gelen tıkırtı sesiyle irkildi. Normal koşullarda hemen arkasını dönerek neler olduğuna bakması gerekirdi ama içinde arkasını dönmek konusunda anlamlandıramadığı bir korku oluşuvermişti. Odanın içerisinde birini varlığını hissetmişti. Önce duruşunu düzeltti. Kalemi masanın üzerine koydu. Masanın kenarından tutarak yavaşça döndürdü altındaki sandalyeyi. Tek kişilik koltuk tam karşısında kaldığında, üzerindeki karaltıdan koltukta birilerinin oturduğunu anladı ve dehşete kapılarak sandalyesiyle birlikte kendisini geriye doğru attı. Bu sırada, sandalyenin arka kısmıyla çalışma masasına sertçe çarptı. Ağır masa bu darbeden hiç etkilenmemişti, fakat çalışma lambasının zayıf gövdesi hızla sallanmaya başlamış, dengede kalabilmek için büyük uğraş veriyordu. Lambanın her salınımında, koltukta oturan adamın vücudu ve yüzü aydınlanıyor ve tekrar karanlığa gömülüyordu. Ağzı kurumuştu. O an mutfakta bulunan eşine bağırmayı geçirdi kafasından ama istese de sesi çıkmayacak gibi geldi kendisine. Yutkunmaya çalıştı, beceremedi. Dilinin ucundan başlayan kuruluk hızla boğazına doğru ilerlemişti. Kanının damarlarından çekildiği hissediyordu. Koltuktaki adamın sakin oturuşu onun gerginliğini bir kat daha arttırmıştı. Koltuktaki adam 35 yaşlarında, esmer bir adamdı. Kısa saçlarıyla aynı boydaki kirli sakalı yüzünü kaplıyordu. Üzerinde bir t-shirt, şort ve spor ayakkabı vardı sadece. Odanın içersinde birden beliren adamla ilgili "nasıl oluyor da, bu havada bu kıyafetle dolaşıyor" gibi saçma fikirler dolaşmaya başlamıştı kafasında. Gerginliği, sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Derin bir nefes aldı ama yetmemişti bu nefes ona. Kendini zorlayarak, çatallı ve ince sesiyle,
-"Sen de kimsin?" diye sordu.
Kekelememiş olduğuna kendisi de şaşırmıştı. Sorusunu sorduğu anda lambanın salınımları nihayete ermiş, sarı aydınlığın sınırları tekrar keskinleşmişti. Koltuktaki adamın sadece göğsünden aşağısı aydınlıkta kalıyordu. Koltuktaki duruşunu düzelterek yüzünü aydınlatacak kadar ileriye uzattı ve odada hakim olan korku havasını şaşkınlığa çevirecek o cevabı verdi,
-"Ben tanrıyım."
Yağmur taneleri pencere camını hızla dövmeye devam ederken, o ağzını ıslatabilecek en ufak tükürük tanesi bulamamış, aynı çatallı sesle,
-"Ne?" diyebilmişti.
Bu bir soru değil sadece şaşkınlık belirtisiydi.
-"Ben tanrıyım." cevabı aynı sakin sesle tekrarlandı.
Artık korkusunu bir miktar dizginlemişti.
-"Bu da ne demek oluyor?" diye sordu.
-"Sadece seninle kısa bir sohbet edeceğiz."
-"Kimsin sen? Ne geziyorsun evimde?"
-"Zaten cevapladığım iki soruyu tekrar sormana gerçekten gerek var mı? İnanman için ufak mucizeler bekliyorsan buna vaktim yok. Ben tanrıyım ve sana soracaklarım var. Kapısı ve penceresi kapalı odanda, bu yağmurlu günde, kupkuru bir şekilde sessizce bitivermemi sana özel mucizem olarak al." dedi.
Yumuşak bir sesle ama ciddi olduğunu belli eden bir tonla konuşuyordu. Ufak mucizesine rağmen ona inanmanın saçma olduğunu biliyordu ama içerisinde karşı konulamaz bir teslimiyet isteği duyuyor, inanmak istiyordu. Nedense, inansa rahatlayacak gibiydi.
-"Peki neden buradasın?" diye sordu.
Artık sesi kulağı o kadar cırmalamıyordu.
-"Tanrı misafiri diyelim." karşılığını verdiğinde dudağının kenarına hafif bir gülümseme yerleşmişti.       
-"Gerçekten tanrıysan.." dedi ama cümlesine devam etmeden önce "buna inanmıyorum" diye söylendi kendi kendine.
-"Evet gerçekten tanrıysam." dedi tanrı.
-"Daha iyi bir espri yeteneğin olmasını beklerdim." dedi.
Tanrı hiç beklemeden,
-"Neden?" diye sordu.
Buna cevabı yoktu.
-"Aslında itiraf etmem gereken bir şey var. Ben senin varlığına inanmıyorum." diyiverdi.
Karşılığın sert olabileceği fikri aklına, cümle ağzından çıktıktan sonra gelmişti. Tanrı,
-"Biliyorum." dedi.
-"Tabi ya." karşılığını verdi adam.
İnkar ettiği yaratıcının çalışma odasındaki varlığına şaşılacak bir hızla alışmıştı. Kafasını yavaşça arkasına doğru çevirerek viski bardağına uzandı. Bardağı tanrıya göstererek,
-"Sakıncası var mı?" diye sordu.
-"İhtiyacın var gibi gözüküyor." dedi tanrı.
Bardakta kalan viskinin tamamını bir dikişte bitirerek bardağı tekrar masaya koydu. Yüzünü buruşturmuş, gözlerini kapatmıştı. Açtığında rüyasından uyanmayı beklediğinden belki de, bir iki saniye kapalı tuttu gözünü. Açtığında tanrı hala karşısındaydı.
-"Daha farklı bir kıyafet tercih etmeni beklerdim." dedi tanrının üzerindeki t-shirt'ü işaret ederek.
-"Ne gibi." dedi tanrı.
-"Ne bileyim, beyaz bir takım elbise."
-"Neden?" diye sordu tanrı.
Buna da cevabı yoktu. Bu dünyada yaşamını devam ettirebilecek kadar ön yargıya sahip olmasını sağlayacak sayıda film izleyip, kitap okuduğunu düşündü bir anda.
-"Ama güzel t-shirt." dedi adam.
Tanrının üzerinde Deep Purple grubunun "Machine Head" albümünün kapak baskınsının bulunduğu bir t-shirt vardı.
-"Evet. Sever misin Deep Purple'ı?" diye sordu tanrı.
-"Evet ama sen?"
-"Tabi ki. Aslını söylemek gerekirse, bana kendi varlığımı sorgulatacak kadar iyiler bence." dedi tanrı.
Bu cevabı anladığından emin değildi adam. Bunu fark eden tanrı devam etti.
-"Ritchie Blackmore'un çalarkenki yorumu, tanrı dokunuşundan fazlasını gerektiriyor gibi ve insanı hep planladığımdan daha üstün bir varlığa çeviriyor sanki."
Adam etkilenmiş, samimiyet onu iyice rahatlatmıştı.
-"Sanırım ne demek istediğini anlıyorum."
Tanrı bu cümleden sonra süren kısa sessizliği bozarak
-"Evet konumuza gelelim." dedi.
-"Neymiş konumuz."
-"Öykülerin."
-"Öykülerim mi?"
-"Evet."
-"Onları okudun mu?"
Sorusunun saçmalığının farkına vararak sustu ve tanrıyı dinlemeye devam etti.
-"Bu dünyanın çok güzel bir yer olmadığının farkındayım. Daha da kötüye gittiğini üzülerek söylemeliyim. Dünya fakirlik, açlık, savaş ve zulümle dolu bir yer haline geldi. Ben bunu istemesem de bana inanmadığı için birileri öldürülüyor bu dünyada."
Adam birden kendisini unutmuştu. Sanki tanrı kendi derdini anlatıyor gibiydi. Tanrı devam etti,
-"Yarattığım dünyanın mutsuzluklarla dolu olduğunu kabul ediyorum. Ne tarafa baksam mutsuz insanlar var. Ama sen."
Adam bir anda asıl konunun kendisi olduğunu hatırladı. Konunun kendisine dönmesi yerine, tanırının itiraflarını dinlemeyi tercih ederdi.
-"Senin, bu dünyada mutlu olacak çok ufak bir azınlık varsa onların arasında olman gerekiyor. Herkesin imrendiği bir işin var, paran var, bunların hepsinden önemlisi şu anda mutfakta sırf sana yemek hazırladığı için mutlu olan, sana aşık, sevdiğin bir eşin var. Peki hal böyleyken, bu mutsuz dünyada mutlu olabilecek şeyleri elde etmiş azınlıktayken, neden?"
-"Ne neden?" diye sordu adam. Gerçekten yaşadığı şaşkınlık doğru düşünmesini engelliyordu. Soruyu anlamamıştı.
-"Neden öykülerin mutsuz ve yalnız adamlarla dolu. Sen mutlu olacak şanslı adamsın, sen belki de bu dünyanın o kadar da yanlış olmadığını gösterecek adamsın. Nedir senin derdin?"
Adam sustu. Tanrıyı üçüncü kez cevapsız bıraktığı için biraz da utanmıştı. Kafasını aşağıya doğru eğdi. Öykülerinin mutsuz, yalnız, karamsar, ölme umuduyla yaşayan karakterlerini geçirdi bir bir aklından. Tanrı sesini biraz daha yükselterek,
-"Bana bak." dedi.
-"Benim başım yok, sonum yok. Sonsuz bir yalnızlığın içindeyim. Nasıl olurda benden bile yalnız karakterler yazabilirsin."
Adam birden kafasını kaldırdı. Bu sefer belki de cevaptan emindi. Duruşunu dikleştirdi.
-"Bak görüyor musun?" dedi tanrıya ve devam etti.
-"Derdini ne güzel anlattın. Bense içimdeki, daha kendime anlatamadığım boşluğu tanımlayamıyor, kimseye anlatamıyorum ve işte sırf bu yüzden senden çok daha fazla yalnızım." dedi.       
Bu sefer sessiz kalma sırası tanrıdaydı.
Ayağa kalktı. Pencereye doğru yaklaştı. Adam soluksuz tanrının tepkisini bekliyordu. Tanrı camdan yukarıya, kapkara gökyüzüne doğru baktı. Bu sahne adamın hoşuna gitmişti.
-"Anlıyorum." dedi tanrı.
-"Tahmin edersin ki sanırım bu sohbetimizi de yazacağım." dedi adam.
-"Biliyorum." karşılığını verdi tanrı arkasını dönmeden.
-"Ama ufak bir farklılıkla."
-"Neymiş o?"
-"Beni ziyarete bir kadın vücudu içinde değil, bir erkek vücudu içinde geldiğini yazacağım."
Tanrı kafasını yavaşça adama doğru çevirerek gülümsedi.
-"Evet ilginç olur." dedi.
Adam,
-"Belki biliyorsundur ama sana bir sır vereyim. Bütün öykü yazarları yalanıcıdır." dedi.
Tam o sırada odanın kapısı açıldı ve içeriye adamın eşi girdi.
-"Haydi hayatım yemek hazır."
Adam hızla ayağa kalkmıştı, karısının görüş alanını kapatmak için ama o an yüzünde oluşan dehşeti gizleyememişti. Kadın odanın lambasını yaktı,
-"İyi misin, yüzün bembeyaz" dedi.
-"İyiyim, biraz yoruldum sanırım. Sen geç, geliyorum" dedi ve eşinin yanağına bir öpücük kondurarak onu mutfağa doğru gönderdi. Heyecanla arkasını döndü.
Tanrı yoktu. Gitmişti. Hızla pencerenin yanına geldi. Kafasını, bir dakika önce tanırının yaptığı gibi kapkara gökyüzüne çevirdi. Kısa süre öyle durduktan sonra yemek için odanın kapısına doğu hareketlendi. Tam çalışma masasının önünde durdu. Eğilerek not defterinde, yeni öyküsü için temiz bir sayfa açtı ve yeni öyküsünün başlığını yazdı:


"TANRI MİSAFİRİ"

22 Ekim 2013 Salı

KARLAR DÜŞER


Bulutlar, koca şehrin üzerine çökmüş, apartman çatılarının hemen bittiği yerde, gri, asma bir tavan oluşturuyorlardı. Gece boyunca şehre döktükleri kar taneleri ile her sokağı beyaza boyamışlardı. Sabah saatlerinde azalan yağışla birlikte, yağmur damlaları da eşlik etmeye başlamıştı incelen kar tanelerine, yeryüzüne doğru yaptıkları düşüşte. Kemiklere işleyen bir soğuk vardı. Okulun dışında, bahçe kapısının hemen yanındaki alçak duvarın üzerinde bulabildiği tek kuru yere kalçasını dayamıştı. Kapının geniş sundurması bulunduğu alanı yağıştan koruyordu. Üzerindeki kısa, siyah yağmurluğun kapüşonunu geçirmişti kafasına. Bu ince yağmurluk ve altındaki okul ceketi soğuğa karşı onu pek korumuyordu ama kışın en sert günlerinde bile böyle giyinmek alışkanlığıydı. Soluk renkli şehrine çok yakıştırdığı soğuk, hiç bir zaman rahatsız etmemişti onu. Ceketinin iç cebinden, ezilmiş, tüm keskin hatlarını kaybetmiş bir Monte Carlo paketi çıkardı. Soğuktan kızarmış ellerinin arasında çevirmeye başladı sigara paketini. Etrafına baktı. Hala gelen giden yoktu. Yeni okuluna evden yürüme süresini kestirememiş, istemeden 20 dakika kadar erken gelmişti okula. Kaç sigarası kaldığını kontrol etti önce. 10 tek sigara akşama kadar yeterdi ona. Paketin içinden bir tek sigara ve paketin içine sokuşturduğu küçük çakmağını çıkardı. Sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi. Soğuktan uyuşan baş parmağı, üçüncü denemede başarabildi çakmağı yakmayı. Çakmağı tekrar sigara kutusunun içerisine yerleştirdi ve paketi ceketinin iç cebine attı. Sigarasından ikinci nefesi ciğerlerine doldurmuştu ki, arka arkaya onlarca okul servis aracı okulun önüne park etmeye başladı. Öğrenciler servislerden iner inmez, çok fazla ıslanmamak için, okul binasına doğru koşturuyorlardı. Bu koşuşturmaları sırasında ise, o soğukta ve okulun hemen önünde sigara tüttürmesine şaşırmış olacaklar, soru işaretleriyle dolu yüz ifadeleri ile ona bakıyorlardı. Ona bakıyorlardı ama beladan da uzak durmak istediklerinden göz göze geldikleri anda bakışlarını kaçırıyorlardı ondan. O ise hızlı nefeslerle sigarasını içemeye devam ediyordu. Samimiyetsiz bir sohbetin ortasındaki sahte bir tebessüm kadar mekanik hareket eden sol kolu, her nefes için sigarasını ağzına taşıyor, daha sonra tekrar aşağı indiriyordu. Sağ işaret parmağında henüz tamamen kaybolmamış olan ağrı, solak olmamasına rağmen sol kolunu kullanmayı öğretmişti ona şu son iki haftada. Okulun ilk döneminin son günü, neden olduğunu bilmediği bir şekilde kendisini ortasında bulduğu kavgada, boşa sallanan yumruğun sokak lambasıyla öpüşmesinin ardından sağ işaret parmağında ezik oluşmuş, şişliği bir kaç gün önce henüz inmiş, fakat ağrısı hiç azalmamıştı. O kavgadan vücudunda kalan tek iz de parmağındaki ağrı değildi. Açılan sol kaşına 4 dikiş atılmıştı. Bu kavga annesini çileden çıkartmış, kendisinde daha önce hiç görülmemiş bir kararlılıkla söylemişti ona okulunu değiştireceklerini. Okul değişikliği konusunda, dönemin son günü girdiği bu kavga sadece bardağı taşıran damla olmuştu. Okula gittiği günlerin çoğunda bir belaya bulaşmayı başarıyordu ve annesi faturayı okuluna kesmişti. Haksız da değildi bunu yaparken. Şehirde bulaşmak istenmeyecek ne kadar lise öğrencisi varsa o okuldaydı. Okulun önünde polis minibüsü eksik olmuyordu. Lisenin ilk iki haftasında , taraf bile olduğunun farkına varmadığı kavgalarda yediği dayaklarla dersini almış, sürekli tetikte olmayı, sadece akşam yemekte ne olduğunu düşünerek eve yol aldığı yürüyüşlerinde bile bir kavganın tarafı olabileceğini öğrenmişti. Sırf eve yakın diye yazdırdıkları bu lisede onun başının beladan kurtulmayacağını anlamıştı annesi ve neredeyse 3 kat mesafedeki bu yeni okuluna transferini sağlamışlardı ikinci dönemin başında. Bu yeni okulu, öğrencilerini orta okul not ortalamasına göre alan bir okuldu ve onun orta okul not ortalaması bu okula girmesine yeterliydi, fakat yılın ortasında transfer pek uyguladıkları bir yöntem değildi. Okula transfer için öğretmen babası ciddi bir çaba sarf etmiş, Milli Eğitim Müdürlüğü'nde ne kadar tanıdığı varsa devreye sokmuş ve sonunda oğlunun okulunu değiştirmeyi başarmıştı. Okula koşarak giren yeni okul arkadaşlarını elinden geldiğince dikkatle seyretmeye çalışıyor, bu okulda onu neler bekliyor anlamaya çalışıyordu, ama şu kuşkusuzdu ki, tek sosyal aktiviteleri okul çıkışı giriştikleri kavgalar olanların okulundan çıkmış, sadece kazanacakları kavgalara bulaşacakların okuluna gelmişti. Yeni okul arkadaşlarının yüzlerini incelerken, sadece kazanacakları kavgalara girecekleri tahmininin de iyimser olduğunun farkına varmış, bu okulun herhangi bir şey için kavgaya girişmeyecek adamlarla dolu olduğunu anlamıştı. Onun şimdiye kadar kazandığı kavgaların sayısıyla pek de örtüşmeyen çelimsiz vücuduna bakıp biraz cesaretlenen öğrenciler bile, onunla iki saniyeden fazla göz göze kalacak cesareti gösteremiyorlardı.
Yeni okulunda onu nelerin beklediğini düşünürken, sigarasını son bir iki fırt için ağzına yerleştirmiş, derin nefeslerle körüklüyordu.  O sırada okulunun önüne en son gelen servisin içinden, gülüşmelerinin arasına zor sığdırabildikleri cümleleriyle gürültülü sohbetlerini devam ettirmeye çalışan üç kız indi. Servisten iner inmez atıkları hızlı üç adımın ardından onlar da fark etmişlerdi onu ve bir anda gülüşmeleri kaybolmuş, şaşkınlıkla ona bakmışlar, ardından bakışlarını farklı yöne çevirmişlerdi. Ortadaki kız ise bakışlarını çok fazla kaçıramamış, o sabah ona bu kadar aralıksız bakabilen tek kişi olmuştu. Dikkatlice birbirlerine bakıyorlardı. Kızın kafasındaki, Türkan Şoray kirpiği modeli örülmüş siyah beresi, kirpiklerinin hemen yukarısına kadar iniyordu. Büyük siyah gözleri, berenin biraz daha aşağı inmesini engellemek istercesine kocaman açılmıştı. Dümdüz kahverengi saçları, berinin altından buz sarkıtları gibi omuzlarına düşüyordu. Siyah kaşe montu bedenini sımsıkı sarmış, diz kapaklarının hemen üzerine kadar iniyordu. Gri okul eteği ise montunun bir parmak aşağısında sonlanıyordu. İnce, kırmızı dudakları, sivri burnu ile küçük çenesi arasında keskin bir sınır oluşturuyordu. Yüzündeki ifade, gülmüyor olsa dahi, sıcak bir gülümsemenin yaratabileceği hissi veriyordu karşısındakine. Hiçbir kötülük uğramamış gibiydi ona. İnce kar ve yağmur taneleri bile ona değmiyor, teğet geçip uzaklaşıyorlardı sanki. Bakışmaları kızın adımlarını yavaşlatmıştı ki, bunun farkına varan arkadaşları hemen koluna girerek hızlandırdılar onu. Kızın gözden kayboluşuyla birlikte ağzındaki sigara da tükenmişti. İzmariti hemen ayaklarının önündeki ufak su birikintisinin içerisine doğru bırakarak okul binasına doğru hareketlendi. Okul binasına girer girmez sol tarafında bulunan koridorun başında dikilen öğretmenin direktifleri ile herkes spor salonun yöneliyordu. Belli ki, dönemin ilk günü için yapılacak uzun konuşmalar, hava muhalefetinden dolayı spor salonunda yapılacaktı. Spor salonuna girdiğinde sınıfların tamamı muntazam bir şekilde sıra olmuş, kendisi gibi son gelenler ise, onda olmayan bir telaşla sınıflarının sırasına yerleşmek için hızlı adımlarla hareket ediyorlardı. Bir kaç kişiye sorduktan sonra, yeni sınıfının nerede sıra olduğunu anlamış ve sıranın en arkasına doğru hareketlenmişti. Sıranın son kısmında yeni sınıfındaki arkadaşlarından biri olacak olan 1.80 boylarında, yaklaşık 90 kilo iri bir çocuk neşeli bir şekilde arkadaşlarıyla itişip kakışıyordu. Çocuğun tüm hareketlerine sanki üzerindeki mont biçim veriyordu. Montunun bir balon gibi şişmiş durumdaki yatay boğumları ona bir reklam maskotu havası veriyordu. Tam kalbinin üzerinde dev bir adidas amblemi ve yazısı vardı. Yuvarlak yüzünün ortasındaki kalın dudakları her kahkahada orantısız şekilde açılıyor, yanağının iç kısımlarındaki pembeliği gözler önüne seriyordu. Tüm hareketleri dengesizdi. Her an tökezleyip yere düşecek yada birilerine çarpacak gibi hareket ediyordu. Onun gelmesiyle ise hareketlerine ansızın askeri bir düzen gelmişti. Belli ki onun varlığı rahatını bozmuştu. Yeni sınıf arkadaşları üzerinde oluşturduğu bu gerginliğin sebebini düşünürken, kaşındaki yara izi aklına geldi. Belki de konuşmadan kendisini tanıtması konusunda yardım sağlıyordu bu yara izi. Spor salonunun içerisinde tüm öğrenciler aralarında konuşuyor ve baş ağrıtan bir uğultu yaratıyorlardı. Okul müdürünün, tüm öğrencilerin görebileceği yüksek platformda gözükmesiyle birlikte, bu uğultu bıçak gibi kesildi ve dünyanın en disiplinli ordularını kıskandıracak düzgünlükte sıralar toparlandı. Bu son toparlanma sırasında fark etti, bereli güzel kızla aynı sınıfta olduğunu. Yüzünde, kendisinin de sonradan fark ettiği bir gülümseme oluşmuş, yeni okuluna güzel bir rastlantı ile başlamanın mutluluğuyla kıza bakıyordu. Kız artık beresini çıkartmıştı.  Arkadan izleyebildiği kızın sadece saçlarını görebiliyordu o an ama müdürün yaklaşık 45 dakika süren konuşması boyunca izlemeye devam etmişti kızı. Bir ara arkasından gelerek kafasındaki kapüşonunu çekip indiren öğretmen ile yaptığı sert bakışma bile pek fazla moralini bozmamıştı. Müdürün uzun konuşması sırasında spor salonundaki o muhteşem sessizlik şaşırtmıştı onu. Konuşmanın bitişiyle robot gibi sınıflara hareketlenilmesi de, buraya uyum sağlamakta zorluk çekeceği hissini uyandırmıştı onda. Sıra halinde sınıfa ilerlerken dayanamayarak sıradan ayrılıp, koridorun duvarına dayandı ve etrafını izlemeye başladı. Bu düzen hatırı sayılır bir gerginlik yaratmıştı onda. Biraz nefeslendikten sonra, yavaş adımlarla yeni sınıf arkadaşlarının girdiği sınıfa doğru yürüdü. Sınıfa girdiğinde herkes montlarını asmış, yerine oturmuş, spor salonundakine benzer bir uğultu ile konuşamaya başlamışlardı. O sınıfa girdiğinde ise gözler birden ona çevrildi. Konuşmalar fısıltı halini almıştı. İçeri girer girmez, tek boş yerin, biraz önce sıranın en arkasında gördüğü, kilolu çocuğun yanı olduğunu anladı. Daha da yavaşlattığı adımlarla oturacağı yere doğru ilerledi. Böylece, ikinci sırada oturan bereli güzel kıza bir süre daha bakabilecekti. Kız da ona bakıyor, sınıftaki diğerlerinin aksine bakışlarını gizleme ihtiyacı hissetmiyordu. Yeni sıra arkadaşının yanına geldiğinde herhangi bir konuşma yapmasına gerek kalmadan çocuk ayağa kalkıp yol vermişti ona. Çocuğun yanından geçerek cam kenarına oturdu. Yeni sıra arkadaşı gerginliğini pek gizleyemiyordu. Onun için, bir şekilde eski okuluna düşmediği için şanslı olduğunu geçirdi içinden. Bu tarz adamların gününü zor bitirebileceği bir okuldu çünkü eski okulu. Şimdi ise bu durum kendisi için geçerliydi. Kara kara düşünmeye başlamıştı burada ne yapacağını. Bu sırada gözü birden dışarıya takıldı. Yağmur taneleri yine kaybolmuş, kar taneleri irileşmiş ve lapa lapa yağmaya başlamıştı. Çocukluğunda yaptığı gibi kafasını yukarıya kaldırarak kar tanelerinden birini seçip aşağı kadar izlemeye çalıştı. Dikkatli bakınca, her biri birbirinden farklıydı, bu rahatlıkla görülebiliyordu, fakat hangi kar tanesini seçse yere ulaşana kadar izleyebiliyordu. Sonunda hepsi beyaz zemine dönüşüyorlar, fark edilmez hale geliyorlar, adeta yok oluyorlardı. Sınıfın kapısı sertçe kapandı. Bütün sınıfla birlikte atik bir şekilde o da ayağı fırladı.
-"Günaydın çocuklar" dedi öğretmen.
-"Günaydın" diye bağırdı hep bir ağızdan sınıf. Sesi kulağına en çok o bağırmış gibi geldi.
-"Oturabilirsiniz" dediği anda öğretmen, bir makine gibi muntazam bir senkronla oturdu sınıf yerine. O da uymuştu bu senkrona.