Bu Blogda Ara

20 Mart 2012 Salı

5'te DEVRE 10'da BİTER

Maç 9-9 du. İki taraftan biri, o uzun süredir beklenen golü bulabilirse maç sonlanacaktı. “5’te devre, 10’da biter” isimli klasik mahalle maçı kuralı ile her zamanki maçlarımız gibi başlamıştı. Kural çok basitti, takımlardan herhangi biri 5’e ulaşırsa devre oluyor, 10’a ilk ulaşan takım ise galip gelmiş oluyordu. Her maçımızda uyguladığımız ve zaman kavramını devre dışı bıraktığımız bir kuraldı. Bu basit ve alışıldık kuralın böyle bir sonuç doğuracağını ve maçın 14 yıl süreceğini, maça başlarken hiçbirimiz bilemezdik. Durmaksızın 14 yıl boyunca topun peşinde koşan 10 adam. Aslında maça başladığımız sırada 10 adam değil 10 çocuktuk. Maçın başında ben 12 yaşındaydım ve sahanın en büyüklerindendim. O sahada büyümüştük. Kışlar, yazlar, baharlar geçmişti, uzamıştık, kilo almıştık, sakalımız çıkmıştı ama yorulmadan yılmadan o son golün peşinden koşmuştuk. 14 sene içerisinde irileşen vücutlarımız, üzerimizdeki kıyafetlere sığmamaya başlamış, şortlarımızda, t-shirt’lerimizde annelerimizin tamir edemeyeceği yırtıklar oluşturmuştu. Arada bir yorgunluktan yere yığılıyor, fakat bu kadar mücadeleden sonra yenilgiyi tatmanın vereceği dayanılmaz mutsuzluğu ve eve gidene kadar rakip takımın sabrımızı zorlayacak alaylarını aklımıza getiriyor, hemen ayaklanıyorduk. Bizim takımın kalesini koruyan çocuğu zar zor ikna etmesek 5’er kişiden oluşan iki takımı kuramayacak, belki de maça hiç başlamayacaktık. Böylece 14 yılımız bu toprak sahada geçmeyecek, hayatı kaçırmayacaktık. Maçımız ilk bölümleri normal başlamış, karşılıklı bulunan gollerle maçın sonuna hızla yaklaşmıştık. Her şey normal gidiyordu ta ki o son gole gelene kadar. O son golü, maçı sonlandıracak ve eve dönüşümüzü sağlayacak o 10uncu golü bulamıyorduk. Çok defalar yaklaşmıştık o gole ama her seferinde sanki bir şeyler engel olmuştu. Hiç unutmuyorum 99 senesinin yaz aylarından biriydi. Gece olmasına rağmen bunaltıcı bir sıcak vardı. Susuzluğumuz dayanılacak gibi değildi. Toprak sahamızın 20 metre ilerisindeki güçlü sokak lambası, güneşe ihtiyaç duymadan maçımıza devam etmemizi sağlıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam gece 03:00 civarıydı. Top tam önüme düşmüş rakip kaleciyi şık bir çalımla geçmiş ve boş kaleye son gol için topu yuvarlamıştım. “Bitti” diye bağıracaktım ki garip bir gürültünün ardından yer sarsılmaya başlamış ve topun kaleye girmesini engellemişti. Bu belki de son gole ilk yaklaşışımızdı ama sonuncusu değildi. Rakip takımdan bir oyuncu tam penaltı kullanacaktı bir keresinde. 2001 yılının sonbaharı henüz başlamıştı. Tam o sırada güneşin doğduğu taraftan battığı tarafa doğru ilerleyen ve hemen üzerimizden geçen 2 büyük yolcu uçağının sağar eden gürültüleri ve geçtiklerinden bir süre sonra gelen patlama sesi penaltıyı kullanan çocuğu korkutmuş ve penaltıyı dışarı atmasına sebep olmuştu. Bundan yaklaşık bir ay sonra bizim penaltımızın da kaçmasına, bu sefer tam ters yönde giden ve üzerinde Amerika bayrağı olan iki adet savaş uçağı sebep olacaktı. Bunlar dışında defalarca maçı sonlandırma şansı yakalamış ama başarılı olamamıştık. Korner kullanıyorduk. Güzel bir ilkbahar akşamıydı. Hemen kalenin önünde bekliyordum ve kornerden gelen top nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde önüme düştü. Top önümde kalır kalmaz acaba annem akşam yemeğine ne yaptı diye geçirdim içimden. Topa çok sert vurdum. Gol olmuştu. Maçı sonlandırmıştım. Topun sahibi olan arkadaş topu hemen alıp koşarak evine doğru gitti, biz de hemen dağıldık. Eve doğru yürürken birden 14 yıllık maçın yorgunluğu çökmüştü üzerime. Tam 14 yıl. Acaba evde, okulda, dünyada neler olmuş ve biz kaçırmıştık. Maça başladığımız gün eve erken gitmek zorunda kalan ve maça katılmayan Sercan’ın ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. Sercan bizim apartmanda, hemen alt katta oturuyordu. Biz 14 yıldır süren bir maçı anca sonlandırmışken, kim bilir o neler yapıyordur diye sordum kendi kendime. Saat 7’ye geliyordu. Akşam yemeğine biraz geç kalmıştım. Babamın kızmamasını umuyordum. Tam apartmana girecekken otobüs durağından gelenin Sercan olduğunu fark ettim. Tanımam biraz zor olmuştu. O da bizim gibi büyümüş ve 26 yaşına gelmişti çünkü. Tek farkı sakalı yoktu. Aslında sakalı vardı ama tıraş olmuştu sanırım. Üzerinde mavi bir takım elbise, elinde de babalarımız taşımasına alışık olduğumuz türden bond çanta vardı. 14 yıllık bir maçtan çıkmama rağmen benden yorgun gözüküyordu. “Naber” dedim. Karşılık bile vermedi. Yüzünde tarif edemediğim bir mutsuzluk vardı. Belki de maçı kaçırdığı için o kadar da şanslı değildir diye düşünmeden edemedim.

1 yorum:

  1. kasten mi yaptın bilmiyorum. öyle olduğunu umarak; hayatımda yediğim en şık ayar buydu demek isterim. eline sağlık.
    not : sb foto anomim mi? yoksa senin arsivden mi? orası eğer mangıt ise çok gülerim:)

    YanıtlaSil