Bu Blogda Ara

30 Ocak 2014 Perşembe

ZAMANI DURDURAN ŞARAP



Üzerinde siyah kalın bir çorap, kısacık kot şort, gri bir sweat shirt vardı. İncecik vücudunu dayamıştı Vlatava nehrinin yanındaki koyu yeşil renkteki korkuluklara. Yarısından fazlasını yediği yeşil elmayı, bir ısırık daha almak için, ağzına götürmüş, gözlerini kısmış, bana doğru bakıyordu. Zayıf olan ön dişleri ile ısırmamak için her zaman ki gibi azı dişleriyle alıyordu ısırığını. Hemen gerisindeki bankta oturuyor, onu izliyordum. Elimdeki ucuz şarap tükenmek üzereydi. Öğle saatlerinde Prag'ın hiçbir turistin uğramadığı arka sokaklarındaki turumuzun sonunda, kendimizi o banka atmış, banka oturmadan önce de, güneşin henüz batıp, Vlatava nehrini kızıla boyayarak romantik şehir tablosunu oluşturmasına saatler olmasına aldırış etmeden, şarabımızı almıştık. Romantik olmak için güneşin batışına duymadığımız ihtiyacı, geniş şarap bardaklarına da duymuyorduk. Şişeden içtiğimiz şaraptan aldığımız her yudumda, sanki bizde bir değişiklik olmuyor, olan etrafımızdaki koca dünyaya oluyordu. Zaman her yudumumuzda daha da yavaşlıyor, şehir sakinleşiyor, tenhalaşıyor, herkes yavaş yavaş ortalıktan kayboluyordu.  Şarabın yarısına gelmiştik ki, Karl köprüsünün üzerindeki kalabalık buharlaşmış, nehrin tam karşısında kalan Kafka Müzesinin çatı katının dar penceresinden bizi seyrettiği hissine kapıldığımız, kafasının üzerinde uzun iki anten benzeri bir şeyler bulunan adam silueti de kaybolmuştu. Şarabın son yudumları kalmışken şişede, elindeki yarım elmasıyla kalkmış ayağa, ağır adımlarla korkuluklara doğru, tablonun tek eksiğini tamamlamak için yürümüştü. Bana doğru bakarken, sağ elimle sardığım şarap şişesini, son yudumu da doldurmak için ağzıma doğru götürdüm. Bu hareket sanki dakikalar almıştı. Aynı ağırlıkta indirdim şişeyi içinde bir damla şarap kalmayana kadar kafama diktikten sonra. Ona baktım. Kestane rengi, düz saçları hareketsiz duruyordu. Her yudumda yavaşlayan zaman, son yudumdan sonra tamamen durmuştu. Akmayan, yerinde duran an, rüzgara bile izin vermiyordu saçlarını hareket ettirecek. Bizden başka herkesin kaybolduğu, öncesi ya da sonrası olmayan bir anın içinde hapsolmamız, onu öyle hareketsiz izlerken hiç rahatsız etmiyordu beni. Koca evren kısalıp, daralıp aramızdaki 3 metreye sıkışmaya çalışıyor hissi kapladı içimi. Biz dışında bir yer, o an dışında bir an yoktu. İlkokul öğretmenimizin şimdiki zamanı ilk kez anlattığı, Türkçe dersleri geldi aklıma. Şöyle demişti,
-"Şimdiki zaman, konuşmayı yaptığımız anda devam eden eylemlerimiz için kullanılır çocuklar ve yüklemin sonuna "-yor" eki konularak anlatılır. Şimdi örnek verelim.
Ben bakıyorum.
Sen bakıyorsun.
O bakıyor.
Biz bakıyoruz.
Siz bakıyorsunuz.
Onlar bakıyorlar."
Şimdiki zaman daha net anlatılamaz zannetmiştim hep, fakat o an anlıyordum ki bir şeyler eksik anlatılmıştı. Şimdiki zamanın bu kadar güzel olabileceğinden hiç bahsetmemişti ilkokul öğretmenim. Emrah Serbes, "Zamanı durdurmak istediğin yere aitsindir." dediğinde de biraz eksik kalmıştı belli ki. Zamanın durdurulabileceği aklına gelmemişti sanırım. Biz zamanı durdurmak istediğimiz değil, zamanı durduğumuz yere aittik. Vlatava nehrinin hemen yanındaki o 3 metrekarelik alana. Gözümü ondan alabilsem, yüzümü şehre doğru çevirecek ve Prag'a, o tarihi şehre soracaktım, öyle güzel bir tarih daha önce görüp görmediğini.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder