Üzerinde
siyah kalın bir çorap, kısacık kot şort, gri bir sweat shirt vardı. İncecik
vücudunu dayamıştı Vlatava nehrinin yanındaki koyu yeşil renkteki korkuluklara.
Yarısından fazlasını yediği yeşil elmayı, bir ısırık daha almak için, ağzına
götürmüş, gözlerini kısmış, bana doğru bakıyordu. Zayıf olan ön dişleri ile
ısırmamak için her zaman ki gibi azı dişleriyle alıyordu ısırığını. Hemen
gerisindeki bankta oturuyor, onu izliyordum. Elimdeki ucuz şarap tükenmek
üzereydi. Öğle saatlerinde Prag'ın hiçbir turistin uğramadığı arka
sokaklarındaki turumuzun sonunda, kendimizi o banka atmış, banka oturmadan önce
de, güneşin henüz batıp, Vlatava nehrini kızıla boyayarak romantik şehir
tablosunu oluşturmasına saatler olmasına aldırış etmeden, şarabımızı almıştık. Romantik
olmak için güneşin batışına duymadığımız ihtiyacı, geniş şarap bardaklarına da duymuyorduk. Şişeden içtiğimiz şaraptan aldığımız her yudumda, sanki bizde
bir değişiklik olmuyor, olan etrafımızdaki koca dünyaya oluyordu. Zaman her
yudumumuzda daha da yavaşlıyor, şehir sakinleşiyor, tenhalaşıyor, herkes yavaş
yavaş ortalıktan kayboluyordu. Şarabın
yarısına gelmiştik ki, Karl köprüsünün üzerindeki kalabalık buharlaşmış, nehrin
tam karşısında kalan Kafka Müzesinin çatı katının dar penceresinden bizi
seyrettiği hissine kapıldığımız, kafasının üzerinde uzun iki anten benzeri bir
şeyler bulunan adam silueti de kaybolmuştu. Şarabın son yudumları kalmışken şişede,
elindeki yarım elmasıyla kalkmış ayağa, ağır adımlarla korkuluklara doğru,
tablonun tek eksiğini tamamlamak için yürümüştü. Bana doğru bakarken, sağ
elimle sardığım şarap şişesini, son yudumu da doldurmak için ağzıma doğru
götürdüm. Bu hareket sanki dakikalar almıştı. Aynı ağırlıkta indirdim şişeyi
içinde bir damla şarap kalmayana kadar kafama diktikten sonra. Ona baktım.
Kestane rengi, düz saçları hareketsiz duruyordu. Her yudumda yavaşlayan zaman,
son yudumdan sonra tamamen durmuştu. Akmayan, yerinde duran an, rüzgara bile
izin vermiyordu saçlarını hareket ettirecek. Bizden başka herkesin kaybolduğu,
öncesi ya da sonrası olmayan bir anın içinde hapsolmamız, onu öyle hareketsiz
izlerken hiç rahatsız etmiyordu beni. Koca evren kısalıp, daralıp aramızdaki 3
metreye sıkışmaya çalışıyor hissi kapladı içimi. Biz dışında bir yer, o an
dışında bir an yoktu. İlkokul öğretmenimizin şimdiki zamanı ilk kez anlattığı,
Türkçe dersleri geldi aklıma. Şöyle demişti,
-"Şimdiki
zaman, konuşmayı yaptığımız anda devam eden eylemlerimiz için kullanılır
çocuklar ve yüklemin sonuna "-yor" eki konularak anlatılır. Şimdi
örnek verelim.
Ben
bakıyorum.
Sen
bakıyorsun.
O
bakıyor.
Biz
bakıyoruz.
Siz
bakıyorsunuz.
Onlar
bakıyorlar."
Şimdiki
zaman daha net anlatılamaz zannetmiştim hep, fakat o an anlıyordum ki bir şeyler
eksik anlatılmıştı. Şimdiki zamanın bu kadar güzel olabileceğinden hiç
bahsetmemişti ilkokul öğretmenim. Emrah Serbes, "Zamanı durdurmak istediğin
yere aitsindir." dediğinde de biraz eksik kalmıştı belli ki. Zamanın
durdurulabileceği aklına gelmemişti sanırım. Biz zamanı durdurmak istediğimiz
değil, zamanı durduğumuz yere aittik. Vlatava nehrinin hemen yanındaki o 3
metrekarelik alana. Gözümü ondan alabilsem, yüzümü şehre doğru çevirecek ve
Prag'a, o tarihi şehre soracaktım, öyle güzel bir tarih daha önce görüp
görmediğini.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder