Bu Blogda Ara

29 Kasım 2012 Perşembe

DAVUL BİLE KENDİ KENDİNE



Kahverengi zeminin üzerinde, aşağıya doğru dümdüz ilerleyen beyaz çizgiyi, onu dik kesen bir başka beyaz çizgiyle buluştuğu yere kadar gözümle takip ettim. Sobanın boyası üzerindeki çatlaklar birleştikleri yerlerde, üçgen şeklinde boyanın döküldüğü ve parlak gri metalin gözüktüğü bölgeler oluşturuyordu. Sobayı ilk defa bu kadar detaylı inceliyordum. Bunun sebebiyse, soba ile duvar arasındaki küçük boşlukta dikiliyor olmam ve bulunduğum noktadan soba dışında sınıftaki hiç bir şeyi görmüyor olmamdı. Eskişehir'e yerleştiğimiz yıldı, aynı zamanda benim ilkokula başladığım yıl. Annemin görevli olduğu köy okulunda başlamıştım okula. Benim dışımda şehirden gelen yoktu sınıfta. Sınıfın tamamı köyde yaşayan ailelerin çocuklarıydı.
Öğretmen sınıftaki tüm öğrencileri, sınıfın duvarları önünde ayakta, U şeklinde sıraya sokmuştu. Hepimizi bu U şeklindeki sıraya sokarken, anlamadığımız bir şekilde kimin nerede duracağına dikkat etmiş, herkesin yerine tek tek karar vermişti. Yaptığı iş dışarıdan ister önemli ister önemsiz gözüksün, o aşırı ciddiyetle işini yürütmeye alışkın bir adamdı. Bu yüzden bizi sıraya dizerkenki ciddiyetini anlamasak da, bu bizi şaşırtmamıştı. Yaptığı her türlü işi ciddiyetle ele alma konusunda, Kafka'nın "köy öğretmeni" ne taş çıkartacak bir adamdı. Ben U'nun bir başında, kapının hemen yanında duruyordum. Şanslı sayılırdım, çünkü buz gibi olan sınıfın içerisinde tek sıcak bölgeye, yani sobanın 20 santimetre yanına düşmüştüm. Öğretmen bizi sıraya dizdikten sonra hiç bir şey söylemeden yeşil tahtanın önünde bir sağa bir sola yürümeye başlamıştı. Sanki konuşmaya başlamak için bir şeyleri bekliyor gibiydi. Sabahtan beri devam eden yoğun kar yağışından dolayı, biraz önce dışarıdan gelen öğretmenin ayakkabıları, hepimizinki gibi çamurlu ve ıslaktı. Sınıfın içerisinde attığı her adım, sınıfın tahta zemininde ıslak bir ayak izi bırakıyordu. Sınıfın benim bulunduğum taraftaki zemin tahtaları bir hafta önce yenilendiğinden, bu ıslak ayak izleri sınıfın diğer taraflarına göre daha belirgin bir şekilde gözüküyordu. Bu yenilenmiş tahtaların da muhtemelen kaderleri aynı olacak ve kısa süre içerisinde, sınıfın derin rutubet kokusunun kaynağı olan çürümüş zemin tahtalarına benzeyeceklerdi. Öğretmenin adım seslerinin oluşturduğu fonun üzerine, pencerelerin aralıklarından gelen rüzgar sesi gergin bir melodi yerleştiriyordu. Öğretmen gelmeden hemen önce silinen tahtanın oluşturduğu beyaz toz henüz yere ulaşmamıştı. Öğretmenin, hepimiz geren adımlarını cılız kapıya vurulma sesi sonlandırdı.
-"Gir" dedi öğretmen.
Beyaz kapı yavaşça ve gıcırdayarak açıldı. Kapıdaki Hakan'dı. Gelene kadar kimse yokluğunu fark etmemişti. Kapıdan girerken yüzünü görememiştik ama yüzünü göremiyor olmamız gelenin Hakan olduğunun ispatıydı. Her zamanki gibi kambur ve yere bakar bir şekilde girdi sınıfa. Geç kalmak alışkanlığıydı ve çoğu zaman vücut dilini kullanırdı öğretmenden özür dilemek için. Hiç dik görmediğimiz kafası böyle durumlarda iyice aşağıya iner, öğretmenin fırçalarını bu şekilde dinlerdi. Öğretmenin son bir kaç dakikadır Hakan'ı bekliyor olduğunu anladığımızda hepimiz uzun bir fırça konuşmasının başlayacağından emindik. Fakat öğretmen Hakan'a sadece;
"Geç şuraya" diyerek U şeklindeki sıranın diğer başını işaret etti.
Hakan her zamanki gibi denileni hemen yaptı. Denileni hemen yapma alışkanlığının altında, itaatkarlığından çok, bir an önce emri verenin ilgi alanından uzaklaşmak yatıyor gibiydi. Sıranın diğer başına giderken, hepimizinkinden daha çamurlu olan, siyah, plastik ayakkabıları, öğretmeninkinden çok daha geniş ve kalıcı izler bırakıyordu tahta zeminin üzerinde. Hakan'ın başına geçtiği, U'nun karşı taraftaki ayağı pencerelerin önüne dizilmişti. Hakan'a bakabilmek için yarım adım sola kaydım ve sobanın baca borusundan sıyrılarak görüş açımı genişlettim. Hakan hala yere bakıyor, önlüğünün alt kısmından sarkan iplikle oynuyordu. Sınıftaki tek siyah önlüklü oydu. Abisinden kalan önlüğü kullanmak zorunda olduğu için mavi önlüğe geçiş yapamamıştı. Bir an kafasını yavaşça yukarı doğru kaldırdığında göz göze gelir gibi olduk ama hemen kafasını çevirdi. Sol omzunun üzerinden, arkasına doğru pencereden dışarıya bakmaya başlamıştı. Şimdiye kadar hiç pencereden dışarıyı izlediğini görmediğim Hakan, o an karla kaplandığından dolayı dışarıdan hiç bir manzara sunmayan pencereden dışarıyı seyretmeye çalışıyordu. Aslında dışarıyı seyretmeye çalışıyor demek yanlış olurdu, çünkü kar kütlesinin içerisinde herhangi bir boşluk bulmak için bir çaba sarf etmiyor, beyaz zemine doğru boş boş bakıyordu. Üşüyor gibiydi. Evi okulun hemen arkasındaki arazide olduğundan, kışın en sert geçtiği günlerde bile montsuz gelmek adetiydi. Hakanı izlerken bir anda fark ettim, U şeklindeki sıradaki sıralanışımızın mantığını. U'nun bir başında ben, yani sınıfın en başarılı öğrencisi, diğer başında ise Hakan, yani sınıfın en başarısız öğrencisi duruyordu. Hemen yanımda duran arkadaşımdan başlayarak sırayla sıradaki tüm öğrencilere baktım. Açık bir şekilde gözüküyordu ki, öğretmen bizi sınıftaki başarı durumlarımıza göre dizmişti sıraya. Benden başlayan sıra, başarı durumu gittikçe düşen öğrencilerle devam ediyor ve sınıfın en düşük notlarına sahip Hakan'da son buluyordu. Bu sıralama aynı zamanda ailelerimizin sınıfsal seviyelerini de gösteriyordu. Zaten sınıftaki öğrencilerin başarı durumları, ailelerinin ekonomik ve sosyal durumları ile doğrudan bir ilişkiye sahipti. Ben sınıftakiler arasında şehirde oturan tek öğrenciydim. annem öğretmendi. Sıranın diğer ucundaki Hakan ise köyün en fakir ailelerinden birinin çocuğuydu. Sürecekleri ufak bir toprakları bile yoktu. Tek sahip oldukları iki üç tane küçük baş hayvandı. Okuldan sonra Hakan abisiyle bu hayvanların peşinden koşup, bu küçük sürüye çobanlık yaparlardı.
En tepeden, en aşağıya kadar sıralanan bir dizilişteydik. Sırayı baştan sona kadar süzdükten sonra, tekrar Hakan'a baktım. Hala dışarıya, daha doğrusu pencereye bakıyordu. Öğretmenin, sınıfın tamamının ilgisini toplayan,
-"Evet çocuklar.." diyerek başladığı konuşmasıyla birlikte, Hakan hemen önüne döndü ve yeniden sınıfın çürümüş tahta zemine bakmaya başladı. Öğretmen;
-"Şimdi hepinize rastgele meslekler vereceğim ve bir oyun oynayacağız" diye devam etti ve bana doğru yaklaştı.
Sobanın hemen yanında dikildi ve dev elini sağ omzuma attı.
-"Erçin arkadaşınız çöpçü olacak" dedi.
Öğretmenin cümlesinin bitmesi ile birlikte sınıf, önce gizlenmeye çalışan, ardından öğretmenin suratındaki hafif gülümse fark edilince daha gür sesle çıkan gülüşmelerle doldu. Bense şaşkındım. Neden çöpçü olarak beni seçtiğine anlam veremiyordum. Şaşkınlığım devam ederken, hemen yanımdaki arkadaşlarım bana takılmaya başlamışlardı bile. Öğretmenin sınıftaki öğrencilerin bu eğlencesine tanıdığı ufak süre tamamlandığında ikinci sıradaki, hemen yanımdaki öğrencinin yanına geçti. Elini aynı şekilde omzuna attı ve;
-"Bedri arkadaşınız kapıcı olacak" dedi.
Öğretmenin biraz önceki tavrından cesaret almış olacaklar, sınıftaki gülüşme daha bir sesliydi bu sefer. Tek fark gülenlerin arasına bu sefer ben de katılmıştım. Bir çöpçü olduğumu unutmuş ya da en azından kendim gibi birini bulmuş ve eğlenmeye başlamıştım. Öğretmen, bu sefer eğlenceye tanıdığı süreyi kısaltmış ve hemen sıranın üçüncü sırasındaki öğrenciye geçmişti. Her yeni verilen meslekte gülüşmeler başlıyor, yeni mesleği edinen arkadaşımıza şakalarımızla saldırıyorduk. Sıranın sonuna kadar bildiğimiz tüm meslekler dağıtılmış, kimi tamirci, kimi öğretmen, kimi doktor olmuştu. Öğretmen sıranın sonuna geldiğinde sınıftaki herkes küçük gruplar halinde sohbetlere başlamış, yeni meslekleri ile oynayacakları yeni oyuna hazırlık yapmaya başlamışlardı. Artık öğretmenin verdiği meslekler pek ilgi çekmiyor, duyulmuyordu bile. U şeklindeki sıramızdaki, sıralanışımızın mantığını Hakan'ın yerleşmesinden sonra anladığım gibi, öğretmenin bize verdiği mesleklerin mantığını da Hakan'ın mesleği verildikten sonra anlamıştım. Öğretmen kambur şeklinde duran Hakan'ın omzuna elini koyduktan sonra onu biraz dik tutabilmek için geriye doğru ittirdi.
-"Hakan arkadaşınız da cumhurbaşkanı olacak" dedi.
Sınıfta durumu en iyi olan, sıranın bir başındaki ben çöpçü olmuştum. Benden sonra verilen meslekler gittikçe iyileşmiş ve sıranın diğer başındaki, köyün en fakir ailesinden gelen Hakan'ın cumhurbaşkanlığı ile tamamlanmıştı meslekler. Pek kimse duymamıştı öğretmenin Hakan'a cumhurbaşkanlığını verdiğini. Elini Hakan'ın omzundan çeker çekmez Hakan eski halini aldı. Öğretmenin masasına oturmasıyla, oyunun kurallarını merak eden sınıf sessizliğe büründü. Öğretmen oyunun nasıl oynanacağını, neler yapacağımızı anlatırken, sağa ufak bir adım atıp sobanın arkasına yerleştim. Öğretmenin 10 dakikalık konuşması sonlandıktan sonra tekrar sola doğru geçerek sınıftakilere göz gezdirecektim ama gözüm direkt Hakan'a takıldı. İyice aşağı doğru eğilmiş, kamburu karşıdan bile gözükecek kadar belirginleşmişti. Fakat bu sefer hareketsiz duramıyor, sürekli arkasını dönüyor, sağa sola hareket ediyordu. Hastalanmış gibiydi. Bir şeylerden, muhtemelen de oyundan ve de mesleğinden rahatsız olmuştu. Halbuki, onun cumhurbaşkanı olduğunu çoğu fark etmemiş, kimse ilgi göstermemiş, ona takılmamıştı bile. Ama o, kimse bir şey demese de, oyun da dahi cumhurbaşkanlığını kabul edememişti. Kendi kendine mevcut durumundan daha üst bir şeyi kabul edemiyor, inkar ediyordu. Belki de kendine verilenin imkansızlığı rahatsız etmişti onu. Bir gün cumhurbaşkanı olmayacağını biliyordu, benim çöpçü olmayacağımı bildiğim kadar.