Yuvarlak hatlı, tostoparlak,
şişman vücuduyla tezat oluşturan incecik kol ve bacaklarını istemsiz gibi
gözüken hareketlerle sallayarak yanıma oturduğu ilk anda onu tanıyamamıştım.
Bunun sebebiyse durup dururken yanıma gelmesini beklemiyor olmamdan çok, hemen önümde
duran, ilk şişesini tamamen tükettiğim, ikinci şişesini ise yarıladığım ucuz şaraptı.
Şarap etkisini göstermeye başlamış, etraftaki her şeyi bulanık görmeye başlamıştım.
Öğrencilik yıllarım boyunca, Ankara havasının izin verdiği mevsimlerde açık havada
içmeyi en çok sevdiğimiz yerde yıllar sonra oturmuş tek başıma içiyordum;
ODTÜ'nün 100.yıl mahallesi tarafındaki kapısının hemen yanında kalan kaldırımlar.
Ankara'da yaşayanların dışında, hatta Ankara’yı sevenlerin dışında kimseye
hiçbir şey ifade etmeyen Ankara’nın gece manzarasını saatlerce izler, bu
seyrimize eşlik etmesi için de yanımıza bol miktarda içecek alırdık. İçeceklerin
ne olduğu çok önemli değildi, kanımızdaki alkol oranını arttırması yeterliydi. Elimde
şarap şişesiyle o kaldırıma tekrar oturduğum o gece, eskilerinden biraz farklıydı.
Bir kere bu sefer tek başımaydım ve ortamdaki içki şişelerinin içlerini boşaltmaları
için tek dostları bendim. Bu sırada manzara da eski manzara değildi tabi. Artık
Ankara manzarasını, ODTÜ ormanını ortadan yarıp geçen, Ankara trafiğine hiçbir katkısının
olmayacağı ve hata olmadığı gün gibi orta olan, ağaç katili, altı şeritli çirkin
yol bölüyordu. Ağaç katliamını engellemek için yaptığımız direnişler sonuçsuz kalmış,
medeniyet diyerek direttikleri yol, medeniyetten en uzak yöntemler kullanılarak
dikilmişti önümüze. Yolu görmezden geliyor,
Ankara’nın göz kırpan sayısız ışıklarına odaklanmaya çalışıyordum. Zaten
şarap sayesinde yavaş yavaş flulaşmıştı her şey ve kafamın en sevdiğim yanı
tekrar ortaya çıkmıştı. Sarhoş olmaya başladığımda ilk olarak sevmediğim şeylerin
görüntüsünü bozuyordu.
O da çömelip, kaldırıma yanıma
oturduğunda, onu tanıyabilmek, yüzünü seçebilmek için gözlerimi kısmak, görüntüsünü
netlemek zorunda kalmıştım. Yanıma gelen o kilolu adam Dünya’ydı.
-"Hoş geldin."
dedim, o kaldırımın kösesine koca kıçını yerleştirip, benim gibi bacaklarını
ileriye doğru uzatmaya çalışırken.
-"Hoş bulduk."
dedi.
Yerdeki, yarısı dolu olan şişeye
baktım, yeni bir dostun gelmesine sevinmiş gibiydi. Sağ elimle aldım şişeyi.
Tüm içki şişelerine yaptığım gibi markasının olduğu kağıdı üzerinden sökmüştüm.
Artık kağıdın yerinde pis bir yapışkan tabaka vardı ve şişenin avcuma yapışma
hissi hoşuma gidiyordu.
"Şarap?" diyerek
şişeyi ona doğru uzattım. "İstemiyorum" anlamında kafasını sallarken,
"Teşekkürler" dedi.
Galiba Dünya'nın başının dönmesi
için içkiye ihtiyacı yoktu. Israrcı olmadan diktim şişeyi kafama ve büyükçe bir
yudumla doldurdum buruk tadı ağzıma.
-"Neden bu kadar çok içiyorsun?"
diye sordu.
Soru beni hem şaşırtmış, hem
de korkutmuştu. Dünya’yla oturup bütün gece içki alışkanlığımı konuşmak
istemiyordum. Cevap vermeden önce elimdeki ve yerdeki iki çıplak şişeye baktım
bir müddet.
-“Bir şeyleri tüketmem
gerekiyor, alkolü tercih ettim." dedim.
Bildiğini tahmin ettiğim
gelir seviyeme pek de uymayan pejmürde kılık kıyafetime hızlı bir göz gezdirdikten
sonra anladığını gösteren, belli belirsiz bir "hı hı" çıktı dudaklarının
arasından. Bir öncekine göre daha ufak bir yudumun ardından soru sorma sırası
bendeydi.
-"Neden geldin?"
-"Bilmem, çok yalnız görünüyordun,
yanına geleyim istedim."
"Koca Dünya" yanında
olsa dahi hiçbir yalnızlığın yok olmayacağını bilmiyordu belli ki. İyi niyetini
göz önünde bulundurarak sessiz kalmayı seçtim.
Bir süre bulanık yolun
arkasındaki Ankara’ya birlikte, sessizce baktık.
-"Bir derdin var
gibi."
Onun benden daha net gördüğünü
varsaydığım dev yolu işaret ederken,
-"Var tabi."
dedim.
Sessizliği, konuyu açmamı istediğini
gösteriyordu.
-"Bu katil yol, manzaramı
da öldürüyor." dedim biraz yükselen bir sesle.
-"Neyi varmış canım
yolun?" diye karşılık verdi.
Sesindeki alaycı ton, yolla
ilgili sorunumun ne olduğunu anladığını, fakat bu sorunumu umursamadığını gösteriyordu.
Bu umursamazlığı canımı sıkmıştı. Ağaçları öldüren, inşaatına engel olmaya çalışan
çocukların devlet tarafından gaza boğulup, coplandığı bir yol, nasıl olurda Dünya’nın
umurunda olmazdı? Muhabbeti kesip elimle bir olan şişeyi götürdüm ağzıma. Ardından
bir süre daha sessizlik. Sohbet canımı sıkmıştı ama sessizliği bölen ben oldum.
"Bir şey soracağım."
dedim.
Yolla ilgili derdimi
umursamayan Dünya’ya, içime dert olan ve daha önemli gözüken konuları soracaktım.
Onun da canı sıkılmalıydı.
-"14 yaşında, ekmek
almaya giden bir çocuğu gaz fişeğiyle öldürdüler. Sahilde oynayan çocukların kafalarına
füze yağdırarak öldürdüler. Bir başka füze belki de hayatında ilk defa uçağa binmiş
çocukları havada yakaladı. Büyüklerin aksine, seninle ilgi güzel planları, umutları
olan o kadar çocuğu sana gömdük, şişmedin mi?" diye sordum.
Yüzünü bana doğru cevirdi
ama ifadesinde hiçbir değişiklik yoktu.
-"Çocuk cesetleri
mideni bulandırmıyor mu?" diye devam ettim soruma.
Derin bir nefes aldı. Bakışlarını
tekrar Ankara'ya çevirerek,
-"Galiba artık alıştım."
dedi.
Yaşlı Dünya’nın çocuk ölümlerine
alıştığını söylediği cevabı korkunçtu ama sanırım haklıydı. Çocuklar sadece şimdi
öldürülmemişti, sadece İstanbul’da, Filistin'de, Ukrayna'da öldürülmemişti.
Binlerce yıldır, her yerde öldürülüyorlardı. Dünya’nın buna alışması kaçınılmazdı.
Nedense birden tekrar karşımızdaki yola odaklandım. Sinirli bir tavırla,
"En azından şu yola bir
şey yapabilirdin." diye bağırdım.
Sanki o yolla birlikte tüm çocuk
ölümleri yok olacaktı. Sanki her şeyin altında o yol vardı. Sanki kötülüğün simgesiydi
yol. Böyle çocukça bir fikre nasıl kapıldığımı ben de merak ediyordum o sırada.
Belki de olan bitene çocukça yaklaşırsam, basit bir çocuk oyunu gibi her şeyin
masum sonuçlanacağı umuduydu içimdeki. Gülümsedi ama dudaklarından hiçbir
kelime dökülmemişti.
-"O kadar imkanın var,
her şeyi unut, sadece şu yol, şu köprü" diye tekrarladım kendimi.
-"Doğal afetlerden
bahsediyorsan, o iş öyle çalışmıyor." dedi.
-"Ne yani sen yönetmiyor
musun?" diye sordum.
Soruma, Dünya’nın tanrıya inandığını
gösteren bir cevap almaktan korkuyordum.
-"Tabi ki ben yönetiyorum
ama öyle senin istediğin gibi değil. Bir amacı, hedefi filan olmuyor. Olanlar
sadece yan etki. Sevmediğin bir yolun yıkılması için bir deprem bekleme kısacası."
Susmuştum. Babası istediği dondurmayı
almayan bir çocuk gibi susmuş, başımı öne eğmiştim. Hüznümü gören Dünya konuşmaya
devam etti, belki de işe yarar umuduyla,
-"Bak sana ne
diyeceğim. Bana boş yere kızıyorsun. Bu canını sıkan şeylerin benimle hiç
alakası yok. Ben 4,5 milyar yaşındayım ve hayal edebileceğinden çok daha fazla şey
gördüm. Siz insanlarsa sadece 180 bin yıldır üzerimde yaşıyorsunuz. Sizin gibi
sebepsiz yere çocuklarını öldüren, ağaçları katleden, kısa ömürlerini kendileri
için cehenneme çeviren başka canlı görmedim. Sizin suçunuzu neden bende arıyorsunuz?"
Suçsuzluğuna o kadar kolay inanmadığımı
gösteren bir bakış fırlattım gözlerinin içine. Söylediklerine kanıt gösterirmiş
gibi devam etti,
-“Sizsiz huzurlu bir gezegen
görmek ister misin?"
Kafasını siyah gökyüzüne kaldırdı
ve,
-"Bana yeterince
uzaktan bakabilirsen, üzerimde böyle sebepsiz katliamlar yaşanmayan dinozorların
hayatını görebilirsin" dedi.
Çok isterdim ama mevcut
insan yapımı araçların bunu sağlayamayacağını biliyordum. Hüznümü dağıtmayı pek
de becerememişti. Birden ayağa kalktı. O an kendisine biraz kaba davrandığımı fark
ettim, fakat ayağa kalkıp onu durdurabilecek durumda değildim. Yokuştan aşağıya
doğru yürümeye başladı. Bulanık yuvarlak siluetin arkasından bakıyordum. Bir kaç
adımdan sonra durdu, yavaşça bana doğru döndü ve,
-"Unutma suç bende
değil, ben sadece dönüyorum." dedi
-"O zaman dur dünya.”
diye bağırdım.
-"Uyumlu yaşam
konusunda dinozorlara benzeyemediniz ama belki sonunuz benzer.” dedi ve göz
kırpıp hızla uzaklaştı.
Arkasından ağlayarak birkaç
kez “Dur Dünya” diye bağırdım.
*
Polis vurdu. Bir, iki, üç. Kaldırımın
üstündeki kafamı hafifçe sağa doğru çevirdim. Kaldırıma uzanmış olduğumu o zaman
fark ettim. Kaldırımdan aşağıya sarkan kolumdan süzülen ve parmaklarımdan aşağıya
damlayan kırmızı sıvıyı izledim, bana saatler gibi gelen bir süre. Kafamı tekrar
yukarıya çevirdiğimde bir kez daha vurdu polis. Görüntüler biraz daha belirginleşmişti
bu vuruşla. Tepemde iki polis vardı. Kolumu ağır ağır kaldırdım. Kolumdan akan sıvı
kan olmayacak kadar akışkandı. Zihnim berraklaşmaya başlamıştı. İkinci şişe şarabım
bitmek üzereyken kaldırımda sızmıştım ve kucağımdaki şişeden dökülen şarap, göğsüme
oradan da koluma yürümüştü. Tepemdeki polisler ise kösele ayakkabılarıyla ayak tabanıma
yaptıkları ufak darbelerle uyandırmaya çalışıyorlardı beni.
-“Ne yaptınız siz?” diye
sordum kızgın bir sesle.
-“Ne diyorsun lan sen? Kalk
hadi.” dedi iri ve yaşlı olanı.
-“Gelmeseydiniz Dünya’yı durduracaktım.”
Aynı polis yanındaki genç
olana,
-“Kaldır şunu elimden kaza
çıkacak.” diye bağırdı.
-“Ne yaptığınızın farkında değilsiniz.
Her şeyi bitiriyor, Dünya’yı durduruyordum.” dedim.
Dediklerime kulak asmayan
genç polis tam koluma girmek için bana doğru uzanırken kapkara gökyüzünün kızıl
bir renk aldığını fark ettik üçümüz de. İki polis de benle birlikte kaldırdılar
kafalarını. Kara geceyi, biri büyük, diğeri ise ilkinin yavrusu gibi gözüken
iki alev topu ve bunları takip eden iki paralel kızıl çizgi bölmüştü. Dünya’ya doğru
yaklaştığı anlaşılan bu devası alev topları, iki polis için, tek başına kaldırımda
şarap içen bir adamdan daha korkunç gelmiş olmalıydı. Polisler daha rahat
izleyebilmek için filmin sonunu karşı kaldırıma geçerken, ben de olduğum yerde doğruldum
gözlerimi gökyüzünden ayırmadan. İki kızıl top da gittikçe büyüyordu. Yerde yan
yatan şarap şişesini kaptım ve sağ avcuma yapıştırdım. Gözlerimle önümdeki biçimsiz
yolu yükseldiği yere kadar takip ettim. Yolun yükseldiği yerde onu havada tutan
beton kolonlara baktım. Dayanmalarının imkanı yoktu. Şişeyi zayıf ve aciz beton
kolonlara doğru kaldırdım ve şişenin dibinde kalan bir damla şarabı dilime damlattım.
Yolu da, onu havada tutan köprüyü de bir daha görmek isteyenin, çok çok
uzaklardan bakması gerekiyordu bu gezegene.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder