Ayaklarını salonun ortasında
bulunan dikdörtgen sehpanın üzerine doğru uzattı. Ayakları kendilerine rahat
bir yer buluna kadar sehpanın üzerindeki tüm boş bomonti şişelerini
birbirlerine çarptırmıştı. Sağ omzunu, üçlü koltuğun koluna yaslayarak iyice yayıldı.
"Sağ
omuzdan çenenin sağ
kısmına kadar çıkan kronik ağrı,
geç kalınmış rotator
manşon
tendiniti teşhisi..."
Tek dolu bira şişesi
göbeğinin üzerinde, sağ avucunun içerisindeydi. Eli terlemeye, bira ısınmaya
devam ediyordu. Saatlerdir televizyona bakıyordu. Kanalı hiç değiştirmemişti.
Değiştirmesine de gerek yoktu zaten. Ekranda ne olduğuyla pek ilgilenmiyor,
şuursuzca izliyordu. Yeterli imkanları olsa dünyanın tüm sıkıntılarını ortadan kaldırabileceklerine
kendilerini inandırmış gibi gözüken 4 adamın tartışma programı 2 saat önce
başlamıştı, ama neyi tartıştıklarına dikkat etmemiş, sadece bebek
kanallarındaki renk değişimlerini seyreden bir bebek gibi yönetmenin 1.
kameradan 2. kameraya, sonra da 3. kameraya geçişini takip ediyordu. Isınmış
birasından bir yudum daha almak için şişeyi yavaşça kaldırdığında t-shirt ünün
üzerindeki halka şeklindeki ıslaklığa takıldı gözü. Sınırları belirsizleşene ve
halka gözden kaybolmaya yaklaşana kadar şişeyi havada tuttu, ardından en ufak
tat almadan sıcak birayı doldurdu ağzına ve uzanarak elindekini diğerlerinin
yanına, sehpa üzerindeki şişe mezarlığına yerleştirdi. Her akşam olduğu gibi 4 boş
bomonti şişesi yan yana duruyordu. Mesaileri bitmiş, en az onun kadar yorgun
gözüküyorlardı. Kendisi gibi yorgun gözükseler de, bomonti şişelerinin
yorgunluklarını kıskanıyordu. Çünkü depozitosuzlardı. Mesailerini tamamlamışlardı
ve biraz önce kendilerini tüketen adamın, yatmaya giderken boş bedenlerini çöpe
atmasını bekliyorlardı. Yarın sabah bira fabrikasına dönüp tekrar
doldurulmayacaklar, mesailerine, sanki bir gün önce tamamlamamışlar gibi baştan
başlamayacaklardı. Depozitosuz bira şişelerine özeniyordu. Şişelere bakıp,
kendisi için depozitosuz bir iş hayal ederken salonun kapısından sessizce girdi
yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşı. Çalıştıkları fabrikaya 60 metre
uzaklıktaki lojmanda, 2 ev arkadaşıyla yaşıyordu. Birisi sırlarla dolu ev
arkadaşıydı, diğeri ise o an üzerine reklamlardaki miktarda ve reklamlardaki
düzgünlükte diş macunu sıkılmış diş fırçasını sağ elinde tutarak salonun
kapısında dikilen, yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşıydı. Televizyondaki
tartışma programına yorum yapmaya koyulmuş, dişini fırçalamaya başlamayı unutmuştu.
Tartışma programını dinlemeden izlemeyi bırakarak, ev arkadaşını dinlemeden
izlemeye başladı. Yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşının, ağzını beyaz
köpükle kaplayarak susmasını bekledi, kafasını tekrar dinlemediği tartışma
programına çevirmek için. Yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşının ağzını
beyaz köpük kaplamıştı ama bu beyaz köpükler son cümlesini kurmasına engel
olamamıştı.
-"İki ışık da yanıyor,
bunu kapatayım mı?"
diye sordu ve cevabı
beklemeden salonun ışığını kapatarak gözden kayboldu. Salonda sadece,
televizyonun arkasında dimdik ayakta duran, kurulunca evi Avrupa filmlerindeki
evler gibi yapması umuduyla IKEA dan alınan, ayaklı aydınlatmamanın sarı ışığı
kalmıştı. Aydınlatmanın amacına hizmette oldukça başarısız olduğunu anlamak
için salona ufak bir göz gezdirmek yeterliydi. Başarısız aydınlatmaya bakarken
gözlerinin yorulduğunu fark etti. Bir süre kapattı gözlerini, yanıyorlardı.
"Blefarit sonrası sağ alt göz kapağında
doku erozyonu..."
Tekrar açtı gözlerini. Bir
süre kapalı duran gözleri bulunduğu yeri değiştirmeyi becerememişti. 4 adam
tartışmaya devam ediyor, IKEA aydınlatma, tezgahın tek taze meyvesi gibi
dikiliyordu. İçeriden gelen kapı kapanma sesi, yürümeyi bile ciddiye alan ev
arkadaşının uyku moduna geçtiğinin habercisiydi. Sırlarla dolu ev arkadaşı ise
her akşam olduğu gibi saat 22:00 gibi odasına çekilmiş, ne yaptığı ve ne zaman
uyuduğu büyük bir sır olarak kalmıştı. Televizyonu kapattı. IKEA aydınlatma ile
birbirlerine bakıyorlardı yeniden, aynaya bakar gibi. Birbirlerine
benzerlikleri göz ardı edilemeyecek düzeylerdeydi. Büyük umutlar ve ardından
büyük hayal kırıklıkları. Yarım saate yaklaşan bakışmanın ardından yavaşça
doğruldu ve ayağa kalktı. IKEA aydınlatmaya yaklaştı ve ayağındaki düğmeye
basarak kapattı. Gözleri karanlığa alışana kadar bir süre hareketsiz ayakta
bekledi. Karanlıkta zar zor topladığı boş bomonti şişelerini parmaklarının
arasına sıkıştırdı ve mutfağa doğru ufak adımlarla ilerlemeye başladı. Her
akşam kendisine eşlik eden bu dört bira, bırakamadığı ama keyif de almadığı bir
alışkanlıktı. Bu biralar sarhoş etmiyordu onu, çakır keyif de olmuyordu, haz da
almıyordu. Tek olan tüm vücudunu saran yorgunluğu güçlendirmek ve ağzında
çekilmez bir tat oluşturmaktı. Dilini damağında ve ağzında dolaştırdı, sıcak
bira ve diş etinden sızan kanın oluşturduğu o iğrenç tadı daha da derinden
hissetmek için.
"Birinci ve ikinci premolar dişler arasında şişlik, ileri derecede gingivitis..."
Dirseğiyle açtı mutfağın
ışığını. Kombinin borusuna tutturulmuş çöp poşetine ite kaka sığdırdı 4 bomonti
şişesini. Mutfağın ışığını kapattı ve karanlık koridora çıktı. Dar, uzun
koridora hiçbir ışık gelmiyordu. Dümdüz koridorun sonu gözükmüyor, herhangi bir
yere çıkmayacakmış gibi duruyordu. Belki sol tarafta kalan odasına girmez ve
doğruca devam ederse yaşamak zorunda kalmayacağı bir yerlere ulaşabileceğini
düşündü. Sola döndü ve odasının kapısını
açtı. Yeni bir şeyler deneme konusundaki heyecanını kaybedeli çok olmuştu.
Eliyle bir süre yokladı odasının soğuk duvarını, bulmak için düğmeyi. Düğmeye
basar basmaz beyaz ışık doldu odaya. Gözlerini kısarak kafasını geriye,
koridora doğru çevirdi. İki ev arkadaşının da kapısı kapalıydı. Sırlarla dolu ev
arkadaşının kapısında ismini bilmediği bir Hollywood filminin afişi vardı.
Gözleri ışığa alışınca girdi odasına ve kapattı kapısını. Cebinden telefonunu
çıkardı ve kurulmuş durumda olduğunu bilse de kontrol etti çalar saatini. 7:30
a kuruluydu. Telefonu sabah kolay ulaşabilmek için yatağın hemen yanındaki
ayakkabı kutusunun üzerine koydu. 2 yıl önce kuzeninin düğününde takım elbise
altına giyilmesi için alınan ve bir daha hiç giyilmeyen ayakkabının kutusuydu.
Neden burada durduğunun bir açıklaması yoktu. Toz tutmaktan başka bir işe de
yaramıyordu ama ayakkabının nerede olduğunu bilmese de, kutusu hemen baş
ucunda duruyordu. Işığı kapattı ve tek kişilik yatağına attı kendisini. Oda çok
karanlık değildi, çünkü pencerede asılı olan güneşliğin son 3 korniş düğmesi yerinden
çıkmış durumdaydı ve lojmanın bahçesindeki sokak lambasının yaydığı ışık hiç
zorlanmadan odaya girebiliyordu. Işık sanki odadaki rutubet kokusunun kaynağını
ona hatırlatmaya çalışıyor gibi direkt olarak gardırobun açık kapısına asılmış
olan havlusunun üzerine düşüyordu. Havluyu banyoya asayım diye geçirdi içinden
gözlerini kapatmadan önce. 15 dakikalık huzursuz bekleyişten sonra duydu
fıskiyelerin sesini. Yere doğru uzanarak ayakkabı kutusunun üzerindeki
telefonun saatine baktı. Her zamanki gibi 01.12 idi. Şaşmıyordu. Her gece aynı
saatte lojman bahçesindeki fıskiyeler otomatik olarak devreye giriyorlardı.
Fıskiye sesinin ona hangi zamanı hatırlattığını çıkaramıyordu ama, eğer olduysa
öyle bir dönem, güzel bir zamanı hatırlattığı kesindi. O sesi dinlerken daha
rahat uykuya dalabiliyordu. Uyudu. Sertçe kapısı çalındı. Alışıldığı gibi ilk
kapı vuruluşuna cevap olarak bir ses gelmedi odasından. Kapının ikinci
vuruluşunda ise;
-"Tamam, kalktım"
diye bağırdı. Telefonun saatine
baktı. 07.55'di. Her sabah 07:30 da çalan telefonunun alarmını farkında olmadan
kapatıyor, 08:00 da başlayan mesai için evden çıkmak üzere olan ev
arkadaşlarının 07:55 deki ikinci kapı çalmaları ile uyanabiliyordu. Böylece
fabrikaya 60 metre uzaktaki lojmandan mesaisine geç kalmayı başarıyordu. Ev
arkadaşlarının dış kapıyı çarpma seslerini duyana kadar bekledi ve ardından
doğruldu yatağın içinde. Güneşliğe baktı. Hala 3 korniş düğmesi havada asılı duruyordu.
Ayağa kalktı. Ayakları yerde sürünerek zar zor taşıdı koca vücudunu banyoya.
Yüzünü yıkamadan önce soğuk suyla çalkaladı ağzını. Dilinin hafızasında bir
yerlerde taze bir şeylerin tadını bulup tekrar çıkarmak istiyordu. Ağzında
dolaştırdığı soğuk suyun bu işi beceremediğini henüz öğrenememişti. Soğuk suyu
yüzene çarptı. Banyonun bir duvarını kaplayan aynada yüzüne baktı. Suyun bir
kısmı kirli sakalından damlalar halinde lavaboya düşüyor, bir kısmı ise
çenesinin altında kendilerine yol bularak göğsüne kadar ilerliyordu. Yüzünü
silmeden odasına geçti ve açık gardıroptan ne olduklarına bakmadan eline geçen
kıyafetleri geçirdi üzerine. Dışarıya
çıktığında onu selamlayan güneş onda hiç bir heyecan yaratmadı. Sadece sırtını
yakıyordu. Ağır adımlarla ilerledi fabrikaya doğru. Ofisine girdi, masasına
oturdu. Günlerden hangisiydi acaba? Gittikçe kendisine benziyordu. Tam da
kendisi gibi girdi toplantıya, okudu ve cevapladı mailleri ve günün sonunda saat
tam 18:00 da yine kendisi gibi çıktı ofisten ve yürümeye başladı eve. Fabrikadan
lojmana geçişi sağlayan, sağı ve solu çam ağaçlarıyla donatılmış dar yoldan
ilerlerken arkadan gelen sesle durakladı;
-"Heey bekle"
Seslenen yürümeyi bile
ciddiye alan ev arkadaşıydı ve sırlarla dolu ev arkadaşı da yanındaydı. Belli
ki eve kalan 30 metrelik yolu birlikte yürümek istemişlerdi. Sağ ayak bileğinde
tanıdık sızıyı hisseder hissetmez ağırlığını sol ayağına verdi.
"Burkulma sonucu oluşan skar
dokusu, kronik lateral ayak bileği ağrısı..."
Beklerken ev arkadaşlarını
izledi. Yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşının kolları muntazam bir uyumla
sallanıyorlardı. Sanki onlar yürümeye eşlik etmiyorlar, yürüyüş, kolların
sallanışını daha güzel kılmak için uğraşıyordu. Yanına geldiklerinde birlikte
yürümeye başladılar, fakat ev arkadaşları kendi aralarındaki konuşmaya devam
ediyordu. Yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşı;
-"Ne yapacaksın
İstanbul'da?"
diye sordu.
Belli ki sırlarla dolu ev
arkadaşı hafta sonu İstanbul'a gidecekti.
-"Hiç, işim var."
-"Biriyle mi
buluşacaksın?"
dedi yürümeyi bile ciddiye
alan ev arkadaşı. Ses tonundan anlaşıldığı kadarıyla birinin ismini, hatta bir
kızın ismini cevap olarak bekliyor gibiydi.
-"Yok ya, işim var işte."
Eve girdiklerinde direkt mutfağa
ilerledi, dolaptan bir bomonti aldı, kapağını çöp poşetine fırlattı. Kapak
yerde bir iki kez sekti. Salona geçti ve televizyonu açtı. Kanal hangisiydi?
Program ne üzerineydi? Program mıydı yoksa dizi mi?
Odasına geçtiğinde saat
gece 1'e yaklaşmıştı. T-shirt ve pantolonu gardıroba, kendisini yatağa
fırlattı. Telefonun çalar saatini kontrol etti. Gözlerini kapattı. Çin seddinin
yapımında çalışan işçiler aklına geldi birden. Yıllar önce okuduğu bir kitaptan
öğrenmişti nasıl çalıştırıldıklarını. Ömürleri, tamamlandığını görmelerine izin
vermeyecek uzunluktaki bir duvarın yapımında çalışmanın, işçilerin gerekli
motivasyona sahip olmalarını engelleyeceğini ve kendi yaşamlarını anlamsız
hissedeceklerini düşünen Çin İmparatoru, duvarın 500 metrelik parçalar halinde
yapılmasına karar vermişti. Kendini düşündü. Kendisi ördüğü duvarın sonunu
göremeyeceğini biliyordu. Her şey anlamsızdı. Fıskiyeler çalıştı. Yere doğru
uzanarak ayakkabı kutusunun üzerindeki telefonun saatine baktı. 01.12 idi.
Gözlerini yavaşça kapatarak uykuya daldı. Sertçe kapısı çalındı. Alışıldığı
gibi ilk kapı vuruluşuna cevap olarak bir ses gelmedi odasından. İkinci kez
çalındı kapısı. Bu sefer de ses gelmedi.