Bu Blogda Ara

24 Mart 2013 Pazar

SIKINTIDAN ÖLEN ADAM



Ayaklarını salonun ortasında bulunan dikdörtgen sehpanın üzerine doğru uzattı. Ayakları kendilerine rahat bir yer buluna kadar sehpanın üzerindeki tüm boş bomonti şişelerini birbirlerine çarptırmıştı. Sağ omzunu, üçlü koltuğun koluna yaslayarak iyice yayıldı.

"Sağ omuzdan çenenin sağ kısmına kadar çıkan kronik ağrı, geç kalınmış rotator manşon tendiniti teşhisi..."

Tek dolu bira şişesi göbeğinin üzerinde, sağ avucunun içerisindeydi. Eli terlemeye, bira ısınmaya devam ediyordu. Saatlerdir televizyona bakıyordu. Kanalı hiç değiştirmemişti. Değiştirmesine de gerek yoktu zaten. Ekranda ne olduğuyla pek ilgilenmiyor, şuursuzca izliyordu. Yeterli imkanları olsa dünyanın tüm sıkıntılarını ortadan kaldırabileceklerine kendilerini inandırmış gibi gözüken 4 adamın tartışma programı 2 saat önce başlamıştı, ama neyi tartıştıklarına dikkat etmemiş, sadece bebek kanallarındaki renk değişimlerini seyreden bir bebek gibi yönetmenin 1. kameradan 2. kameraya, sonra da 3. kameraya geçişini takip ediyordu. Isınmış birasından bir yudum daha almak için şişeyi yavaşça kaldırdığında t-shirt ünün üzerindeki halka şeklindeki ıslaklığa takıldı gözü. Sınırları belirsizleşene ve halka gözden kaybolmaya yaklaşana kadar şişeyi havada tuttu, ardından en ufak tat almadan sıcak birayı doldurdu ağzına ve uzanarak elindekini diğerlerinin yanına, sehpa üzerindeki şişe mezarlığına yerleştirdi. Her akşam olduğu gibi 4 boş bomonti şişesi yan yana duruyordu. Mesaileri bitmiş, en az onun kadar yorgun gözüküyorlardı. Kendisi gibi yorgun gözükseler de, bomonti şişelerinin yorgunluklarını kıskanıyordu. Çünkü depozitosuzlardı. Mesailerini tamamlamışlardı ve biraz önce kendilerini tüketen adamın, yatmaya giderken boş bedenlerini çöpe atmasını bekliyorlardı. Yarın sabah bira fabrikasına dönüp tekrar doldurulmayacaklar, mesailerine, sanki bir gün önce tamamlamamışlar gibi baştan başlamayacaklardı. Depozitosuz bira şişelerine özeniyordu. Şişelere bakıp, kendisi için depozitosuz bir iş hayal ederken salonun kapısından sessizce girdi yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşı. Çalıştıkları fabrikaya 60 metre uzaklıktaki lojmanda, 2 ev arkadaşıyla yaşıyordu. Birisi sırlarla dolu ev arkadaşıydı, diğeri ise o an üzerine reklamlardaki miktarda ve reklamlardaki düzgünlükte diş macunu sıkılmış diş fırçasını sağ elinde tutarak salonun kapısında dikilen, yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşıydı. Televizyondaki tartışma programına yorum yapmaya koyulmuş, dişini fırçalamaya başlamayı unutmuştu. Tartışma programını dinlemeden izlemeyi bırakarak, ev arkadaşını dinlemeden izlemeye başladı. Yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşının, ağzını beyaz köpükle kaplayarak susmasını bekledi, kafasını tekrar dinlemediği tartışma programına çevirmek için. Yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşının ağzını beyaz köpük kaplamıştı ama bu beyaz köpükler son cümlesini kurmasına engel olamamıştı.
-"İki ışık da yanıyor, bunu kapatayım mı?"
diye sordu ve cevabı beklemeden salonun ışığını kapatarak gözden kayboldu. Salonda sadece, televizyonun arkasında dimdik ayakta duran, kurulunca evi Avrupa filmlerindeki evler gibi yapması umuduyla IKEA dan alınan, ayaklı aydınlatmamanın sarı ışığı kalmıştı. Aydınlatmanın amacına hizmette oldukça başarısız olduğunu anlamak için salona ufak bir göz gezdirmek yeterliydi. Başarısız aydınlatmaya bakarken gözlerinin yorulduğunu fark etti. Bir süre kapattı gözlerini, yanıyorlardı.

"Blefarit sonrası sağ alt göz kapağında doku erozyonu..."  

Tekrar açtı gözlerini. Bir süre kapalı duran gözleri bulunduğu yeri değiştirmeyi becerememişti. 4 adam tartışmaya devam ediyor, IKEA aydınlatma, tezgahın tek taze meyvesi gibi dikiliyordu. İçeriden gelen kapı kapanma sesi, yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşının uyku moduna geçtiğinin habercisiydi. Sırlarla dolu ev arkadaşı ise her akşam olduğu gibi saat 22:00 gibi odasına çekilmiş, ne yaptığı ve ne zaman uyuduğu büyük bir sır olarak kalmıştı. Televizyonu kapattı. IKEA aydınlatma ile birbirlerine bakıyorlardı yeniden, aynaya bakar gibi. Birbirlerine benzerlikleri göz ardı edilemeyecek düzeylerdeydi. Büyük umutlar ve ardından büyük hayal kırıklıkları. Yarım saate yaklaşan bakışmanın ardından yavaşça doğruldu ve ayağa kalktı. IKEA aydınlatmaya yaklaştı ve ayağındaki düğmeye basarak kapattı. Gözleri karanlığa alışana kadar bir süre hareketsiz ayakta bekledi. Karanlıkta zar zor topladığı boş bomonti şişelerini parmaklarının arasına sıkıştırdı ve mutfağa doğru ufak adımlarla ilerlemeye başladı. Her akşam kendisine eşlik eden bu dört bira, bırakamadığı ama keyif de almadığı bir alışkanlıktı. Bu biralar sarhoş etmiyordu onu, çakır keyif de olmuyordu, haz da almıyordu. Tek olan tüm vücudunu saran yorgunluğu güçlendirmek ve ağzında çekilmez bir tat oluşturmaktı. Dilini damağında ve ağzında dolaştırdı, sıcak bira ve diş etinden sızan kanın oluşturduğu o iğrenç tadı daha da derinden hissetmek için.

"Birinci ve ikinci premolar dişler arasında şişlik, ileri derecede gingivitis..."

Dirseğiyle açtı mutfağın ışığını. Kombinin borusuna tutturulmuş çöp poşetine ite kaka sığdırdı 4 bomonti şişesini. Mutfağın ışığını kapattı ve karanlık koridora çıktı. Dar, uzun koridora hiçbir ışık gelmiyordu. Dümdüz koridorun sonu gözükmüyor, herhangi bir yere çıkmayacakmış gibi duruyordu. Belki sol tarafta kalan odasına girmez ve doğruca devam ederse yaşamak zorunda kalmayacağı bir yerlere ulaşabileceğini düşündü.  Sola döndü ve odasının kapısını açtı. Yeni bir şeyler deneme konusundaki heyecanını kaybedeli çok olmuştu. Eliyle bir süre yokladı odasının soğuk duvarını, bulmak için düğmeyi. Düğmeye basar basmaz beyaz ışık doldu odaya. Gözlerini kısarak kafasını geriye, koridora doğru çevirdi. İki ev arkadaşının da kapısı kapalıydı. Sırlarla dolu ev arkadaşının kapısında ismini bilmediği bir Hollywood filminin afişi vardı. Gözleri ışığa alışınca girdi odasına ve kapattı kapısını. Cebinden telefonunu çıkardı ve kurulmuş durumda olduğunu bilse de kontrol etti çalar saatini. 7:30 a kuruluydu. Telefonu sabah kolay ulaşabilmek için yatağın hemen yanındaki ayakkabı kutusunun üzerine koydu. 2 yıl önce kuzeninin düğününde takım elbise altına giyilmesi için alınan ve bir daha hiç giyilmeyen ayakkabının kutusuydu. Neden burada durduğunun bir açıklaması yoktu. Toz tutmaktan başka bir işe de yaramıyordu ama ayakkabının nerede olduğunu bilmese de, kutusu hemen baş ucunda duruyordu. Işığı kapattı ve tek kişilik yatağına attı kendisini. Oda çok karanlık değildi, çünkü pencerede asılı olan güneşliğin son 3 korniş düğmesi yerinden çıkmış durumdaydı ve lojmanın bahçesindeki sokak lambasının yaydığı ışık hiç zorlanmadan odaya girebiliyordu. Işık sanki odadaki rutubet kokusunun kaynağını ona hatırlatmaya çalışıyor gibi direkt olarak gardırobun açık kapısına asılmış olan havlusunun üzerine düşüyordu. Havluyu banyoya asayım diye geçirdi içinden gözlerini kapatmadan önce. 15 dakikalık huzursuz bekleyişten sonra duydu fıskiyelerin sesini. Yere doğru uzanarak ayakkabı kutusunun üzerindeki telefonun saatine baktı. Her zamanki gibi 01.12 idi. Şaşmıyordu. Her gece aynı saatte lojman bahçesindeki fıskiyeler otomatik olarak devreye giriyorlardı. Fıskiye sesinin ona hangi zamanı hatırlattığını çıkaramıyordu ama, eğer olduysa öyle bir dönem, güzel bir zamanı hatırlattığı kesindi. O sesi dinlerken daha rahat uykuya dalabiliyordu. Uyudu. Sertçe kapısı çalındı. Alışıldığı gibi ilk kapı vuruluşuna cevap olarak bir ses gelmedi odasından. Kapının ikinci vuruluşunda ise;
-"Tamam, kalktım"
diye bağırdı. Telefonun saatine baktı. 07.55'di. Her sabah 07:30 da çalan telefonunun alarmını farkında olmadan kapatıyor, 08:00 da başlayan mesai için evden çıkmak üzere olan ev arkadaşlarının 07:55 deki ikinci kapı çalmaları ile uyanabiliyordu. Böylece fabrikaya 60 metre uzaktaki lojmandan mesaisine geç kalmayı başarıyordu. Ev arkadaşlarının dış kapıyı çarpma seslerini duyana kadar bekledi ve ardından doğruldu yatağın içinde. Güneşliğe baktı. Hala 3 korniş düğmesi havada asılı duruyordu. Ayağa kalktı. Ayakları yerde sürünerek zar zor taşıdı koca vücudunu banyoya. Yüzünü yıkamadan önce soğuk suyla çalkaladı ağzını. Dilinin hafızasında bir yerlerde taze bir şeylerin tadını bulup tekrar çıkarmak istiyordu. Ağzında dolaştırdığı soğuk suyun bu işi beceremediğini henüz öğrenememişti. Soğuk suyu yüzene çarptı. Banyonun bir duvarını kaplayan aynada yüzüne baktı. Suyun bir kısmı kirli sakalından damlalar halinde lavaboya düşüyor, bir kısmı ise çenesinin altında kendilerine yol bularak göğsüne kadar ilerliyordu. Yüzünü silmeden odasına geçti ve açık gardıroptan ne olduklarına bakmadan eline geçen kıyafetleri geçirdi üzerine.  Dışarıya çıktığında onu selamlayan güneş onda hiç bir heyecan yaratmadı. Sadece sırtını yakıyordu. Ağır adımlarla ilerledi fabrikaya doğru. Ofisine girdi, masasına oturdu. Günlerden hangisiydi acaba? Gittikçe kendisine benziyordu. Tam da kendisi gibi girdi toplantıya, okudu ve cevapladı mailleri ve günün sonunda saat tam 18:00 da yine kendisi gibi çıktı ofisten ve yürümeye başladı eve. Fabrikadan lojmana geçişi sağlayan, sağı ve solu çam ağaçlarıyla donatılmış dar yoldan ilerlerken arkadan gelen sesle durakladı;
-"Heey bekle"
Seslenen yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşıydı ve sırlarla dolu ev arkadaşı da yanındaydı. Belli ki eve kalan 30 metrelik yolu birlikte yürümek istemişlerdi. Sağ ayak bileğinde tanıdık sızıyı hisseder hissetmez ağırlığını sol ayağına verdi.

"Burkulma sonucu oluşan  skar dokusu, kronik lateral ayak bileği ağrısı..."

Beklerken ev arkadaşlarını izledi. Yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşının kolları muntazam bir uyumla sallanıyorlardı. Sanki onlar yürümeye eşlik etmiyorlar, yürüyüş, kolların sallanışını daha güzel kılmak için uğraşıyordu. Yanına geldiklerinde birlikte yürümeye başladılar, fakat ev arkadaşları kendi aralarındaki konuşmaya devam ediyordu. Yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşı;
-"Ne yapacaksın İstanbul'da?"
diye sordu.
Belli ki sırlarla dolu ev arkadaşı hafta sonu İstanbul'a gidecekti.
-"Hiç, işim var."
-"Biriyle mi buluşacaksın?"
dedi yürümeyi bile ciddiye alan ev arkadaşı. Ses tonundan anlaşıldığı kadarıyla birinin ismini, hatta bir kızın ismini cevap olarak bekliyor gibiydi.
 -"Yok ya, işim var işte."
Eve girdiklerinde direkt mutfağa ilerledi, dolaptan bir bomonti aldı, kapağını çöp poşetine fırlattı. Kapak yerde bir iki kez sekti. Salona geçti ve televizyonu açtı. Kanal hangisiydi? Program ne üzerineydi? Program mıydı yoksa dizi mi?
Odasına geçtiğinde saat gece 1'e yaklaşmıştı. T-shirt ve pantolonu gardıroba, kendisini yatağa fırlattı. Telefonun çalar saatini kontrol etti. Gözlerini kapattı. Çin seddinin yapımında çalışan işçiler aklına geldi birden. Yıllar önce okuduğu bir kitaptan öğrenmişti nasıl çalıştırıldıklarını. Ömürleri, tamamlandığını görmelerine izin vermeyecek uzunluktaki bir duvarın yapımında çalışmanın, işçilerin gerekli motivasyona sahip olmalarını engelleyeceğini ve kendi yaşamlarını anlamsız hissedeceklerini düşünen Çin İmparatoru, duvarın 500 metrelik parçalar halinde yapılmasına karar vermişti. Kendini düşündü. Kendisi ördüğü duvarın sonunu göremeyeceğini biliyordu. Her şey anlamsızdı. Fıskiyeler çalıştı. Yere doğru uzanarak ayakkabı kutusunun üzerindeki telefonun saatine baktı. 01.12 idi. Gözlerini yavaşça kapatarak uykuya daldı. Sertçe kapısı çalındı. Alışıldığı gibi ilk kapı vuruluşuna cevap olarak bir ses gelmedi odasından. İkinci kez çalındı kapısı. Bu sefer de ses gelmedi.