Bu Blogda Ara

14 Mart 2012 Çarşamba

SOĞUK SOKAK SICAK EV


Puslu ve soğuk bir akşamdı. Akşamüzeri mesaisinin hemen bitiminde başlayan ve sadece yarım saat süren yağmurun ıslattığı kabanı iyice ağırlaşmıştı. Islak kabanının önünü sıkıca kapatmış ve yakalarını dikmiş olsa da, soğuğu kemiklerinde hissediyordu. Ayaklarından da ıslaklığı hissetmemek için, büyük kaldırım taşlarının aralarındaki derin boşluklarda oluşan su birikintilerine basmamak için ciddi bir caba sarf ediyordu. Mollstraβe caddesi ile Prenzlauer caddesinin kesiştiği kavşakta iniyordu otobüsten ve bu kavşaktan evine sadece 600 metre kadar yürüyordu, ama soğuk dayanılacak gibi değildi. Adımlarını hızlandırabildiği kadar hızlandırdı. Evinin bulunduğu sokağa döndü. Sokağı, hemen girişinde bulunan, dört metre boyunda, dökülen boyaları ile savaş yorgunluğunu üzerinden atamamış gibi gözüken ve üzerindeki 3 dev ampulden sadece 1 tanesi düzgün şekilde çalışan sokak lambası aydınlatmaya çalışıyordu, fakat bunda çok başarılı olduğu söylenemezdi. Sokağın ilk yüz metrelik kısmını karşılıklı konumlanmış iki mezarlık işgal ediyordu. Evine ulaşmadan önce, loş ışığın kılavuzluğunda iki mezarlığın arasından geçerken normalde tedirgin olurdu, fakat içine işleyen soğuk sayesinde ısınmaktan başka bir şeyi aklına getiremiyordu. Aslında onu geren şey mezarlık değil, sessizlik oluyordu ve şu anda hızla birbirine çarpan üst ve alt dişleri sessizliği bozuyordu. Mezarlıktan sonra sağdaki ikinci binanın zemin katında oturuyordu. 3 katlı bina, sokaktaki diğer binalar gibi bitkin gözüküyordu. Yaşadığı tek odalık evin giriş kapısı, apartmanın diğer katlarına çıkan merdivenin yan tarafında oluşturduğu ve sokaktan geçenlerin farkına bile varamadıkları karanlık köşedeydi. Islak ahşap kapıyı zorlukla havaya kaldırdığı yumruğuyla üç kez tıklattı. Kapı yavaşça açıldı. Karısı her zaman ki gibi büyük bir gülümsemeyle açtı kapıyı. Bu gülümsemeyi, kemik yapısından dolayı değil ama zayıflığından dolayı köşeli gözüken yüzüne biraz eğreti dursa da, hiçbir zaman eksik etmiyordu yüzünden. Karısının üzerinde her günkü, dizlerine kadar inen, bel kısmı dar, gri elbisesi ve yeşil hırkası vardı. Çok fazla seçeneği olamadığından dolayı mı bilemiyordu ama karısını bu kıyafetin içerisinde çok çekici buluyordu. Çenesindeki titremeye bir süre hakim olmak için kendisini zorladı ve kollarını karısının beline dolayarak yapıştı dudaklarına. Klasik eve giriş seremonilerinden biriydi fakat bugün daha bir hoşuna gitmişti. Karısına sarıldıkça sanki üşümesi kayboluyor, ısınıyordu. Uzun öpüşmelerinin ardından, hemen içeri geçtiler. Kabanını çıkartırken tanıdık patates kokusu doldu ciğerlerine. Kokudan, karısının o günkü patates çorbasına pırasa ilave edip etmediğini kolaylıkla anlayabiliyordu ve anlaşılan o akşam sadece patates tadıyla idare etmeleri gerekecekti. Küçük sobanın yanına yerleştirilmiş iki kişilik masaya akşam yemekleri için oturdular. Karısı hızlı hareketlerle masayı hazırlarken onu izledi. Menü alışıldık ama güzeldi, patates çorbası ve çavdar ekmeği. Ceplerinde bu menüye ek yapacak bir miktar para bulabildikleri zaman, ki haftada anca bir gün oluyordu bu, birer Schwarzbier ile keyif yapıyorlardı. Çorbalarının bitiminin ardından transistörlü radyolarının bulunduğu masanın hemen yanındaki küçük koltuğa sarmaş dolaş bir şekilde kuruldular. Radyoyu hemen çalıştırmadılar, zaten o saatte radyodan duyabilecekleri tek şey ya komünist marşlar ya da hükümetten birilerinin konuşması olacaktı. Onlarsa ilerleyen saatlerde, yatmadan hemen önce bir saat kadar klasik müzik dinlemek için açmayı tercih ediyorlardı radyoyu. Isınmak için iyice sokulmuş, birbirlerinin yüzlerine ufak öpücükler konduruyorlardı. Loş odaya rutubet ve sessizlik hakimdi. Sessizliği biraz da olsa rahatsız eden tek şey sobadan gelen ince tıslama sesiydi. Her akşam tekrarlanan bu sahne en mutlu olduğu andı. Akşam karısıyla karınlarını doyurup, sarmaş dolaş bir şekilde oturabildikten sonra dünya yansa umurunda değildi. İşini umursamıyor, hükümeti umursamıyor, yokluğu, yoksulluğu umursamıyordu. Tek derdi karısıyla birlikte olmaktı. Fakat bu akşam kafasında ufak soru işaretleri vardı. Hükümetle ilişkisini ve ne iş yaptığını hiç bilmediği, aslında hiç merak da etmediği kuzeninin ayarladığı badana işi muhtemelen yarın sonlanacak, bir sonraki gün işsiz ve meteliksiz kalacaktı. Aslında Ulusal Halk Ordusu’ndan gri üniformalı adamların gölgesinde gün boyu badana yapmak dünyanın en güzel işi değildi ama çalışma koşulları, karınlarını doyurabilecek kadar parayı kazandıktan sonra göz ardı edebildiği ufak ayrıntılardandı. Karısıyla baş başa geçirdiği mutlu akşamlara dokunulmadığı sürece, Berlin’in ortasına bu koca duvarı kimlerin neden diktiğini, onların da neden bu koca duvarı beyaza boyadıklarını merak etmemiş, öğrenmemişti de.

3 yorum:

  1. tarih ve mekan olarak mevcudun disinda hazirlanan kurgular cesaret ister. belli ki kendince bir miktar arastirma yapip eski yahudi mezarliginin yanindaki mekanlari hikayene guzel eklemissin. simdi oralar eskisi gibi diil, cok hipster oldu. herneyse, konuyu cok dagitmayalim, Mollstraβe'nin halihazirda moll caddesi demek olmasi ve nihayetinde hikayende kucuk de olsa bir anlam karmasasi yasanmasi; neden herkesin bu cesareti gosteremedigine guzel bir ornek oluyor.
    ayrica yazdiklarin duygusal olarak doyurucu olsa da, duvarin tarihi ile celisiyor. duvar ilk olarak duvar degildi, sadece tel orgulerden ibaretti, sonradan duvar(lar) oruldu. bu surec bir anda olmadigi icin de, ne kadar ilgisiz olursa bir dogu alman vatandasinin en azindan duvarin dikilme amacini bilmeyecegini dusunmek naiflik olur.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tan Abi;

      Yorumuna teşekkürle başlayayım, devamında da aşağıda yorumlarının önemli kısımlarını cevaplıyayım. Bu cevapların savunma ya da özür niteliğini taşımaması için dikkat ederek yazmaya çalışacağım.

      Hikayeme, mekan ve zamanı mevcuttan farklı seçerken ki amacımı açıklayayım. Hayatımın şu döneminde takıldığım ve bana yazı yazdıran konular birbirinden çok uzak konular değil. Blog gibi bir ortamda alt alta okunan hikayelerde aynı konular üzerinde dolaşırken, çeşitliliği mekan ve zamanda sağlayabilirim diye düşündüm. Blog'un tepesinde de yazdığım gibi yazarken biraz uzaklaşıyorum, yani bu çeşitlendirme isteği sadece okuyanı sıkılmaktan kurtarma çabası değil, beni gerçekten uzaklaştırma çabası.

      Doğu almanya seçimim konusuna gelirsek, her zaman ilgimi çekmiştir toplumun günlük hayatlarında, alışkınlıklarında büyük değişikliklere neden olan olayların gerçekleştiği dönem ve mekanlar. (Aslında toplum alışkınlıklarında büyük değişikliklerin oluştuğu mekan dendiğinde hayallerimi, insanları zombiye çeviren virüsün yayıldığı britinya adası süslüyor ama başka bir hikayeye o da). Bu sebepten doğu almanyanın yaşadığı duvarlı süreç heyecanlandırır beni. Evet bir golden age adayı değil ama heyecanlandırıyor işte. Dediğin gibi farklı mekan ve dönemde hikaye yaratmak cesaret ister ve ben çok da cesur olmadığım için daha önceden ilgimi çekmiş ve araştırdığım bir mekan ve dönemi seçtim.

      Hikayemde olduğunu düşündüğün çelişkilerle ilgili pek katılmıyorum ama sana. Sebep şudur;
      İlgimi çektiği için görece iyi araştırdım diyebilirim dönemi. Hikayem 60'larda geçiyor ve tel örgülü sınıra ek olarak duvarın inşası 1961 de başlıyor. Dersen ki; "hikayede, 60'larda geçtiği ile ilgili herhangi bir ipucu yok, hemen savaş sonrası gibi anlaşılıyor", o zaman başka sıkıntılarım var demektir. Ayrıca 60'larda geçtiğini söyledikten sonra o gözle okur ve daha büyük çelişkiler bulursan o zaman nasıl utanırım anlatamam.

      Doğu berlin'de duvarın amacından habersiz birilerinin mevcudiyet ihtimalinin olmaması konusunda sana katılıyorum. Hikayemdeki karakterin evdeki mutluluğu yakaladıktan sonra dış dünyaya nasıl kapandığını anlatabilmek için biraz gerçek üstü bir durum yaratmak istemiştim. Belki 14 yıl süren bir mahalle maçı kadar gerçek üstü değil ama (bknz:"5'te devre 10'da biter"), çok gerçek bir ortamın içine yedirilmiş bir gerçek üstü durum istemiştim. (gerçek dertlerini gerçek üstü hikayelerle anlatabilenlere hep özenmişimdir.)

      Mollstraβe çok acemi bir almanca hatası. Özür.

      Takip için ayrıca teşekkürler.

      Sil
  2. Sevgili Ercin,

    Benim huysuz ama art niyetten azade yorumlarimi ciddiye alip, uzun uzun cevap verdigin icin asil ben tesekkur ederim. maksadimi asmis olabilirim korkarim. inan ki seni degisik temalarda yazmaktan uzaklastirmak istemem. bilakis sonuna kadar desteklerim.
    tarih belirtmemen tabi ki yerinde bir tercih, hayal ve bilgi gucune yer birakmayan yazarlar cocuk hikayesi hadi en fazla vampir temali genclik oykusu yazmaktan ote gidemez. duvarin boyaniyor olmasi tarih konusunda okuyucuya bilgi vermek icin yetmeli, yetmiyosa da o okuyucu bi zahmet bi yerlerden okumali. alla google diye bir sey yaratmis.
    Iste tam burada konu duvarin kendisinin ve renginin mevcutiyene geliyor. ben olsam (ki ben olsam bu hikayeleri hayatta yazamazdim, o ayri) kahramanin merak etmedigi konuyu duvarin kendisi degil rengi oldugunu vurgular, okuyucuyu bu rengin secimine yonlendirirdim. ama tekrar soyluyorum, ben bu hikayeleri yazamadigim icin boyle futursuzca elestiriyorum. netice itibariyle yetenegi ya da imkani oldugu halde yonetmen olmamayi tercih eden bir sinema elestirmeni yoktur.
    isin asli ne biliyor musun? ben bu karsilikli yazma hadisesinin kendisini seviyorum galiba. guzel bir paylasim oldu bu. devam..

    hamis :28 yil sonra isimli hikayeni sabirsizlikla bekliyorum.

    YanıtlaSil