Salonun
en geniş duvarına dayanmış olan kahverengi üçlü koltuğun tam ortasında
oturuyorum. Koltuk çok konforlu, ama bu konfor kalitesinden kaynaklanmıyor.
Eski olduğundan tabanı çökmüş durumda ve üzerine oturan gömülüyor koltuğa.
Renginin mat olması dışında, Hollywood filmlerinde görebildiğimiz, evrendeki en
rahat yer gibi gözüken, lüks tabutlara benziyor. İçine, heykel gibi bembeyaz
yüzleri ve şık siyah takım elbiseleri ile uzanmış ölüleri taşıyan tabutlar. O
ölülerin, birden hareketlenerek tabutun açık kapağından çıkmak için sahip oldukları
enerjiye sahibim gömüldüğüm koltuktan kalkmak için. Evin muhtelif köşelerine
dağılmış kısa Tekel 2001 paketlerinden tek dolu olanı elimin altında. Kısa
Tekel 2001 iyi bir sigaramı bilmiyorum, tek bildiğim Wingston'dan ucuz olduğu.
Evin tüm ışıklarını yaksak da karanlığının kaybolmayacağını bildiğimizden
sanırım, kimsenin bulunmadığı mutfağın ışığı açık sadece. Böyle bir derdimiz
varmış gibi, birbirimizin yüzünü görebilecek ışığı sağlıyor bize mutfak ışığı. O
öğrenci evinde, hayatımın en eylemsiz mevsimini yaşıyorum, mutluluğa ömrümün
diğer evrelerinden daha uzak olmayan bir şekilde. Hayatımın hiçbir kışı, 2004 kışında
olduğu kadar, isyana, umuda, özleme, bildiğim tüm duygulara yabancılaşmıyorum.
100. yıl mahallesinde öğrenci evimiz. Yıllar sonra ortasından biçimsiz bir yol
geçirecekleri için direnişlere katıldığım o koca mahalleyi, o an, ben o evin
içerisindeyken üstüme yıksalar, durun demeyeceğim. Yıkılmasını istediğimden
değil. Yıkılmamasın da istemediğimden. Geçmiş yıllardan özlediğim, iyi yada
kötü hatırladığım hiçbir şey yok. Gelecekse henüz yakama yapışmamış durumda. Ev
arkadaşlarımın durumu benden pek farklı değil.
Ali
tam karşımda duran, geniş yemek masasının yanındaki sandalyelerden birinde
oturuyor. Dirsekleri masanın üzerinde, kafasını önüne eğmiş. Sarı düz saçları
sırtını yarılamış durumda. Yeni sakal tıraşı olduğunu,
yüzündeki kesikler ele veriyor. Üzerinde, her rengi barındıran bir oduncu
gömleği ve yeşil, kalın bir süveter var. Altında ise 80'lerden kalma, açık
mavi, dar bir kot pantolon. Sakal tıraşı ve kıyafet seçiminde biraz olsun
muvaffakiyet sağlayabilse, aslında yakışıklı çocuk. Üzerimdeki dizi çıkmış
eşofman altı ve 2 numara büyük kazakla ne derece onu yargılama hakkına sahibim
bilmiyorum ama benim bir avantajım var, zaten yakışıklı bir adam değilim. Ali,
masaya doğru abanmış vücudu ve öne düşmüş kafası ile düşünceli gibi gözüküyor
benim bulunduğum yerden. Gerçekte tek derdi, circop pazarından edindiği
Diyarbakır tütününü sigara kağıdına sarabilmek. Loş ışıkta biraz zorlanıyor.
İkide bir masanın üzerine dağılan tütün parçalarını, masayı siler gibi yaptığı
hareketle toplayıp tekrar kağıdın içine serpiyor. Diyarbakır tütününü seviyor
Ali. Diğer tütünlerle farkını anlıyor mu bilmiyorum. Benim Diyarbakır tütünü
ile ilgili bildiği tek şey kısa Tekel 2001'den ucuz olduğu ama biraz zahmetli
iş. Evin en başarılısı Ali, ama evin ortalaması biraz düşük olduğundan dışarıda
çok fazla hürmet görmüyor bu "başarısı". Belki de bu evin en sevdiği en
sevdiği yanı, içinde başarılı hissetmesi.
Evin
içerisindeki tek ses, Ali'nin hemen arkasında kalan bilgisayarın
başında oturan Mustafa'nın klavyeye yaptığı vuruşlardan geliyor. 15 santim
mesafede tuttuğu gözlerle bakıyor ekrana. Saçları omuzlarında, benimkilerden
uzun ama Ali'ninkilerden kısa. Üzerinde sadece t-shirt var. Ev sıcak olduğundan
değil, bilgisayar başında üşüdüğünü bile unuttuğundan. Mustafa, zeki ama
çalışmıyor klişesinin vücut bulmuş hali. Bölümünden atılması için geriye yerine
getirmesi gereken bir iki ufak şart kaldı zaten. Sınav kaçırmak, gibi bir
hobisi var. Yarın, muhtemelen uyumaya devam ettiği saatlerde tamamlanacak dif
sınavı gibi. Ben Mustafa'dan başarılıyım, ama Ali'den başarısızım. Bu yüzden
Mustafa'yı yargılama hakkına sahibim. Aslında üçümüzün de okuduğumuz bölümlerin
bize sunacakları hayatları istemediği gerçeğini göz önünde bulundurursak, en
başarısız olanımızın, mümkünse böyle bir şey, mutlu olmaya en yakın kişi olması
muhtemel. Hepimiz ne istemediğimizi biliyoruz, ama bu dünyada sunulan bir şeyi
istememek için daha iyi bir seçenek sunma zorunluluğunu aşamıyoruz. Evin iki
odası, ben ve Ali tarafından kapıldığı için, Mustafa bilgisayarın bulunduğu, L
şeklindeki salonun kısa ayağında yaşıyor. Eskişehir'in varoş mahallelerinde geçen yıllar, L'nin kısa ayağından bir oda yaratma
konusunda kolaylık kazandırmış gibi gözüküyor ona.
Sigara
paketinin kapağını açıyor ve içerisinden bir tane çıkarıyorum. Sigarayı ağzıma
yerleştirdikten sonra çakmak ihtiyacım geliyor aklıma. Çakmak iki metre
ilerideki tekli koltuğun üzerinde. Derdim büyük, bunun için bir miktar uzanmam
gerekiyor. İmdadıma Ali yetişiyor. Sonunda sarmayı başarabildiği ince
sigarasını ağzına koyuyor, dar kot pantolonunun cebinden büyük uğraşlar sonucu
çıkardığı çakmakla yakıyor. İlk nefesi derin bir şekilde içine çekiyor. Dumanı,
her zamanki gibi, kafasını 45 dereceyle yukarıya doğru çevirerek, özellikle
birine doğru üflüyormuş gibi üflüyor ve ardından dudaklarını yalıyor. İlk nefes
merasimi bittikten sonra kafamla işaret ediyorum çakmağı, atıyor. Yakıyorum ben
de sigaramı. Dumanımı karşıya üflüyorum. Klavyeye yapılan darbe ve çakmak
seslerinin ardından ilk ses Mustafa'dan geliyor.
-"Yemek
yiyelim mi?" diyor.
Mustafa'nın
bilgisayar başındayken aklına gelebilen tek şey yemek. Mustafa her zaman
korkuyor aç kalmaktan. Ben hiç korkmuyorum. Belki de hiç aç kalmadığımdan. Ali'den
de, benden de bir cevap gelmiyor Mustafa'ya. Birer fırt daha çekiyoruz sigaralardan.
Dumanların biri yukarıya doğru, biri yere paralel.
-"Bizim
arkadaşlar komüne katılmıştı ya." diyor Ali.
Kendisi
gibi anarşist olan ve bir kaç ay önce Yunanistan'da kurulan bir anarşist komüne
katılan arkadaşlarından bahsediyor.
-"Devam
ediyorlar. Oluyormuş demek ki." diyor.
Otoritesiz,
kuralsız, kanunsuz bir yaşamın mümkün olduğunu, düzenin sağlanmasını doğal
yollara bıraktığında insanların uyum içerisinde yaşayabildiklerini
ispatlıyorlarmış.
-"Ali'ciğim."
diyorum. "Kim bu komünü kuranlar?"
-"Kim?"
diye o da aynı soruyu bana yöneltiyor.
-"Senin
gibi adamlar, senin gibi kafam kalınlığında kitaplar okuyan çocuklar."
diye cevap veriyorum kendi soruma.
Kalın
bir şeylere örnek verecek olsam hep kafamı kullanıyorum.
-"Eeee."
diyor.
-"E'si,
gel uçak biletini alalım, arkadaşlarını arayıp karşılamalarını söyleyelim ve bizi
her daim kazıklamanın yolunu arayan ev sahibimizi sizin şu komüne yollayalım.
Bakalım neler oluyor komüne."
-"Ne
alakası var." diye sesini yükseltir gibi oluyor.
-"Alakası
var. Şöyle ki." diyorum. "İnsanların o komünde uyum içerisinde
yaşadığını iddia ediyorsunuz ama o komünde insan yok. Siz insan değilsiniz Ali,
insan olan bizim ev sahibi."
Dumanlar
uçuşuyor havada. Susuyoruz.
-"Senin
sevgilin yok mu?" diye soruyorum.
-"Bu
ne biçim soru." diyor.
-"Var
mı yok mu? diyorum.
-"Bilmiyor
musun, var işte." diyor İstanbul'da okuyan kız arkadaşından bahsederek.
-"Oğlum,
üç ayda bir sevişilen sevgili mi olur?" diye sakin bir şekilde soruyorum.
-"Siktir
git." diyor sert bir şekilde.
Sakinliğimi
koruyup, onun gibi hiddetlenmemeye dikkat ediyorum.
-"Sen
siktir git." diyorum. Birkaç fırt daha.
-"Dinle,
sen daha sevdiğin kızla birlikte olmayı beceremiyorsun, neden uğraşırsın böyle
insanları kurtaracak çarelerle?" diyorum.
-"Kimseyi
kurtarmak için çare aramıyorum, tek derdim kendimi kurtarmak." karşılığını
veriyor.
-"İşte
şimdi bir anarşist gibi konuştun." diyorum.
Gülüyor.
Söylediğim şey komik olduğundan değil, salak olduğumu düşündüğünden. Sigaralar
bitiyor. Elimdeki paketi bırakıyor ve koltuğun üzerindeki boş olan diğer 2001
paketini alıyor, içinde söndürüyorum sigaramı. Sohbete devam etme çabası bu
sefer benden geliyor,
-"Bir
adamla tanıştım."
-"Ben
de birçok adamla tanıştım." diyor Ali alaycı bir sesle.
-"Bu
adam ilginç bir adamdı." diyorum alaycı tavrını umursamadan.
-"Benim
tanıdıklarım arasında da ilginç olanlar var." diyor bu sefer.
Alaylarını
dikkate almamaya çalışıyorum.
-"Dinlemeyeceksen
siktir git." diyorum sakince.
-"Anlat
diyor." bitkin bir şekilde.
-"Adam
bana her yıl en az bir kez kendi mezarının önünde dua ettiğini söyledi."
diyorum.
Bu
cümlem Mustafa'nın da, Ali'nin de ilgisini çekiyor birden. Klavye sesleri yok
oluyor. İkisi de bana doğru bakıyor.
-"Nasıl"
diye soruyor Mustafa heyecanla.
Kendi
mezarını görmek fikri hoşuna gitmiş gibi.
-"İşte
adam gidiyor kendi mezarına, kendi isminin yazılı olduğu mezar taşının önünde
dua ediyor." diyerek sanki farklı bir açıklama yapmış gibi iyice
yayılıyorum oturduğum yere.
Kısa
süreli bir sessizlik. Artık bana değil boşluğa doğru bakıyorlar. Sanırım kendi
mezarlarını düşünüyorlar. Yüzlerinde hiç görmediğim bir huzur okunuyor.
-"Adama
dedesinin ismini vermişler. Bayramlarda dedesinin mezarına gidip dua ediyormuş.
Kendi isminin yazılı olduğu mezar taşına fatiha okuyor adam ve bana bunu kendi
mezarıma gidiyorum diye anlattı. İlginç değil mi sizce de?" diyorum.
Hala
boşluğa bakıyorlar. Dede ismi mevzusunu duymamış yada umursamamış gibiler. Görünen,
kendi mezarlarına gitme fikrindeler hala. Mustafa,
-"Godot."
diyor.
-"Ne
diyor?" Ali.
-"Godot"
diye tekrarlıyor Mustafa.
Bu
sefer herhangi bir soru sormadan açıklama bekleyen gözlerle Mustafa'ya
bakıyoruz. Bir süre düşündükten sonra devam ediyor Mustafa,
-"Belki
de bizim Godot'umuz azrailimizdir. Bu 2 + L evde, bu salonda azrailimizi
bekliyoruzdur. Azrailimizi, yani kendi mezarımızı, üzerinde ismimiz yazan mezar
taşımızı bekliyoruz."
-"Hımm,
güzel." diyor Ali.
Ben
bu kadar çabuk kabul etmiyorum fikri.
-"Yemişim
Godot'yu. Benim Godot'yu beklediğim filan yok. İşimiz düşerse gider buluruz
Godot'yu." diye söyleniyorum.
Ardından
kafamı yavaşça sola doğru çevirerek üzerinde oturduğum rahat, üçlü koltuğa
bakıyorum. Yavaş bir hareketle vücudumu kıçımın üzerinde çevirerek, dümdüz
uzanıyorum üçlü koltuğa. Kollarımı göğsümde birleştirerek kapatıyorum
gözlerimi.