Sarı
ışığın samimiyet kazandırmaya çalıştığı mutfağımızda, akşam yemeklerinin
şaşmayan saatinde toplanmıştık yine ailecek. Babam ve ablam benim gibi
yerlerine kurulmuşlar çorbalarını beklerken, annem beklenen çorbaları
kaselerine koyuyordu. Masanın üzerinde mükemmel şekilde bilindik yerlerine
konan derin tabaklar, ana yemekten önce çorba kaselerinin üzerlerine
konulmasını bekliyor, rutinin verdiği ızdırapta bizi yalnız bırakmıyorlardı.
Uzun yemek masasının pencereye dayanmış kenarına yakın kısımda, babamın tam
karşısında oturuyordum. Dirseklerimden aşağısını masanın üzerine koymuş, mavi,
kalın, plastik masa örtüsünün serinliğini kolumda hissediyordum. Sol tarafımda
kalan tahta doğrama pencerenin geniş aralığından gelen ılık esinti, sadece
benim duyabileceğim, tiz bir ıslık çalıyordu. Beyaz renkli, ince tülü yavaşça
yana kaydırarak sokağa baktım. Açık gri renkteki otobüs durağı, sokağın kalan
kısmı gibi boştu. Durağın hemen yanında yükselen sokak lambası, güneş henüz
tamamen batmamış olmasına rağmen ışığını yakmış, güneş ışığından dolayı
varlığını gösteremiyordu. Tülü rahat bırakarak tekrar masaya döndüm. Yazılı
olmayan, ama gerekli görüldüğünde babam tarafından sözlü olarak hatırlatılan ve
evimizin en önemli kurallarından biri olan "sofrada konuşulmaz" kuralı,
evin tüm bireyleri tarafından kusursuzca yerine getiriliyor, annem çorbaları koyarken
kepçenin kaseye değdiği anda çıkardığı sesler tüm ayrıntıları ile duyuluyordu. Dördümüzü
bir araya getiren tek an olan akşam yemeklerini sessizliğe bürüyen bu kuralı hiç
bir zaman anlamamıştım, ama beni çok da rahatsız etmeyen, kolay kabullendiğim
bir kuraldı. Annem son çorba kasesini de kendi tabağının içerisine koyduktan
sonra masaya oturdu. Anneme ve ablama baktım kısa bir süre. Sessizlik kuralını bozmayacakları
belliydi o akşam, fakat o gün özel bir gündü benim için ve kural, kanun
dinlemeyecek gibiydim. Otuz yaşıma geldiğimde bile, kendi kendime sorduğum
"neye yeteneğim var bu dünyada?" sorusunun tek cevabı olan futbol, o
günden sonra, hayatımda resmiyet kazanacak, lojman içerisindeki ezeli
rakiplerimize karşı yıllardır araba park alanlarında verdiğim mücadeleler
geride kalacak, profesyonel futbola adım atacaktım. Okuldan çıkışta, öğleden
sonra koştura koştura gittiğim ve son dakikalarda ismimi yazdırdığım Eskispor futbol
takımı seçmelerinde, hoca tarafından beğenilmiş, takıma seçilmiştim. Kendi yaş
aralığımda seçmeler için yapılan maçta, hocanın bendeki yeteneği görmesi sadece
5 dakikasını almış, beni hemen maçtan çıkartarak ismimi yazdırmıştı. Maçın daha
5. dakikasında durdurularak, benim kenara çağrılmam, o an kenarda bekleyen ve
benimle aynı hayali paylaşan onlarca yaşıtımın bakışları arasında hocanın
yanına, o ortak hayale doğru yürümem, ömrüm boyunca unutamayacağım bir ana
dönüşüyordu. İnsan, hayatındaki en büyük hayale eriştiği zaman, bu yolda
kimlerin üzerine bastığını, kimleri ezdiğini umursamıyordu sanırım. Buna bir de
çocuk acımasızlığını eklediğimde, o an gözlerini üzerime dikmiş olan
rakiplerimin içinde bulundukları durum bana zevk bile veriyordu. İlk defa kendi
koyduğum, ısmarlama olmayan bir başarı hedefine ulaşmıştım ve bunu evdekilerle
paylaşmak için sabırsızlanıyordum. Aile içersinde, sofrada sessizlik kuralını
en iyi içselleştiren "ben", o anda takıma seçildiğini neşe içerisinde
anlatmak için yerinde duramayan "ben" karşısında sert bir kabuk gibi
duruyor, fakat bir yandan da bunu uzun süre sürdüremeyeceğinin farkına
varıyordu. Sessizliği bozmalı, çorbalarımızı kaşıklamaya başlamadan mutluluğumu
onlarla paylaşmalıydım. Hayatımda ilk defa başarılı hissediyordum.
-"Ben
bugün Eskispor'un seçmelerine katıldım. Seçtiler beni. İki gün sonra antrenmana
gideceğim." dedim.
Sesimi
hiç o kadar özgüven sahibi bir şekilde duymamıştım. Sofradaki sessizliğin benim
tarafımdan bozulmasıyla yaşadıkları şaşkınlığın geçmesini, tebrik konuşmalarına
başlamalarını bekliyordum. Tebrikleri kabulden sonra Eskispor'un altyapısının
ne kadar iyi olduğunu, seçilmenin nasıl zor olduğunu ballandıra ballandıra
anlatacak, sahanın ortasındaki gurur yürüyüşümün detaylarını verecektim. Annem,
yüzünde oluşan hafif gülümsemenin ardından tam bir şey söyleyecekti ki, babamın
çorbasından, ağzını şapırdatarak aldığı ilk yudum dikkatlerin o yöne
çevrilmesine sebep oldu. Babam yüzünü buruşturarak,
-"Çorba
soğuk mu? Tam ısıtmamışsın." dedi anneme.
Annem
ayağa kalkarak babamın çorba kasesini aldı. Sofranın üzerine tuttuğum kollarım
masa örtüsüne yapıştı bir anda. Hareketsizce babama bakıyordum. Babam hiç çocuk
olmuş muydu? Babasından ufak bir takdir beklemiş miydi severek yaptığı bir
şeyde başarılı olduğu için ya da sırf
onun ilgisizliğinden dolayı kaybetmiş miydi ilgisini çok sevdiği bir şeylere
karşı? Babam 11 yaşında olmuş muydu hiç, 11 yaşında yanında dev gibi duran
babasında korkmuş muydu, benim babamdan korktuğum kadar? Güneş ışığının
karşısında, güçsüz bir sokak lambasının yaşadığı acizliği yaşamış mıydı
babasının karşısında? Babamın yaşanıp yaşanmadığından emin olamadığım çocukluğu
ile ilgili sorular kafamın içerisinde fütursuzca dolaşırken, kızarmış ama
yaşarmamak için direnen gözlerimi babamın yüzüne dikmiştim. Hissettiklerim
kızgınlık mıydı, üzüntü müydü ya da ikisi bir arada mıydı ayırt edemiyordum.
Sanırım çocuklar hislerini isimlendirmekte biraz zorlanıyorlar. Ben dikkatlice
babamın yüzünü incelerken, sanki o bana bakmamak için büyük çaba sarf ediyordu.
Bir an tuhaf bir hisse kapıldım. Benim ondan korktuğumdan çok daha fazla
korkuyor gibiydi benden. Hayal kırıklığına uğramış bir çocuktan daha korkunç ne
olabilirdi ki? Kafamı öne doğru eğdim. 18 yaşında o evden ayrıldıktan sonra bir
daha hiçbir akşam yemeği menüme dahil etmediğim o sessizlik yeniden çökmüştü
sofranın üzerine. Çorbamdan bir kaşık aldım. Bence sıcaktı.
Bence de sicakti. Kucuk, masum gozler sana bakmaya basladiginda, sicaklara soguk dememen temennisiyle, buyuk masum gozlerinden opuyorum.
YanıtlaSil