Parmak uçlarım sızlamaya, hareketlerim yavaşlamaya başlamıştı. El
bileklerimde başlayan ağrı omuzlarıma kadar ulaşmış, nefesim kesilmeye yüz
tutmuştu. Fırat'la çaktırmadan birbirimize bakıyor, ilk vazgeçen olmamak için
ikimiz de direniyorduk. Büyük planımızı gerçekleştirmek için çabalamamız
gerektiğini biliyorduk. Harcadığımız yarım saatin sonunda ayak uçlarımızda bir
iki dakika bile durmadan uçuşan köpüklerin hüzünlü bir şekilde yanımızdan
uzaklaşma görüntüsü hevesimizi kırmaya çalışsa da, bizi vazgeçirmeyi
başaramamıştı. Dünyayı beyaz köpüklerle dolu bir gezegen haline getirecektik. Üzerinde
hiçbir pencere bulunmayan, apartmanımızın pürüzlü, gri yan duvarına sürterek un
ufak ettiğimiz beyaz köpük blokları, enerjimizle birlikte yavaş yavaş tükenmeye
başlamıştı. Babam ilçenin var olma sebebi olan beyaz eşya fabrikasının
paketleme bölümünde çalışıyordu. Sülalemizin, 5 yaşında olmama rağmen beni adam
yerine koyup sohbet eden tek bireyi alkolik amcamın gecenin muhtelif saatlerinde
evimize yaptığı ziyaretlerin birinde getirdiği oyuncak itfaiye arabası
dışındaki tek oyuncağım, babamın fabrikadan getirdiği ve fabrikadaki buzdolaplarının,
çamaşır makinelerinin paketlenmesinde kullanılan beyaz köpük bloklarıydı. Bu
köpük blokları bazen savaşın en kanlı cephesinde girdiğim çatışmalarda tüfeğim,
bazense hırsızları kovaladığım polis arabamın direksiyonu oluyordu. Ama bu
sefer bu beyaz köpük blokları, bir daha kullanamayacak olsam da, çok daha büyük
bir amaca hizmet edecekti. Küçük köpük taneleriyle tüm dünyayı dolduracak,
beyaz bir denize dönüştürecektik. Fırat'a bu planı anlatıp onu yanıma çeken
bendim fakat o farkında olmasa da fikrin asıl sahibi Seda'ydı. Mahallenin
erkeklerinin tamamına yakınının aşık olduğu Seda. Güzel kızdı Seda. Uzun, ince
telli, kahverengi düz saçları beline kadar geliyordu. İnce kaşlarının altındaki
kocaman gözleri ile attığı bakışlarından büyülenmemek mümkün değildi. Hele bir
de kıpkırmızı dudaklarının yanına yerleşen iki küçük çukurun eşlik ettiği gülümsemesine
denk gelirseniz, koca gezegende bakışlarınızı çevirmeye değecek başka bir şey bulamazdınız.
Ona aşık olmak o kadar basitti ki, mahallenin neredeyse tüm erkeklerini
seçeneksiz bırakmış, hepsinin eksiksiz bir teslimiyetle kalplerini sunmalarını
sağlamıştı onun aşkına, aşklarına karşılık alma ihtimallerinin ne kadar zayıf
olduğunu bilseler de.
İki hafta öncesine kadar ben de hepsi gibi umutsuz bir aşk yaşıyordum,
ta ki onun bana aşık olduğunu net bir şekilde gösteren o sözleri ondan
duyuncaya kadar. Artık emindim onun da bana sırılsıklam aşık olduğundan. Onun
bana aşık olduğunu fark ettikten sonra, aşkım, bizim mahallede yaşayan bir
erkek için çok normal bir refleks olmaktan çıkmış, derinleşmiş, içinden ne
kadar çırpınırsam çırpınayım çıkamayacağım bir girdap halini almıştı. Tam iki
hafta önce cuma günüydü. Gün çok normal devam ediyordu. Mahallenin trafik
tarafından kirletilmeyen dar bir sokağına dört büyük taşın yardımıyla, iki küçük
kale kurmuş, terden t-shirt'lerimizi sırtımıza yapıştıran, mücadele dozu yüksek
bir maç yapıyorduk. Mahallenin çocuklarının çoğunun babası, benim babam gibi
beyaz eşya fabrikasında çalışıyordu. Hepimizin ailelerinin ekonomik durumu
birbirine çok yakındı. Annesi de çalışan üç beş çocuğun yarattığı ufak farkları
saymazsak, sınıf farkının neredeyse hiç bulunmadığı bir sokaktaydık. Bizim
apartmanın birinci katında oturan Serdar'lar bu ufak farkı yaratan birkaç
aileden biriydi. On daireli apartmanda sadece onların evinde telefon vardı
mesela. Acil bir durum olduğunda bir yere telefon edilecekse, Serdar'lara
gidilir ve rica edilirdi. Annesi ve babası hiçbir karşılık beklemeden herkesin
hizmetine sunarlardı telefonlarını, çünkü yeterdi onlara komşularına yardım
etmenin gururu. İşte Serdar gibi bir iki çocuk daha vardı, kötünün iyisi bir
ekonomik duruma sahip. Hepimizin ayağında Sportaç marka ayakkabılar vardı ve
Adidas ayakkabılar bize fabrikası kadar uzaktılar, tabi "Addidas"
ayakkabıları ile "Adidas"a bir "d" harfi kadar yaklaşan
bazılarımızı saymazsak. O gün biz kan ter içerisinde topun peşinden koşarken, mahallenin
kızları da kaldırıma oturmuş maçımızı izlemeye başlamışlar, arada bir de bir şeyler
fısıldaşarak gülüşüyorlardı. Tabi ki Seda da aralarındaydı ve hepimiz tüm
hünerlerimizi sergilemeye çalışıyorduk kızların önünde. Arada bir en romantik
olanlarımız kızların ilgisini çekmek için topu hızla kızların olduğu tarafa
doğru vuruyorlardı. Hiç birimiz kızların ilgisini çekecek daha etkin bir yol
görmemiştik hayatımızda, işe yarıyordu. Tam kaldırımın yanında, dizlerimde
derman kalmadığı, aldığım hiçbir nefes yorgunluktan dönmeye başlayan başımı
durduracak kadar oksijeni sağlayamadığı bir anda meşin yuvarlak önüme doğru
yuvarlanmıştı. Topu durdurup, göz ucuyla kızlara doğru bakmıştım. Hepsi bana
bakıyordu, Seda da. Kafamı rakip kaleye doğru çevirdim. Gol için karşımda iki
küçük engel vardı. Biri rahatlıkla çalımlayacağım çelimsiz Tuğrul, diğeri ise
mahallenin kova kalecisi Kamil. Fakat hesaba katmamıştım topu bulunduğum yerden
kaleye kadar sürmemi imkansız kılacak asıl engel olan yorgunluğumu. Topu
yavaşça ileri doğru sürerek attığım ilk adımda, yorgunluğumun yanında, Seda'nın
bakışlarından dolayı içimi saran müthiş heyecanın da etkisiyle tökezlemiş ve
kızların tam önünde yere kapaklanmıştım. Futbolla hayatın ikiz kardeş gibi
birbirlerine benzediklerini o an anlamıştım. İkisinde de incecik bir ipin
üzerindeydik ve ne tarafa düşeceğimizi kestirmek çok zordu. Çok basit gözüken
yarım dakikalık bir top sürmenin sonunda aşkım Seda'nın gözünde bir kahramana
dönüşecekken yere kapaklanmış ve tüm şansımı kaybetmiştim. Kızlar gülüyor,
erkekler ise benden uzaklaşan topun peşinden koşmaya devam ediyorlardı. Dizim
kanamaya başlamıştı. Kafamı kaldırıp Seda'ya bakamıyordum bile. Saatlerdir
topun peşinde koşturmuştum ama o anki kadar terlememiştim. Artık kendime aşık
olacak yeni birileri bulmam gerektiğini geçiriyordum aklımdan ama dedim ya
futbol çok benziyordu hayata ve kızların neden etkileneceğini kestirmek mümkün
değildi işte. Ben üzerindeki kirden dolayı simsiyah olmuş dizimin ortasından koyu
kırmızı bir nehir gibi aşağı yavaşça akan kanımı izlerken, Seda, onun da bana
aşık olduğunu kesin olarak anladığım o cümleyi kurmuştu yanındakilere.
-"Aslında her yer yumuşak olsa kimsenin düştüğünde canı acımaz,
dizi kanamaz."
Birden kafamı Seda'ya doğru çevirdim. Ben neşesini gizleyemeyen şaşkın
bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde, o hemen yanındakilerle başka bir şey
konuşmaya başlamıştı ama artık ne fark ederdi ki ne konuştuğu. Belli etmişti
bir kere bana olan sevgisini. Yoksa neden benim yere kapaklanmam, dizimi
kanatmam, acı içinde kıvranmam umurunda olsun ki? Neden benim canımı yakan sert
dünyayı yumuşatma fikri gelsin aklına? O an hissettiğim heyecanı tarif etmek
mümkün değildi. Biraz önce yere kapaklandığımda bir daha hiç bir zaman o kadar
terleyemeyeceğimi düşünmüştüm, fakat hayat saniyeler içinde nasıl da
yanıldığımı göstermişti. Ter tüm vücudumu basmış, nefes alış verişlerim
düzenden iyice uzaklaşmış, vücudumda dolaşan adrenalin miktarı kontrolden
çıkmıştı. İkimiz de beş yaşındaydık ve önümüzde aşkımızı yaşayacağımız koca bir
ömür vardı. Vücudumun verdiği tepki azdı bile. İşte o gün o farkında olmasa da,
büyük planım için fikri vermişti bana.
Kimsenin canı yanmasın diye düştüğünde, dünyanın her yerini yumuşak bir
şeylerle kaplamak. Bu planı gerçekleştirmek içinse en uygun hammadde, en ucuz
ve ulaşılabilir olanıydı tabi ki, yani ne miktarda istersem isteyim babamın
fabrikadan bana getirebileceği beyaz köpükler. Evet şimdiye kadar istediğimden
çok daha fazlasını istemem gerekecekti babamdan ama sorun değildi. Bu zamana
kadar beyaz eşyaları sahiplerine çizilmeden götürme veya bana silah, araba gibi
lojistik destek sağlama amaçlarına hizmet eden köpükler, şimdi, un ufak olup
dünyayı yumuşacık bir yer haline getireceklerdi. O an elimizdekilerle tüm
dünyayı kaplayamazdık belki. O gün sadece başlangıç olacaktı. Eğer hesaplarım tutarsa
bir kaç gün benzer azmi gösterirsek amacımıza ulaşabilirdik. Zaten altı üstü
diz yüksekliğine kadar köpükle doldurmak dünyayı yetecekti.
Başlangıç olarak o günü seçmemin bir kaç sebebi vardı. Babam o gün akşam
vardiyasındaydı ve görece geç gidebilirdim eve. Bizim mahallede akşam olduğunda
sokakta kalan çocuklardan, o gün kimin fabrikada akşam vardiyasında olduğunu
rahatlıkla anlayabilirdiniz. Acıkmış olmama rağmen eve gitme isteği hiç yoktu
içimde. Aslında haftalardır akşam saatlerinde evden olabildiğince uzak olmaya
çabalıyordum. Nedeniyse babam ve annemin haftalardır her akşam pür dikkat
izlediği ve sürekli aynı şeyi anlatan haber bültenleriydi. İzlemek istemesem de
ister istemez kulak misafiri oluyordum. Komşumuz olan ülkeyle çıkmak üzere olan
savaştan bahsediyorlardı. Hemen sınırda olan ilçemiz de komşumuzun ilk
saldıracağı yerlerden biriydi. Annem ve babamın heyecanı da bu yüzdendi.
Muhtemelen böyle bir saldırıya ihtimal vermediğimden, sıkılıyordum savaş haberlerinden.
Sonuçta biz komşuyduk. Apartmanımızda gürültü, geç kalan aidat, merdiven
temizliği gibi çok önemli konularda tartışmalar çıksa da, ne küskünlükler iki
günden fazla sürüyordu ne de küsülen komşunun evi bombalanıyordu. Komşu ülkemiz
de bize kısa süreli küsebilir ama bombalamaya kalkmazdı, kaldı ki biz hemen
sınırdaydık, bize darılması bile mümkün değildi bence. Annem ve babamsa, tam
tersi benim gereksiz gördüğüm bir dikkatle bu haberleri izliyorlar, evin oturma
odasındaki kokuyu bile keskinleştiren gergin bir ortam yaratıyorlardı. O akşam,
gece yarısına kadar babam fabrikada olsa da evde haber bülteninin açık
olduğundan emindim. Sokak, sıkıcı haber spikerinin sesinin yankılandığı oturma
odamızdan daha cazip geliyordu. Birkaç saat önce sıkılıp yakar top oyunundan çıkmıştım.
Sıkılmamam da mümkün değildi. Benim için çok basit bir oyundu yakar top.
Yaşıtlarımdan hep daha çevik olmuştum. Oyunun başlamasının üzerinden sadece beş
dakika geçmişti ki havada yakaladığım on topla, on can kazanmıştım. Benimle birlikte
herkes sıkılmaya başlamış, benim pes etmemi beklemeye başlamıştı. On tane canım
vardı, beni yakmaları ve saf dışı bırakmaları mümkün gözükmüyordu. Bu ıstırabı
mahalle arkadaşlarıma daha fazla çektirmek istememiş, on canımı da yanıma alıp çıkmıştım
oyundan. Hepsinin yüzüne geniş bir gülümse yerleşmişti. Neyse ki benimle
birlikte Fırat da oyundan çıkmıştı. İki kişi yapacak bir şeyler ararken söylemiştim
ona dünyayı köpükle doldurmayı düşündüğümü. Fikir ilginç gelmiş olacak, zor
olamamıştı ikna olması. Hemen eve gidip ne kadar köpük blokum varsa
apartmanımızın yan tarafındaki boşluğa getirmiştim. Vakit kaybetmeden
koyulmuştuk köpük üretmeye.
Kollarımdaki sızıya biraz olsun dayanabilmek için sıktım dişlerimi. Fırat'a
doğru baktım. Dünyayı köpükle kaplama konusunda onu ikna etmiş olsam da benim
kadar tutkulu olmadığını hissedebiliyordum. Kollarım artık kopma noktasına
gelse de mükemmel bir iştahla kaptım elimizde kalan son köpük blokunu ve yavaş
hareketlerle sürtmeye başladım duvara. Duvara sürtülerek parçalanacak başka
köpük bloku kalmamıştı elimizde. Fırat bunu da fırsat bilerek,
-"Yarın devam ederiz." diyerek beni son köpük blokuyla baş
başa bıraktı ve koşarak eve gitti.
Apartmanımızın suratsız yan cephesinin önünde, ben ve beyaz köpük bloku
baş başa kalmıştık. Blok, duvara her sürtüşümde biraz daha ufalıyor, yok olmaya
yaklaşıyor, ben de yalnızlığıma doğru yaklaşıyordum. Blok artık sadece sağ
elimde tutabilecek kadar küçüldüğünde kafamı aşağıya doğru eğdim ve ne kadar
köpük oluşturabildiğimizi kontrol ettim. Bulunduğumuz mevsime eğreti duran
rüzgar yeni parçaladığım bloktan düşen köpük parçaları dışında hiç bir şey
bırakmamıştı etrafımda. Canım sıkıldı bir anda. Beklediğimden uzun ve zor bir
süreç olacağını anlıyordum Seda'nın istediği gibi dünyayı köpüklerle
doldurmanın. Kızarmış avucumun içerisinde kaybolan pingpong topu ebatlarına
kadar erimiş köpükle oturdum yere. Sırtımın terden sırılsıklam olduğunu o an
anlamıştım. Hızını arttıran rüzgar terli sırtıma sanki dev bir buz kütlesi
yerleştirmişti. Kafamı kaldırıp yukarıya doğru baktım. Rüzgar günün tek
beklenmeyen misafiri değildi. Dakikalar içerisinde başlayacak olan yağmurun
habercisi kapkara bulutlar kaplamıştı gökyüzünü. Elimdeki küçük köpük blokunu
havaya doğru fırlattım. Blok elimden ayrılır ayrılmaz, hafif vücudunun
kontrolünü tamamıyla rüzgara bırakmış, havada daireler çizerek uzaklaşmıştı. Son
blokun uzaklaşmasıyla içime oturan yalnızlığa çok fazla dayanamamış ve hızlı
adımlarla eve gitmiştim. Kapıyı açtığında annemin yüzündeki telaşı rahatlıkla
fark edebildim. Neler olduğunu sormama fırsat vermeden,
-"Gel." dedi ve hızla oturma odasına doğru geçti.
Ayakkabılarımı çıkartırken, annemin ilgisini terli sırtımdan daha çok
çeken şeyin ne olduğunu düşünüyordum. Oturma odasına girdiğimde tanıdık sıkıcı
ses alışılandan daha yüksek bir ses tonuyla çıkması beklenen savaştan
bahsediyordu. Annem odanın ortasında tam televizyonun karşısında dikilmiş, sağ
baş parmağının tırnağını kemirerek ekrana bakıyordu. Annemin gerginliğini
azaltmak için,
-"Boş ver anne.." diye söze başlıyordum ki, dışarıdan
apartmanımızın bile sallanmasına sebep olan o patlama sesini duyduk. Patlama
sesine annemin ince çığlığı karışıverdi. Hemen pencereye doğru hareketlendik.
Tüm apartmanların dairelerinde bizim gibi endişeli siluetler oluşuvermişti
anında. Ne olduğunu anlamaya çalışırken annemin ağlamaya başladığını fark
ettim. Bacağına doğru sokuldum. Desteğime ihtiyacı var gibiydi. Tırnağını
yemeyi bırakmış, muhtemelen farkında olmadığı bir sertlikle saçlarımla oynamaya
başlamıştı, pencerenin camına dayadığı kafasını bir sağa bir sola çevirirken. O
sırada haber bültenin bizim ilçeden bahsettiğini duyduk. Annem hemen
televizyonun sesini açtı. Tekrar başlamıştı tırnaklarını yemeye. Haber bülteni,
haftalardır sanki başlamasını ister gibi durmaksızın bahsettiği savaşın artık
başladığını söylüyordu. Savaş benim için daha beklenmedik olmasına rağmen
annemden daha sakin karşılamayı bilmiştim, ta ki bombaların ilçedeki beyaz eşya
fabrikasına, o an babamın akşam vardiyasında çalıştığı fabrikaya düştüğünü
öğrenene kadar. Annemden daha uzun yeni bir ince çığlık sesi yükselirken, ben
iyice sessizliğe gömülmüştüm. Sanki zaman durmuştu. Bize saldırmaz dediğim
komşumuz, babamın üzerine bombalar yağdırmıştı. Annem kendisini kanepeye
atmıştı. Ben hareketsiz dikiliyordum televizyonun karşısında. Annemin
çığlıkları boğuk ve çok uzaklardan geliyor gibiydi kulağıma. Televizyonun
sesiniyse duymaz olmuştum. Başım dönmeye başlasa da duruşumu koruyordum.
Gözlerimi kapattım. Ne kadar bir süre o şekilde beklediğimi hatırlamıyorum. Gözlerimi
tekrar açtığımda televizyonun sesi ve annemin çığlıkları eski kuvvetiyle geri
dönmüştü kulağıma. Hızla kapıya doğru koştum. Seri hareketlerle geçirdim Sportaç
ayakkabılarımı ayağıma. Dış kapının kulpunu iki elim ve vücudumun ağırlığının
yardımıyla aşağıya indirdim ve dışarı çıktım. Annem, dış kapının açılma sesiyle
hareketlendiğimi fark etmiş olacak, bu sefer benim ismimi haykırarak arkamdan
geldi. Hiç duraklamadan, basamakları ikişer ikişer inmeye başladım. Annem hem
ağlıyor, hem bağırıyor, hem de bana yetişmeye çalışıyordu. Sokağa indiğimde
ciddi bir kalabalığın oluştuğunu ve hepsinin aynı tarafa, fabrikanın bulunduğu
yöne doğru baktığını gördüm. Hemen aralarına karıştım. Kalabalıktan dolayı
ilerleyemiyor, fabrikayı da göremiyordum. Tek görebildiğim fabrikanın bulunduğu
bölgede gökyüzünün kırmızıya boyandığıydı. Bu şekilde annemin beni rahatlıkla
yakalayacağı ortadaydı. Hemen apartmanımızın yan tarafındaki boş araziye
yöneldim. Boş arazideki kestirmeyi kullanarak ulaşacaktım fabrikaya. Gürültülü
kalabalığın arasında annemin ismimi bağırdığını duyabiliyordum. Onu bu şekilde
telaşlandırmak istemiyordum ama fabrikaya gitmem gerekiyordu. O an annemin yanına
gitsem beni bırakmaz, fabrikaya gitmemi engellerdi. Çünkü fabrikada birilerini
kurtarabileceğimden habersizdi. Gündüz oynadığımız yakar top oyununda on can
kazandığımı bilmiyordu. Fabrikaya yetişebilirsem, on kişiyi kurtarabilirdim. Sahip olduğum can bana yeter de artardı bile. Kalabalığı ve annemi arkamda bırakarak
girdim boş araziye. Hava kararmış, soğumuş, eve girerken yukarıda bıraktığım
kara bulutlar ince ama hızlı bir yağmur dökmeye başlamıştı. Boş arazi önümde
sonu olmayan bir yol gibi uzanıyordu. Koşmaya başladım. İnce yağmur taneleri
çarpıyordu yüzüme. Soğuk hava hızla alıp verdiğim soluklarla ciğerimi
yakıyordu. Bir ara fazla oksijenin etkisiyle gözüm kararmış ama durmayı aklımın
ucundan bile geçirmemiştim. Fabrika görüş alanıma girdiği anda karşılaştığım
görüntüyle, daha önce kapılmam gereken telaş ve korku kaplayıverdi içimi. Koca
fabrika bir alev topu gibiydi. İlçede bulunan dört ambulans ve iki itfaiye
aracı fabrikanın önüne gelmişlerdi, fakat dev alevlerin önünde çok çaresiz
görünüyorlardı. Keşke amcam oyuncağı yerine gerçeğini alsaydı diye geçirdim
içimden. Fabrikanın ön tarafındaki kalabalığı aşmak mümkün gözükmediğinden
hemen arka tarafa, babamın çalıştığı paketleme bölümüne doğru hareketlendim.
Fabrikanın etrafında geniş bir daire çizerek paketleme bölümü tarafından fabrika
alanına girdim. Fabrikanın bu arka girişinde, öndekine nazaran çok daha az
insan toplanmış, hiçbir ambulans ya da itfaiye aracı gelmemişti. Yangından bir
şekilde kurtulan, yüzü kapkara olmuş, tulumlarının büyük bölümü yanmış işçilere
bu ufak kalabalık yardım etmeye çalışıyordu. Gözlerim babamı arıyordu. Önce ona
yardım etmeliydim. Fabrikanın girişinde iki yüksek bayrak gönderinde ulusal
bayrak ve firmanın bayrağı rüzgarın etkisiyle yırtılacakmış gibi dalgalanıyor,
bayrak iplerinin gönderin boş çelik gövdesine yaptığı sert vuruşlar ince bir
çınlama sesi çıkarıyordu. Normalde böyle bir dalgalanma görüntüsü bir gurur
göstergesi olabilirdi ama o akşam, fabrikada çalışan işçiler sebebini hiç
anlamadıkları bir savaşın ilk kurbanları olmuş ve hayatta kalabilenleri can
çekişirken, iki bayrak da oradan kaçmaya çalışıyor gibi gözüküyorlardı.
Varlığımı fark etmeyen kalabalığın arasından sıyrılarak fabrikaya iyice
yaklaştım. Etrafımda kimse kalmamıştı. İnsanlar daha uzak bir mesafeden
çaresizce izliyordu yangını. Sırtım rüzgarın etkisiyle buz kesmişken, yüzüm
yangından gelen sıcak havayla ısınmaya hatta yanmaya başlamıştı. Adımlarımı
yavaşlatmıştım. Yorgunluğum sanki ayaklarıma yapışmış, yangından gelen
sıcaklığında yardımıyla beni fabrikadan uzak tutmaya çalışıyordu. Bir an önce
babamı bulmak istiyordum ama bacaklarımı kontrol edemiyor gibiydim. Adımlarım
ağır çekim bir hal almıştı artık. Bacaklarımı kontrol etmek için kafamı aşağıya
doğru çevirdiğimde, beni yavaşlatanın yorgunluğum ya da sıcaklık olmadığını
fark ettim. Patlamanın etkisiyle fabrikanın paketleme bölümündeki köpük
blokları un ufak olup etrafa dağılmış, her tarafı kaplamışlardı. Etrafım,
dizlerime kadar beyaz köpük taneleri ile doluydu. Birden babama ulaşamayacağımı
hissettim. Göğsümün ortasına biri oturmuş, yutkunmamı engelliyordu sanki.
Ağlamaya başladığımı, tuzlu göz yaşım ağzıma geldiğinde anladım. Umutsuzca yeni
bir adım atmak için ayağımı kaldırdığım anda yüz üstü düşüverdim köpüklerle
dolu yumuşacık zemine. Seda yanılmıştı. Canım çok acıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder