Buz kesmiş beyaz metalin
üzerinde çıplak ayakları ile attığı adımlar ızdıraba dönüşüyor, her adım bir
öncekinden kat be kat zor oluyordu. -50 derece hava, hiç bir ter damlasına ufak
bir seyahat fırsatı tanımıyor, kristalleştirip cam gibi kırılmalarına sebep
oluyordu. Kanadın ucunda, kendisini iki saniyede bir gösteren ve ardından gökyüzünün
karanlıklarına gömülen kırmızı ışığa yaklaşıp yaklaşamadığı konusunda
karasızdı. Ayaklarının altındaki dev kanat gittikçe daralıyor, kuvvetli
rüzgarın da etkisiyle üzerinde durmak daha da zorlaşıyordu. Adımlarının
yavaşlamasıyla, kırmızı ışığa ulaşamak konusundaki umutları hızla tükeniyordu.
Hostesin
-"Beyfendi, içecek ne
alırsınız?"
sorusu, alnını soğuk uçak
camına dayıyarak uykulu gözleri ile izlediği kanadın üzerinde çıktığı hayali
yolculuğu yarıda kesmesine sebep oldu. Zifiri karanlığın içerisinde, soğuktan
morarmaya başlayan ayakları dışında görebildiği tek şey olan kanadın ucundaki
kırmızı ışığa ulaşamak konusundaki başarısızlığı ile çekilmez olan bu hayali yolculuğu
sonlandırdığı için teşekkürü hak etmişti hostes.
-"Sadece su" dedi.
Yanındaki iki koltuk da boş
olduğundan geniş bir masaj koltuğundaymış gibi yayılmıştı, fakat hostesin
uzattığı suyu alıken oturuşunu düzeltme ihtiyacı hissetti.
-"Teşekkürler"
dedi ve sudan bir yudum aldı.
Kordiorun diğer tarafındaki 2
çocuklu ailenin, ne içmek istediklerini hostese söylerken bile tüm uçağın ilgisini
çekebilecek patırdıyı çıkarma konusundaki başarılarını, hayret, biraz da
sinirle izliyordu. Uçağa binmelerinin üzerinden neredeyse 3 saat geçmiş, ama
yan taraftaki aile, birbirleri ile yaptıkları konuşmalarda bir an olsun
heyecanı kaybetmemişlerdi. An oluyor kız babaya hızlı hızlı bir şeyler anlatıyor,
an oluyor anne çocuklara hayatın sırrını veriyormuşcasına takındığı tavırıyla
nasiyatlar saydırıyordu. Sadece dizi filmlerde varolabileceklerine inandığı mutlu
aile portresinin neden canını sıktığı konusunda kendisine karşı eskisinden daha
dürüsttü. Artık biliyordu, canını sıkanın aslında çocuk gürültüsü ya da
ebebevyn otoritesi olmadığını. Onu sinirlendiren şey, hiçbir zaman mutlu olan,
hatta mutlu gözüken bir ailenin üyesi olamamış olmaktı. Hiç bir zaman annesi,
babası, hatta aralarında sadece üç yaş olan abisi ile bir bağ kuramamıştı. İyi
ya da kötü hiç bir ilişkisi, bir paylaşımı olamamıştı ailesiyle. Bunun sonucu
ise güneş almayan küçük, karanlık, rutubetli odasında yalnızlıklarla geçen
çocukluk ve gençlik yılları olmuştu. Ailesinin de katkısıyla daha çocukken kemiklerine
kadar işlemişti yalnızlık hissi. En sevdiği çizgi film sahnesinin, yıllarca red
kit ismiyle bildiği kovboy Lucky Luke'un ufuk çizgisinde batmakta olan dev
güneşe doğru "poor lonesome cowboy" şarkısı eşliğinde tek başına at
sürdüğü final sahnesi olmasının sebebi, kendi gibi yalnız birilerini görmek
isteğiydi belki de. Başından geçen o kadar maceredan sonra her bölümün sonunda
Lucky Luke'un yalnız kalışını izleyişi rahatlatıyordu onu, taki Jolly Jumper
gibi atı olan bir kovboyun, kendisinin yaşadığı yalnızlığa yaklaşamadığını farkedene
kadar. Jolly Jumper'ın varlığının onu rahatsız etmeye başlamasından sonra,
okulda, sokakta, televizyonda, heryerde aramaya başladı kendisi gibi yalnız
birilerini. Çok sevdiği "Oldboy" filminde yalnızlıktan heryerde
karıncalar görmeye başlayan Mi-Do karakteri aradığı karaktere en çok yaklaşandı,
ama onun kadar yalnız değildi. Çocukluğunda başlayan bu yalnızlık, yakasını
hayatı boyunca hiç bırakmamıştı. Evde yalnızdı, sokakta, okulda yalnızdı.
Tercih etmeyen bir insan için yalnızlığın bir insanın başına gelebilcek en
ciddi hastalık olduğunu düşünüyordu. Yalnız bir adamın hayatını etkileyen bir
hastalığı yoktu aslında, hayatı bir hastalıktı. Üniversite yıllarında
yalnızlığı değişmemiş ama aradığı şey değişmeye başlamıştı. Artık, öc alan bir
adamın yaşayacağı hazı verecek olan, kendi gibi yalnız adam bulma çabasını bir
yana bırakmış, yalnızlığını ortadan kaldıracak birileri aramaya başlamıştı. Bir
sevgili olabilir, bir arkadaş olabilirdi bu aradığı kişi. Üniversitede okuduğu Havacılık
ve Uzay mühendisliği bölümünün ilk senesinde yaşadığı 15 günlük ilişkisi,
hayatında yalnız kalmadığı tek iki haftayı yaşatmıştı ona. Şu anda muhtemelen
ismini bile hatırlamayan ilk ve tek sevgilisiydi. Bu kısa ilişki, sonlanmasıyla
birlikte yalnızlığı daha da derin hissetmesinden başka bir işe yaramamıştı.
Yalnızlığı o ilişkiden sonra gittikçe derinleşti, kendisini İstanbul'dan
belkide yıllarca uzak tutcak seyahate çıkaran San Francisco uçağına binmeden
önce, hava alanına kimseyi getirmeyecek kadar derinleşmişti. Amerika'da
Mountain Wiev kentine yerleşmişti iki ay önce ve neyi kaldıysa almaya gelmişti
İstanbul'da. Aradığını bulamayacağını anladığında, en azından bu dünyada
bulamayacağını anladığında başvurmuştu SETI enstütüsüne ve kabul edilmişti. Artık
planı, ömrünü uzaya radyo dalgaları yollayarak geçirmek ve evrende biyerlerde
yalnızlığını paylaşabileceği birilerini bulmaktı. Bulur muydu bilmiyordu
aradığını, ama vazgeçmeyecekti aramaktan.
Sevgili Ercin,
YanıtlaSilYalniz insanin icindeki boslugu, uzaydan baska unutturacak bir bosluk yoktur gercektende. Cok guzel yakalamissin. Bu konuda benim aklima takilan bir soru, daha dogrusu kavram karmasasi var. Yalnizlik olunulan bir olgu mudur, yoksa farkedilen mi? Yani oldugumuz insan oldugumuz icin yanliz mi yasiyoruz, yoksa oldugumuz insan aslinda herkesin yalniz oldugununun bilincinde oldugu icin mi yalnizligin bosluk hissini dolduramiyoruz? Al sana Hendek'te yalniz gececek gecelerde uyku kaciracak problem.
Gelelim bugunun Ercin'i ezelim kosemize. Oncelikle basit yazim hatalarindan baslayalim. Hikaye orgusu konusunda kendini bu kadar gelistirmisken, typolar daha cok goze batmaya baslar. Sanki bu yaziyi hakkatende bir ucak yolculugunda yazip, tekrar kendine okumadan yayinlamiz gibisin. Ilk bakista goze carpanlari siraliyorum :
dayiyarak - dayayarak
karasızdı - kararsizdi
mountain wiev - mountain view
ulaşamak - ulasmak
Bu typolardan baska beni rahatsiz eden baska bir konu da kahramaniminizin tasinmak icin tercih ettigi mekan oldu. Kisa bir google aramasi ile SETI merkezinin Mountain View'de oldugu hemen goruluyor. Ama o filmlerde gordugumuz dev canak tarlasi ise San Francisco'ya yaklasik 450 km uzazklikta Hat Creek kasabasi yakinlarinda. Bizimkisi gibi, yanlizligi ile kismen de olsa barismiz hatta tercih eden bir arkadasin, bir suru calisani olan ve sehrin gobeginde yer alan genel merkez yerine dagin basinda maksimum eleman sayisinin bir elin parmaklarini gecmeyecegi radyo gozlemevinde yasamayi tercih etmesini beklerdim.
Son olarak sordugun sorunun cevabini vereyim. Evet, yeteri kadar ararsan bulursun ama buldugun her zaman aradigin olmayabilir.
Gozlerinden hasretle operim.
Tan Abi;
YanıtlaSilÖncelikle yorumuna teşekkürle başlamalıyım. Bu teşşekürü sadece yazıma yaptığın yorum için alma lütfen. Hissettiklerimi yazarak paylaşabileceğimi sanmaya başladığımdan beri, kendimi boğulmanın eşiğinde bulduğum kelimeler denizinde, kenardan nasıl kulaç atmam gerektiğini kulağıma fısıldadığın için teşekkürler.
İnsanın uzayda komşu araması, dünyada keşfettiği dipsiz yalnızlığını ortadan kaldırmak için çaresizce sarıldığı son umut oluyor gibi geliyor bana. Kafayı yukarı kaldırıp siyah fona bakarken, belki de belirsizliğin negatif sonuçtan daha iyi olduğu tek örnek oluyor insanoğlu için bu arayış.
Yalnızlığı kusursuz tanımlayarak soruna cevap vermek için ise, bana bir kaç yalnız Hendek gecesi gerekecek sanırım ve bu yazışmanın devamlılığı işimi bir miktar kolaylaştıracaktır.
Yazım hatalarına gelirsek, tekrar edilmelerinden dolayı ufak bir özürle kapanmayacak durumdalar sanırım. Hislerimi kelimelerin döşediği bir yolla ulaştırmayı umarak başladığım bu işte, kelime hatalarının beni cidden üzdüğünü söyleyebilirim.
Kahraman ile ilgili söylediklerine tamamen katılıyorum. Yazı boyunca derinleştirmeye çalıştığım karakterin finalde böyle sığ kalışı, kesinlikle araştırma konusundaki eksiğimdendir. Bir şeyler yazarken, konunun aramaya, araştırmaya, öğrenmeye itmesi fevkalade arzuladığım bir şey. Eksikler umuyorum kaybolacaktır.
Tan abi tekrar söylüyorum, bu yazışmalar blog konusunda beni en çok mutlu eden şey. Devamı en büyük dileğimdir.