Bu Blogda Ara

30 Ocak 2014 Perşembe

ZAMANI DURDURAN ŞARAP



Üzerinde siyah kalın bir çorap, kısacık kot şort, gri bir sweat shirt vardı. İncecik vücudunu dayamıştı Vlatava nehrinin yanındaki koyu yeşil renkteki korkuluklara. Yarısından fazlasını yediği yeşil elmayı, bir ısırık daha almak için, ağzına götürmüş, gözlerini kısmış, bana doğru bakıyordu. Zayıf olan ön dişleri ile ısırmamak için her zaman ki gibi azı dişleriyle alıyordu ısırığını. Hemen gerisindeki bankta oturuyor, onu izliyordum. Elimdeki ucuz şarap tükenmek üzereydi. Öğle saatlerinde Prag'ın hiçbir turistin uğramadığı arka sokaklarındaki turumuzun sonunda, kendimizi o banka atmış, banka oturmadan önce de, güneşin henüz batıp, Vlatava nehrini kızıla boyayarak romantik şehir tablosunu oluşturmasına saatler olmasına aldırış etmeden, şarabımızı almıştık. Romantik olmak için güneşin batışına duymadığımız ihtiyacı, geniş şarap bardaklarına da duymuyorduk. Şişeden içtiğimiz şaraptan aldığımız her yudumda, sanki bizde bir değişiklik olmuyor, olan etrafımızdaki koca dünyaya oluyordu. Zaman her yudumumuzda daha da yavaşlıyor, şehir sakinleşiyor, tenhalaşıyor, herkes yavaş yavaş ortalıktan kayboluyordu.  Şarabın yarısına gelmiştik ki, Karl köprüsünün üzerindeki kalabalık buharlaşmış, nehrin tam karşısında kalan Kafka Müzesinin çatı katının dar penceresinden bizi seyrettiği hissine kapıldığımız, kafasının üzerinde uzun iki anten benzeri bir şeyler bulunan adam silueti de kaybolmuştu. Şarabın son yudumları kalmışken şişede, elindeki yarım elmasıyla kalkmış ayağa, ağır adımlarla korkuluklara doğru, tablonun tek eksiğini tamamlamak için yürümüştü. Bana doğru bakarken, sağ elimle sardığım şarap şişesini, son yudumu da doldurmak için ağzıma doğru götürdüm. Bu hareket sanki dakikalar almıştı. Aynı ağırlıkta indirdim şişeyi içinde bir damla şarap kalmayana kadar kafama diktikten sonra. Ona baktım. Kestane rengi, düz saçları hareketsiz duruyordu. Her yudumda yavaşlayan zaman, son yudumdan sonra tamamen durmuştu. Akmayan, yerinde duran an, rüzgara bile izin vermiyordu saçlarını hareket ettirecek. Bizden başka herkesin kaybolduğu, öncesi ya da sonrası olmayan bir anın içinde hapsolmamız, onu öyle hareketsiz izlerken hiç rahatsız etmiyordu beni. Koca evren kısalıp, daralıp aramızdaki 3 metreye sıkışmaya çalışıyor hissi kapladı içimi. Biz dışında bir yer, o an dışında bir an yoktu. İlkokul öğretmenimizin şimdiki zamanı ilk kez anlattığı, Türkçe dersleri geldi aklıma. Şöyle demişti,
-"Şimdiki zaman, konuşmayı yaptığımız anda devam eden eylemlerimiz için kullanılır çocuklar ve yüklemin sonuna "-yor" eki konularak anlatılır. Şimdi örnek verelim.
Ben bakıyorum.
Sen bakıyorsun.
O bakıyor.
Biz bakıyoruz.
Siz bakıyorsunuz.
Onlar bakıyorlar."
Şimdiki zaman daha net anlatılamaz zannetmiştim hep, fakat o an anlıyordum ki bir şeyler eksik anlatılmıştı. Şimdiki zamanın bu kadar güzel olabileceğinden hiç bahsetmemişti ilkokul öğretmenim. Emrah Serbes, "Zamanı durdurmak istediğin yere aitsindir." dediğinde de biraz eksik kalmıştı belli ki. Zamanın durdurulabileceği aklına gelmemişti sanırım. Biz zamanı durdurmak istediğimiz değil, zamanı durduğumuz yere aittik. Vlatava nehrinin hemen yanındaki o 3 metrekarelik alana. Gözümü ondan alabilsem, yüzümü şehre doğru çevirecek ve Prag'a, o tarihi şehre soracaktım, öyle güzel bir tarih daha önce görüp görmediğini.

23 Ocak 2014 Perşembe

BEKLERKEN

Salonun en geniş duvarına dayanmış olan kahverengi üçlü koltuğun tam ortasında oturuyorum. Koltuk çok konforlu, ama bu konfor kalitesinden kaynaklanmıyor. Eski olduğundan tabanı çökmüş durumda ve üzerine oturan gömülüyor koltuğa. Renginin mat olması dışında, Hollywood filmlerinde görebildiğimiz, evrendeki en rahat yer gibi gözüken, lüks tabutlara benziyor. İçine, heykel gibi bembeyaz yüzleri ve şık siyah takım elbiseleri ile uzanmış ölüleri taşıyan tabutlar. O ölülerin, birden hareketlenerek tabutun açık kapağından çıkmak için sahip oldukları enerjiye sahibim gömüldüğüm koltuktan kalkmak için. Evin muhtelif köşelerine dağılmış kısa Tekel 2001 paketlerinden tek dolu olanı elimin altında. Kısa Tekel 2001 iyi bir sigaramı bilmiyorum, tek bildiğim Wingston'dan ucuz olduğu. Evin tüm ışıklarını yaksak da karanlığının kaybolmayacağını bildiğimizden sanırım, kimsenin bulunmadığı mutfağın ışığı açık sadece. Böyle bir derdimiz varmış gibi, birbirimizin yüzünü görebilecek ışığı sağlıyor bize mutfak ışığı. O öğrenci evinde, hayatımın en eylemsiz mevsimini yaşıyorum, mutluluğa ömrümün diğer evrelerinden daha uzak olmayan bir şekilde. Hayatımın hiçbir kışı, 2004 kışında olduğu kadar, isyana, umuda, özleme, bildiğim tüm duygulara yabancılaşmıyorum. 100. yıl mahallesinde öğrenci evimiz. Yıllar sonra ortasından biçimsiz bir yol geçirecekleri için direnişlere katıldığım o koca mahalleyi, o an, ben o evin içerisindeyken üstüme yıksalar, durun demeyeceğim. Yıkılmasını istediğimden değil. Yıkılmamasın da istemediğimden. Geçmiş yıllardan özlediğim, iyi yada kötü hatırladığım hiçbir şey yok. Gelecekse henüz yakama yapışmamış durumda. Ev arkadaşlarımın durumu benden pek farklı değil.
Ali tam karşımda duran, geniş yemek masasının yanındaki sandalyelerden birinde oturuyor. Dirsekleri masanın üzerinde, kafasını önüne eğmiş. Sarı düz saçları sırtını yarılamış durumda. Yeni sakal tıraşı olduğunu, yüzündeki kesikler ele veriyor. Üzerinde, her rengi barındıran bir oduncu gömleği ve yeşil, kalın bir süveter var. Altında ise 80'lerden kalma, açık mavi, dar bir kot pantolon. Sakal tıraşı ve kıyafet seçiminde biraz olsun muvaffakiyet sağlayabilse, aslında yakışıklı çocuk. Üzerimdeki dizi çıkmış eşofman altı ve 2 numara büyük kazakla ne derece onu yargılama hakkına sahibim bilmiyorum ama benim bir avantajım var, zaten yakışıklı bir adam değilim. Ali, masaya doğru abanmış vücudu ve öne düşmüş kafası ile düşünceli gibi gözüküyor benim bulunduğum yerden. Gerçekte tek derdi, circop pazarından edindiği Diyarbakır tütününü sigara kağıdına sarabilmek. Loş ışıkta biraz zorlanıyor. İkide bir masanın üzerine dağılan tütün parçalarını, masayı siler gibi yaptığı hareketle toplayıp tekrar kağıdın içine serpiyor. Diyarbakır tütününü seviyor Ali. Diğer tütünlerle farkını anlıyor mu bilmiyorum. Benim Diyarbakır tütünü ile ilgili bildiği tek şey kısa Tekel 2001'den ucuz olduğu ama biraz zahmetli iş. Evin en başarılısı Ali, ama evin ortalaması biraz düşük olduğundan dışarıda çok fazla hürmet görmüyor bu "başarısı". Belki de bu evin en sevdiği en sevdiği yanı, içinde başarılı hissetmesi.     
Evin içerisindeki tek ses, Ali'nin hemen arkasında kalan bilgisayarın başında oturan Mustafa'nın klavyeye yaptığı vuruşlardan geliyor. 15 santim mesafede tuttuğu gözlerle bakıyor ekrana. Saçları omuzlarında, benimkilerden uzun ama Ali'ninkilerden kısa. Üzerinde sadece t-shirt var. Ev sıcak olduğundan değil, bilgisayar başında üşüdüğünü bile unuttuğundan. Mustafa, zeki ama çalışmıyor klişesinin vücut bulmuş hali. Bölümünden atılması için geriye yerine getirmesi gereken bir iki ufak şart kaldı zaten. Sınav kaçırmak, gibi bir hobisi var. Yarın, muhtemelen uyumaya devam ettiği saatlerde tamamlanacak dif sınavı gibi. Ben Mustafa'dan başarılıyım, ama Ali'den başarısızım. Bu yüzden Mustafa'yı yargılama hakkına sahibim. Aslında üçümüzün de okuduğumuz bölümlerin bize sunacakları hayatları istemediği gerçeğini göz önünde bulundurursak, en başarısız olanımızın, mümkünse böyle bir şey, mutlu olmaya en yakın kişi olması muhtemel. Hepimiz ne istemediğimizi biliyoruz, ama bu dünyada sunulan bir şeyi istememek için daha iyi bir seçenek sunma zorunluluğunu aşamıyoruz. Evin iki odası, ben ve Ali tarafından kapıldığı için, Mustafa bilgisayarın bulunduğu, L şeklindeki salonun kısa ayağında yaşıyor. Eskişehir'in varoş mahallelerinde geçen yıllar, L'nin kısa ayağından bir oda yaratma konusunda kolaylık kazandırmış gibi gözüküyor ona.
Sigara paketinin kapağını açıyor ve içerisinden bir tane çıkarıyorum. Sigarayı ağzıma yerleştirdikten sonra çakmak ihtiyacım geliyor aklıma. Çakmak iki metre ilerideki tekli koltuğun üzerinde. Derdim büyük, bunun için bir miktar uzanmam gerekiyor. İmdadıma Ali yetişiyor. Sonunda sarmayı başarabildiği ince sigarasını ağzına koyuyor, dar kot pantolonunun cebinden büyük uğraşlar sonucu çıkardığı çakmakla yakıyor. İlk nefesi derin bir şekilde içine çekiyor. Dumanı, her zamanki gibi, kafasını 45 dereceyle yukarıya doğru çevirerek, özellikle birine doğru üflüyormuş gibi üflüyor ve ardından dudaklarını yalıyor. İlk nefes merasimi bittikten sonra kafamla işaret ediyorum çakmağı, atıyor. Yakıyorum ben de sigaramı. Dumanımı karşıya üflüyorum. Klavyeye yapılan darbe ve çakmak seslerinin ardından ilk ses Mustafa'dan geliyor.
-"Yemek yiyelim mi?" diyor.
Mustafa'nın bilgisayar başındayken aklına gelebilen tek şey yemek. Mustafa her zaman korkuyor aç kalmaktan. Ben hiç korkmuyorum. Belki de hiç aç kalmadığımdan. Ali'den de, benden de bir cevap gelmiyor Mustafa'ya. Birer fırt daha çekiyoruz sigaralardan. Dumanların biri yukarıya doğru, biri yere paralel.
-"Bizim arkadaşlar komüne katılmıştı ya." diyor Ali.
Kendisi gibi anarşist olan ve bir kaç ay önce Yunanistan'da kurulan bir anarşist komüne katılan arkadaşlarından bahsediyor.
-"Devam ediyorlar. Oluyormuş demek ki." diyor.
Otoritesiz, kuralsız, kanunsuz bir yaşamın mümkün olduğunu, düzenin sağlanmasını doğal yollara bıraktığında insanların uyum içerisinde yaşayabildiklerini ispatlıyorlarmış.
-"Ali'ciğim." diyorum. "Kim bu komünü kuranlar?"
-"Kim?" diye o da aynı soruyu bana yöneltiyor.
-"Senin gibi adamlar, senin gibi kafam kalınlığında kitaplar okuyan çocuklar." diye cevap veriyorum kendi soruma.
Kalın bir şeylere örnek verecek olsam hep kafamı kullanıyorum.
-"Eeee." diyor.
-"E'si, gel uçak biletini alalım, arkadaşlarını arayıp karşılamalarını söyleyelim ve bizi her daim kazıklamanın yolunu arayan ev sahibimizi sizin şu komüne yollayalım. Bakalım neler oluyor komüne."
-"Ne alakası var." diye sesini yükseltir gibi oluyor.
-"Alakası var. Şöyle ki." diyorum. "İnsanların o komünde uyum içerisinde yaşadığını iddia ediyorsunuz ama o komünde insan yok. Siz insan değilsiniz Ali, insan olan bizim ev sahibi."
Dumanlar uçuşuyor havada. Susuyoruz.
-"Senin sevgilin yok mu?" diye soruyorum.
-"Bu ne biçim soru." diyor.
-"Var mı yok mu? diyorum.
-"Bilmiyor musun, var işte." diyor İstanbul'da okuyan kız arkadaşından bahsederek.
-"Oğlum, üç ayda bir sevişilen sevgili mi olur?" diye sakin bir şekilde soruyorum.
-"Siktir git." diyor sert bir şekilde.
Sakinliğimi koruyup, onun gibi hiddetlenmemeye dikkat ediyorum.
-"Sen siktir git." diyorum. Birkaç fırt daha.
-"Dinle, sen daha sevdiğin kızla birlikte olmayı beceremiyorsun, neden uğraşırsın böyle insanları kurtaracak çarelerle?" diyorum.
-"Kimseyi kurtarmak için çare aramıyorum, tek derdim kendimi kurtarmak." karşılığını veriyor.
-"İşte şimdi bir anarşist gibi konuştun." diyorum.
Gülüyor. Söylediğim şey komik olduğundan değil, salak olduğumu düşündüğünden. Sigaralar bitiyor. Elimdeki paketi bırakıyor ve koltuğun üzerindeki boş olan diğer 2001 paketini alıyor, içinde söndürüyorum sigaramı. Sohbete devam etme çabası bu sefer benden geliyor,
-"Bir adamla tanıştım."
-"Ben de birçok adamla tanıştım." diyor Ali alaycı bir sesle.
-"Bu adam ilginç bir adamdı." diyorum alaycı tavrını umursamadan.
-"Benim tanıdıklarım arasında da ilginç olanlar var." diyor bu sefer.
Alaylarını dikkate almamaya çalışıyorum.
-"Dinlemeyeceksen siktir git." diyorum sakince.
-"Anlat diyor." bitkin bir şekilde.
-"Adam bana her yıl en az bir kez kendi mezarının önünde dua ettiğini söyledi." diyorum.
Bu cümlem Mustafa'nın da, Ali'nin de ilgisini çekiyor birden. Klavye sesleri yok oluyor. İkisi de bana doğru bakıyor.
-"Nasıl" diye soruyor Mustafa heyecanla.
Kendi mezarını görmek fikri hoşuna gitmiş gibi.
-"İşte adam gidiyor kendi mezarına, kendi isminin yazılı olduğu mezar taşının önünde dua ediyor." diyerek sanki farklı bir açıklama yapmış gibi iyice yayılıyorum oturduğum yere.
Kısa süreli bir sessizlik. Artık bana değil boşluğa doğru bakıyorlar. Sanırım kendi mezarlarını düşünüyorlar. Yüzlerinde hiç görmediğim bir huzur okunuyor.
-"Adama dedesinin ismini vermişler. Bayramlarda dedesinin mezarına gidip dua ediyormuş. Kendi isminin yazılı olduğu mezar taşına fatiha okuyor adam ve bana bunu kendi mezarıma gidiyorum diye anlattı. İlginç değil mi sizce de?" diyorum.
Hala boşluğa bakıyorlar. Dede ismi mevzusunu duymamış yada umursamamış gibiler. Görünen, kendi mezarlarına gitme fikrindeler hala. Mustafa,
-"Godot." diyor.
-"Ne diyor?" Ali.
-"Godot" diye tekrarlıyor Mustafa.
Bu sefer herhangi bir soru sormadan açıklama bekleyen gözlerle Mustafa'ya bakıyoruz. Bir süre düşündükten sonra devam ediyor Mustafa,
-"Belki de bizim Godot'umuz azrailimizdir. Bu 2 + L evde, bu salonda azrailimizi bekliyoruzdur. Azrailimizi, yani kendi mezarımızı, üzerinde ismimiz yazan mezar taşımızı bekliyoruz."
-"Hımm, güzel." diyor Ali.

Ben bu kadar çabuk kabul etmiyorum fikri.
-"Yemişim Godot'yu. Benim Godot'yu beklediğim filan yok. İşimiz düşerse gider buluruz Godot'yu." diye söyleniyorum.

Ardından kafamı yavaşça sola doğru çevirerek üzerinde oturduğum rahat, üçlü koltuğa bakıyorum. Yavaş bir hareketle vücudumu kıçımın üzerinde çevirerek, dümdüz uzanıyorum üçlü koltuğa. Kollarımı göğsümde birleştirerek kapatıyorum gözlerimi. 

6 Ocak 2014 Pazartesi

BENCE SICAKTI


Sarı ışığın samimiyet kazandırmaya çalıştığı mutfağımızda, akşam yemeklerinin şaşmayan saatinde toplanmıştık yine ailecek. Babam ve ablam benim gibi yerlerine kurulmuşlar çorbalarını beklerken, annem beklenen çorbaları kaselerine koyuyordu. Masanın üzerinde mükemmel şekilde bilindik yerlerine konan derin tabaklar, ana yemekten önce çorba kaselerinin üzerlerine konulmasını bekliyor, rutinin verdiği ızdırapta bizi yalnız bırakmıyorlardı. Uzun yemek masasının pencereye dayanmış kenarına yakın kısımda, babamın tam karşısında oturuyordum. Dirseklerimden aşağısını masanın üzerine koymuş, mavi, kalın, plastik masa örtüsünün serinliğini kolumda hissediyordum. Sol tarafımda kalan tahta doğrama pencerenin geniş aralığından gelen ılık esinti, sadece benim duyabileceğim, tiz bir ıslık çalıyordu. Beyaz renkli, ince tülü yavaşça yana kaydırarak sokağa baktım. Açık gri renkteki otobüs durağı, sokağın kalan kısmı gibi boştu. Durağın hemen yanında yükselen sokak lambası, güneş henüz tamamen batmamış olmasına rağmen ışığını yakmış, güneş ışığından dolayı varlığını gösteremiyordu. Tülü rahat bırakarak tekrar masaya döndüm. Yazılı olmayan, ama gerekli görüldüğünde babam tarafından sözlü olarak hatırlatılan ve evimizin en önemli kurallarından biri olan "sofrada konuşulmaz" kuralı, evin tüm bireyleri tarafından kusursuzca yerine getiriliyor, annem çorbaları koyarken kepçenin kaseye değdiği anda çıkardığı sesler tüm ayrıntıları ile duyuluyordu. Dördümüzü bir araya getiren tek an olan akşam yemeklerini sessizliğe bürüyen bu kuralı hiç bir zaman anlamamıştım, ama beni çok da rahatsız etmeyen, kolay kabullendiğim bir kuraldı. Annem son çorba kasesini de kendi tabağının içerisine koyduktan sonra masaya oturdu. Anneme ve ablama baktım kısa bir süre. Sessizlik kuralını bozmayacakları belliydi o akşam, fakat o gün özel bir gündü benim için ve kural, kanun dinlemeyecek gibiydim. Otuz yaşıma geldiğimde bile, kendi kendime sorduğum "neye yeteneğim var bu dünyada?" sorusunun tek cevabı olan futbol, o günden sonra, hayatımda resmiyet kazanacak, lojman içerisindeki ezeli rakiplerimize karşı yıllardır araba park alanlarında verdiğim mücadeleler geride kalacak, profesyonel futbola adım atacaktım. Okuldan çıkışta, öğleden sonra koştura koştura gittiğim ve son dakikalarda ismimi yazdırdığım Eskispor futbol takımı seçmelerinde, hoca tarafından beğenilmiş, takıma seçilmiştim. Kendi yaş aralığımda seçmeler için yapılan maçta, hocanın bendeki yeteneği görmesi sadece 5 dakikasını almış, beni hemen maçtan çıkartarak ismimi yazdırmıştı. Maçın daha 5. dakikasında durdurularak, benim kenara çağrılmam, o an kenarda bekleyen ve benimle aynı hayali paylaşan onlarca yaşıtımın bakışları arasında hocanın yanına, o ortak hayale doğru yürümem, ömrüm boyunca unutamayacağım bir ana dönüşüyordu. İnsan, hayatındaki en büyük hayale eriştiği zaman, bu yolda kimlerin üzerine bastığını, kimleri ezdiğini umursamıyordu sanırım. Buna bir de çocuk acımasızlığını eklediğimde, o an gözlerini üzerime dikmiş olan rakiplerimin içinde bulundukları durum bana zevk bile veriyordu. İlk defa kendi koyduğum, ısmarlama olmayan bir başarı hedefine ulaşmıştım ve bunu evdekilerle paylaşmak için sabırsızlanıyordum. Aile içersinde, sofrada sessizlik kuralını en iyi içselleştiren "ben", o anda takıma seçildiğini neşe içerisinde anlatmak için yerinde duramayan "ben" karşısında sert bir kabuk gibi duruyor, fakat bir yandan da bunu uzun süre sürdüremeyeceğinin farkına varıyordu. Sessizliği bozmalı, çorbalarımızı kaşıklamaya başlamadan mutluluğumu onlarla paylaşmalıydım. Hayatımda ilk defa başarılı hissediyordum.

-"Ben bugün Eskispor'un seçmelerine katıldım. Seçtiler beni. İki gün sonra antrenmana gideceğim." dedim.

Sesimi hiç o kadar özgüven sahibi bir şekilde duymamıştım. Sofradaki sessizliğin benim tarafımdan bozulmasıyla yaşadıkları şaşkınlığın geçmesini, tebrik konuşmalarına başlamalarını bekliyordum. Tebrikleri kabulden sonra Eskispor'un altyapısının ne kadar iyi olduğunu, seçilmenin nasıl zor olduğunu ballandıra ballandıra anlatacak, sahanın ortasındaki gurur yürüyüşümün detaylarını verecektim. Annem, yüzünde oluşan hafif gülümsemenin ardından tam bir şey söyleyecekti ki, babamın çorbasından, ağzını şapırdatarak aldığı ilk yudum dikkatlerin o yöne çevrilmesine sebep oldu. Babam yüzünü buruşturarak,

-"Çorba soğuk mu? Tam ısıtmamışsın." dedi anneme.

Annem ayağa kalkarak babamın çorba kasesini aldı. Sofranın üzerine tuttuğum kollarım masa örtüsüne yapıştı bir anda. Hareketsizce babama bakıyordum. Babam hiç çocuk olmuş muydu? Babasından ufak bir takdir beklemiş miydi severek yaptığı bir şeyde başarılı olduğu için  ya da sırf onun ilgisizliğinden dolayı kaybetmiş miydi ilgisini çok sevdiği bir şeylere karşı? Babam 11 yaşında olmuş muydu hiç, 11 yaşında yanında dev gibi duran babasında korkmuş muydu, benim babamdan korktuğum kadar? Güneş ışığının karşısında, güçsüz bir sokak lambasının yaşadığı acizliği yaşamış mıydı babasının karşısında? Babamın yaşanıp yaşanmadığından emin olamadığım çocukluğu ile ilgili sorular kafamın içerisinde fütursuzca dolaşırken, kızarmış ama yaşarmamak için direnen gözlerimi babamın yüzüne dikmiştim. Hissettiklerim kızgınlık mıydı, üzüntü müydü ya da ikisi bir arada mıydı ayırt edemiyordum. Sanırım çocuklar hislerini isimlendirmekte biraz zorlanıyorlar. Ben dikkatlice babamın yüzünü incelerken, sanki o bana bakmamak için büyük çaba sarf ediyordu. Bir an tuhaf bir hisse kapıldım. Benim ondan korktuğumdan çok daha fazla korkuyor gibiydi benden. Hayal kırıklığına uğramış bir çocuktan daha korkunç ne olabilirdi ki? Kafamı öne doğru eğdim. 18 yaşında o evden ayrıldıktan sonra bir daha hiçbir akşam yemeği menüme dahil etmediğim o sessizlik yeniden çökmüştü sofranın üzerine. Çorbamdan bir kaşık aldım. Bence sıcaktı.