Bu Blogda Ara

17 Mart 2014 Pazartesi

KÖPÜKLÜ DÜNYA

Parmak uçlarım sızlamaya, hareketlerim yavaşlamaya başlamıştı. El bileklerimde başlayan ağrı omuzlarıma kadar ulaşmış, nefesim kesilmeye yüz tutmuştu. Fırat'la çaktırmadan birbirimize bakıyor, ilk vazgeçen olmamak için ikimiz de direniyorduk. Büyük planımızı gerçekleştirmek için çabalamamız gerektiğini biliyorduk. Harcadığımız yarım saatin sonunda ayak uçlarımızda bir iki dakika bile durmadan uçuşan köpüklerin hüzünlü bir şekilde yanımızdan uzaklaşma görüntüsü hevesimizi kırmaya çalışsa da, bizi vazgeçirmeyi başaramamıştı. Dünyayı beyaz köpüklerle dolu bir gezegen haline getirecektik. Üzerinde hiçbir pencere bulunmayan, apartmanımızın pürüzlü, gri yan duvarına sürterek un ufak ettiğimiz beyaz köpük blokları, enerjimizle birlikte yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Babam ilçenin var olma sebebi olan beyaz eşya fabrikasının paketleme bölümünde çalışıyordu. Sülalemizin, 5 yaşında olmama rağmen beni adam yerine koyup sohbet eden tek bireyi alkolik amcamın gecenin muhtelif saatlerinde evimize yaptığı ziyaretlerin birinde getirdiği oyuncak itfaiye arabası dışındaki tek oyuncağım, babamın fabrikadan getirdiği ve fabrikadaki buzdolaplarının, çamaşır makinelerinin paketlenmesinde kullanılan beyaz köpük bloklarıydı. Bu köpük blokları bazen savaşın en kanlı cephesinde girdiğim çatışmalarda tüfeğim, bazense hırsızları kovaladığım polis arabamın direksiyonu oluyordu. Ama bu sefer bu beyaz köpük blokları, bir daha kullanamayacak olsam da, çok daha büyük bir amaca hizmet edecekti. Küçük köpük taneleriyle tüm dünyayı dolduracak, beyaz bir denize dönüştürecektik. Fırat'a bu planı anlatıp onu yanıma çeken bendim fakat o farkında olmasa da fikrin asıl sahibi Seda'ydı. Mahallenin erkeklerinin tamamına yakınının aşık olduğu Seda. Güzel kızdı Seda. Uzun, ince telli, kahverengi düz saçları beline kadar geliyordu. İnce kaşlarının altındaki kocaman gözleri ile attığı bakışlarından büyülenmemek mümkün değildi. Hele bir de kıpkırmızı dudaklarının yanına yerleşen iki küçük çukurun eşlik ettiği gülümsemesine denk gelirseniz, koca gezegende bakışlarınızı çevirmeye değecek başka bir şey bulamazdınız. Ona aşık olmak o kadar basitti ki, mahallenin neredeyse tüm erkeklerini seçeneksiz bırakmış, hepsinin eksiksiz bir teslimiyetle kalplerini sunmalarını sağlamıştı onun aşkına, aşklarına karşılık alma ihtimallerinin ne kadar zayıf olduğunu bilseler de.
İki hafta öncesine kadar ben de hepsi gibi umutsuz bir aşk yaşıyordum, ta ki onun bana aşık olduğunu net bir şekilde gösteren o sözleri ondan duyuncaya kadar. Artık emindim onun da bana sırılsıklam aşık olduğundan. Onun bana aşık olduğunu fark ettikten sonra, aşkım, bizim mahallede yaşayan bir erkek için çok normal bir refleks olmaktan çıkmış, derinleşmiş, içinden ne kadar çırpınırsam çırpınayım çıkamayacağım bir girdap halini almıştı. Tam iki hafta önce cuma günüydü. Gün çok normal devam ediyordu. Mahallenin trafik tarafından kirletilmeyen dar bir sokağına dört büyük taşın yardımıyla, iki küçük kale kurmuş, terden t-shirt'lerimizi sırtımıza yapıştıran, mücadele dozu yüksek bir maç yapıyorduk. Mahallenin çocuklarının çoğunun babası, benim babam gibi beyaz eşya fabrikasında çalışıyordu. Hepimizin ailelerinin ekonomik durumu birbirine çok yakındı. Annesi de çalışan üç beş çocuğun yarattığı ufak farkları saymazsak, sınıf farkının neredeyse hiç bulunmadığı bir sokaktaydık. Bizim apartmanın birinci katında oturan Serdar'lar bu ufak farkı yaratan birkaç aileden biriydi. On daireli apartmanda sadece onların evinde telefon vardı mesela. Acil bir durum olduğunda bir yere telefon edilecekse, Serdar'lara gidilir ve rica edilirdi. Annesi ve babası hiçbir karşılık beklemeden herkesin hizmetine sunarlardı telefonlarını, çünkü yeterdi onlara komşularına yardım etmenin gururu. İşte Serdar gibi bir iki çocuk daha vardı, kötünün iyisi bir ekonomik duruma sahip. Hepimizin ayağında Sportaç marka ayakkabılar vardı ve Adidas ayakkabılar bize fabrikası kadar uzaktılar, tabi "Addidas" ayakkabıları ile "Adidas"a bir "d" harfi kadar yaklaşan bazılarımızı saymazsak. O gün biz kan ter içerisinde topun peşinden koşarken, mahallenin kızları da kaldırıma oturmuş maçımızı izlemeye başlamışlar, arada bir de bir şeyler fısıldaşarak gülüşüyorlardı. Tabi ki Seda da aralarındaydı ve hepimiz tüm hünerlerimizi sergilemeye çalışıyorduk kızların önünde. Arada bir en romantik olanlarımız kızların ilgisini çekmek için topu hızla kızların olduğu tarafa doğru vuruyorlardı. Hiç birimiz kızların ilgisini çekecek daha etkin bir yol görmemiştik hayatımızda, işe yarıyordu. Tam kaldırımın yanında, dizlerimde derman kalmadığı, aldığım hiçbir nefes yorgunluktan dönmeye başlayan başımı durduracak kadar oksijeni sağlayamadığı bir anda meşin yuvarlak önüme doğru yuvarlanmıştı. Topu durdurup, göz ucuyla kızlara doğru bakmıştım. Hepsi bana bakıyordu, Seda da. Kafamı rakip kaleye doğru çevirdim. Gol için karşımda iki küçük engel vardı. Biri rahatlıkla çalımlayacağım çelimsiz Tuğrul, diğeri ise mahallenin kova kalecisi Kamil. Fakat hesaba katmamıştım topu bulunduğum yerden kaleye kadar sürmemi imkansız kılacak asıl engel olan yorgunluğumu. Topu yavaşça ileri doğru sürerek attığım ilk adımda, yorgunluğumun yanında, Seda'nın bakışlarından dolayı içimi saran müthiş heyecanın da etkisiyle tökezlemiş ve kızların tam önünde yere kapaklanmıştım. Futbolla hayatın ikiz kardeş gibi birbirlerine benzediklerini o an anlamıştım. İkisinde de incecik bir ipin üzerindeydik ve ne tarafa düşeceğimizi kestirmek çok zordu. Çok basit gözüken yarım dakikalık bir top sürmenin sonunda aşkım Seda'nın gözünde bir kahramana dönüşecekken yere kapaklanmış ve tüm şansımı kaybetmiştim. Kızlar gülüyor, erkekler ise benden uzaklaşan topun peşinden koşmaya devam ediyorlardı. Dizim kanamaya başlamıştı. Kafamı kaldırıp Seda'ya bakamıyordum bile. Saatlerdir topun peşinde koşturmuştum ama o anki kadar terlememiştim. Artık kendime aşık olacak yeni birileri bulmam gerektiğini geçiriyordum aklımdan ama dedim ya futbol çok benziyordu hayata ve kızların neden etkileneceğini kestirmek mümkün değildi işte. Ben üzerindeki kirden dolayı simsiyah olmuş dizimin ortasından koyu kırmızı bir nehir gibi aşağı yavaşça akan kanımı izlerken, Seda, onun da bana aşık olduğunu kesin olarak anladığım o cümleyi kurmuştu yanındakilere.
-"Aslında her yer yumuşak olsa kimsenin düştüğünde canı acımaz, dizi kanamaz."
Birden kafamı Seda'ya doğru çevirdim. Ben neşesini gizleyemeyen şaşkın bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde, o hemen yanındakilerle başka bir şey konuşmaya başlamıştı ama artık ne fark ederdi ki ne konuştuğu. Belli etmişti bir kere bana olan sevgisini. Yoksa neden benim yere kapaklanmam, dizimi kanatmam, acı içinde kıvranmam umurunda olsun ki? Neden benim canımı yakan sert dünyayı yumuşatma fikri gelsin aklına? O an hissettiğim heyecanı tarif etmek mümkün değildi. Biraz önce yere kapaklandığımda bir daha hiç bir zaman o kadar terleyemeyeceğimi düşünmüştüm, fakat hayat saniyeler içinde nasıl da yanıldığımı göstermişti. Ter tüm vücudumu basmış, nefes alış verişlerim düzenden iyice uzaklaşmış, vücudumda dolaşan adrenalin miktarı kontrolden çıkmıştı. İkimiz de beş yaşındaydık ve önümüzde aşkımızı yaşayacağımız koca bir ömür vardı. Vücudumun verdiği tepki azdı bile. İşte o gün o farkında olmasa da, büyük planım için fikri vermişti  bana. Kimsenin canı yanmasın diye düştüğünde, dünyanın her yerini yumuşak bir şeylerle kaplamak. Bu planı gerçekleştirmek içinse en uygun hammadde, en ucuz ve ulaşılabilir olanıydı tabi ki, yani ne miktarda istersem isteyim babamın fabrikadan bana getirebileceği beyaz köpükler. Evet şimdiye kadar istediğimden çok daha fazlasını istemem gerekecekti babamdan ama sorun değildi. Bu zamana kadar beyaz eşyaları sahiplerine çizilmeden götürme veya bana silah, araba gibi lojistik destek sağlama amaçlarına hizmet eden köpükler, şimdi, un ufak olup dünyayı yumuşacık bir yer haline getireceklerdi. O an elimizdekilerle tüm dünyayı kaplayamazdık belki. O gün sadece başlangıç olacaktı. Eğer hesaplarım tutarsa bir kaç gün benzer azmi gösterirsek amacımıza ulaşabilirdik. Zaten altı üstü diz yüksekliğine kadar köpükle doldurmak dünyayı yetecekti.
Başlangıç olarak o günü seçmemin bir kaç sebebi vardı. Babam o gün akşam vardiyasındaydı ve görece geç gidebilirdim eve. Bizim mahallede akşam olduğunda sokakta kalan çocuklardan, o gün kimin fabrikada akşam vardiyasında olduğunu rahatlıkla anlayabilirdiniz. Acıkmış olmama rağmen eve gitme isteği hiç yoktu içimde. Aslında haftalardır akşam saatlerinde evden olabildiğince uzak olmaya çabalıyordum. Nedeniyse babam ve annemin haftalardır her akşam pür dikkat izlediği ve sürekli aynı şeyi anlatan haber bültenleriydi. İzlemek istemesem de ister istemez kulak misafiri oluyordum. Komşumuz olan ülkeyle çıkmak üzere olan savaştan bahsediyorlardı. Hemen sınırda olan ilçemiz de komşumuzun ilk saldıracağı yerlerden biriydi. Annem ve babamın heyecanı da bu yüzdendi. Muhtemelen böyle bir saldırıya ihtimal vermediğimden, sıkılıyordum savaş haberlerinden. Sonuçta biz komşuyduk. Apartmanımızda gürültü, geç kalan aidat, merdiven temizliği gibi çok önemli konularda tartışmalar çıksa da, ne küskünlükler iki günden fazla sürüyordu ne de küsülen komşunun evi bombalanıyordu. Komşu ülkemiz de bize kısa süreli küsebilir ama bombalamaya kalkmazdı, kaldı ki biz hemen sınırdaydık, bize darılması bile mümkün değildi bence. Annem ve babamsa, tam tersi benim gereksiz gördüğüm bir dikkatle bu haberleri izliyorlar, evin oturma odasındaki kokuyu bile keskinleştiren gergin bir ortam yaratıyorlardı. O akşam, gece yarısına kadar babam fabrikada olsa da evde haber bülteninin açık olduğundan emindim. Sokak, sıkıcı haber spikerinin sesinin yankılandığı oturma odamızdan daha cazip geliyordu. Birkaç saat önce sıkılıp yakar top oyunundan çıkmıştım. Sıkılmamam da mümkün değildi. Benim için çok basit bir oyundu yakar top. Yaşıtlarımdan hep daha çevik olmuştum. Oyunun başlamasının üzerinden sadece beş dakika geçmişti ki havada yakaladığım on topla, on can kazanmıştım. Benimle birlikte herkes sıkılmaya başlamış, benim pes etmemi beklemeye başlamıştı. On tane canım vardı, beni yakmaları ve saf dışı bırakmaları mümkün gözükmüyordu. Bu ıstırabı mahalle arkadaşlarıma daha fazla çektirmek istememiş, on canımı da yanıma alıp çıkmıştım oyundan. Hepsinin yüzüne geniş bir gülümse yerleşmişti. Neyse ki benimle birlikte Fırat da oyundan çıkmıştı. İki kişi yapacak bir şeyler ararken söylemiştim ona dünyayı köpükle doldurmayı düşündüğümü. Fikir ilginç gelmiş olacak, zor olamamıştı ikna olması. Hemen eve gidip ne kadar köpük blokum varsa apartmanımızın yan tarafındaki boşluğa getirmiştim. Vakit kaybetmeden koyulmuştuk köpük üretmeye.
Kollarımdaki sızıya biraz olsun dayanabilmek için sıktım dişlerimi. Fırat'a doğru baktım. Dünyayı köpükle kaplama konusunda onu ikna etmiş olsam da benim kadar tutkulu olmadığını hissedebiliyordum. Kollarım artık kopma noktasına gelse de mükemmel bir iştahla kaptım elimizde kalan son köpük blokunu ve yavaş hareketlerle sürtmeye başladım duvara. Duvara sürtülerek parçalanacak başka köpük bloku kalmamıştı elimizde. Fırat bunu da fırsat bilerek,
-"Yarın devam ederiz." diyerek beni son köpük blokuyla baş başa bıraktı ve koşarak eve gitti.
Apartmanımızın suratsız yan cephesinin önünde, ben ve beyaz köpük bloku baş başa kalmıştık. Blok, duvara her sürtüşümde biraz daha ufalıyor, yok olmaya yaklaşıyor, ben de yalnızlığıma doğru yaklaşıyordum. Blok artık sadece sağ elimde tutabilecek kadar küçüldüğünde kafamı aşağıya doğru eğdim ve ne kadar köpük oluşturabildiğimizi kontrol ettim. Bulunduğumuz mevsime eğreti duran rüzgar yeni parçaladığım bloktan düşen köpük parçaları dışında hiç bir şey bırakmamıştı etrafımda. Canım sıkıldı bir anda. Beklediğimden uzun ve zor bir süreç olacağını anlıyordum Seda'nın istediği gibi dünyayı köpüklerle doldurmanın. Kızarmış avucumun içerisinde kaybolan pingpong topu ebatlarına kadar erimiş köpükle oturdum yere. Sırtımın terden sırılsıklam olduğunu o an anlamıştım. Hızını arttıran rüzgar terli sırtıma sanki dev bir buz kütlesi yerleştirmişti. Kafamı kaldırıp yukarıya doğru baktım. Rüzgar günün tek beklenmeyen misafiri değildi. Dakikalar içerisinde başlayacak olan yağmurun habercisi kapkara bulutlar kaplamıştı gökyüzünü. Elimdeki küçük köpük blokunu havaya doğru fırlattım. Blok elimden ayrılır ayrılmaz, hafif vücudunun kontrolünü tamamıyla rüzgara bırakmış, havada daireler çizerek uzaklaşmıştı. Son blokun uzaklaşmasıyla içime oturan yalnızlığa çok fazla dayanamamış ve hızlı adımlarla eve gitmiştim. Kapıyı açtığında annemin yüzündeki telaşı rahatlıkla fark edebildim. Neler olduğunu sormama fırsat vermeden,
-"Gel." dedi ve hızla oturma odasına doğru geçti.
Ayakkabılarımı çıkartırken, annemin ilgisini terli sırtımdan daha çok çeken şeyin ne olduğunu düşünüyordum. Oturma odasına girdiğimde tanıdık sıkıcı ses alışılandan daha yüksek bir ses tonuyla çıkması beklenen savaştan bahsediyordu. Annem odanın ortasında tam televizyonun karşısında dikilmiş, sağ baş parmağının tırnağını kemirerek ekrana bakıyordu. Annemin gerginliğini azaltmak için,

-"Boş ver anne.." diye söze başlıyordum ki, dışarıdan apartmanımızın bile sallanmasına sebep olan o patlama sesini duyduk. Patlama sesine annemin ince çığlığı karışıverdi. Hemen pencereye doğru hareketlendik. Tüm apartmanların dairelerinde bizim gibi endişeli siluetler oluşuvermişti anında. Ne olduğunu anlamaya çalışırken annemin ağlamaya başladığını fark ettim. Bacağına doğru sokuldum. Desteğime ihtiyacı var gibiydi. Tırnağını yemeyi bırakmış, muhtemelen farkında olmadığı bir sertlikle saçlarımla oynamaya başlamıştı, pencerenin camına dayadığı kafasını bir sağa bir sola çevirirken. O sırada haber bültenin bizim ilçeden bahsettiğini duyduk. Annem hemen televizyonun sesini açtı. Tekrar başlamıştı tırnaklarını yemeye. Haber bülteni, haftalardır sanki başlamasını ister gibi durmaksızın bahsettiği savaşın artık başladığını söylüyordu. Savaş benim için daha beklenmedik olmasına rağmen annemden daha sakin karşılamayı bilmiştim, ta ki bombaların ilçedeki beyaz eşya fabrikasına, o an babamın akşam vardiyasında çalıştığı fabrikaya düştüğünü öğrenene kadar. Annemden daha uzun yeni bir ince çığlık sesi yükselirken, ben iyice sessizliğe gömülmüştüm. Sanki zaman durmuştu. Bize saldırmaz dediğim komşumuz, babamın üzerine bombalar yağdırmıştı. Annem kendisini kanepeye atmıştı. Ben hareketsiz dikiliyordum televizyonun karşısında. Annemin çığlıkları boğuk ve çok uzaklardan geliyor gibiydi kulağıma. Televizyonun sesiniyse duymaz olmuştum. Başım dönmeye başlasa da duruşumu koruyordum. Gözlerimi kapattım. Ne kadar bir süre o şekilde beklediğimi hatırlamıyorum. Gözlerimi tekrar açtığımda televizyonun sesi ve annemin çığlıkları eski kuvvetiyle geri dönmüştü kulağıma. Hızla kapıya doğru koştum. Seri hareketlerle geçirdim Sportaç ayakkabılarımı ayağıma. Dış kapının kulpunu iki elim ve vücudumun ağırlığının yardımıyla aşağıya indirdim ve dışarı çıktım. Annem, dış kapının açılma sesiyle hareketlendiğimi fark etmiş olacak, bu sefer benim ismimi haykırarak arkamdan geldi. Hiç duraklamadan, basamakları ikişer ikişer inmeye başladım. Annem hem ağlıyor, hem bağırıyor, hem de bana yetişmeye çalışıyordu. Sokağa indiğimde ciddi bir kalabalığın oluştuğunu ve hepsinin aynı tarafa, fabrikanın bulunduğu yöne doğru baktığını gördüm. Hemen aralarına karıştım. Kalabalıktan dolayı ilerleyemiyor, fabrikayı da göremiyordum. Tek görebildiğim fabrikanın bulunduğu bölgede gökyüzünün kırmızıya boyandığıydı. Bu şekilde annemin beni rahatlıkla yakalayacağı ortadaydı. Hemen apartmanımızın yan tarafındaki boş araziye yöneldim. Boş arazideki kestirmeyi kullanarak ulaşacaktım fabrikaya. Gürültülü kalabalığın arasında annemin ismimi bağırdığını duyabiliyordum. Onu bu şekilde telaşlandırmak istemiyordum ama fabrikaya gitmem gerekiyordu. O an annemin yanına gitsem beni bırakmaz, fabrikaya gitmemi engellerdi. Çünkü fabrikada birilerini kurtarabileceğimden habersizdi. Gündüz oynadığımız yakar top oyununda on can kazandığımı bilmiyordu. Fabrikaya yetişebilirsem, on kişiyi kurtarabilirdim. Sahip olduğum can bana yeter de artardı bile. Kalabalığı ve annemi arkamda bırakarak girdim boş araziye. Hava kararmış, soğumuş, eve girerken yukarıda bıraktığım kara bulutlar ince ama hızlı bir yağmur dökmeye başlamıştı. Boş arazi önümde sonu olmayan bir yol gibi uzanıyordu. Koşmaya başladım. İnce yağmur taneleri çarpıyordu yüzüme. Soğuk hava hızla alıp verdiğim soluklarla ciğerimi yakıyordu. Bir ara fazla oksijenin etkisiyle gözüm kararmış ama durmayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Fabrika görüş alanıma girdiği anda karşılaştığım görüntüyle, daha önce kapılmam gereken telaş ve korku kaplayıverdi içimi. Koca fabrika bir alev topu gibiydi. İlçede bulunan dört ambulans ve iki itfaiye aracı fabrikanın önüne gelmişlerdi, fakat dev alevlerin önünde çok çaresiz görünüyorlardı. Keşke amcam oyuncağı yerine gerçeğini alsaydı diye geçirdim içimden. Fabrikanın ön tarafındaki kalabalığı aşmak mümkün gözükmediğinden hemen arka tarafa, babamın çalıştığı paketleme bölümüne doğru hareketlendim. Fabrikanın etrafında geniş bir daire çizerek paketleme bölümü tarafından fabrika alanına girdim. Fabrikanın bu arka girişinde, öndekine nazaran çok daha az insan toplanmış, hiçbir ambulans ya da itfaiye aracı gelmemişti. Yangından bir şekilde kurtulan, yüzü kapkara olmuş, tulumlarının büyük bölümü yanmış işçilere bu ufak kalabalık yardım etmeye çalışıyordu. Gözlerim babamı arıyordu. Önce ona yardım etmeliydim. Fabrikanın girişinde iki yüksek bayrak gönderinde ulusal bayrak ve firmanın bayrağı rüzgarın etkisiyle yırtılacakmış gibi dalgalanıyor, bayrak iplerinin gönderin boş çelik gövdesine yaptığı sert vuruşlar ince bir çınlama sesi çıkarıyordu. Normalde böyle bir dalgalanma görüntüsü bir gurur göstergesi olabilirdi ama o akşam, fabrikada çalışan işçiler sebebini hiç anlamadıkları bir savaşın ilk kurbanları olmuş ve hayatta kalabilenleri can çekişirken, iki bayrak da oradan kaçmaya çalışıyor gibi gözüküyorlardı. Varlığımı fark etmeyen kalabalığın arasından sıyrılarak fabrikaya iyice yaklaştım. Etrafımda kimse kalmamıştı. İnsanlar daha uzak bir mesafeden çaresizce izliyordu yangını. Sırtım rüzgarın etkisiyle buz kesmişken, yüzüm yangından gelen sıcak havayla ısınmaya hatta yanmaya başlamıştı. Adımlarımı yavaşlatmıştım. Yorgunluğum sanki ayaklarıma yapışmış, yangından gelen sıcaklığında yardımıyla beni fabrikadan uzak tutmaya çalışıyordu. Bir an önce babamı bulmak istiyordum ama bacaklarımı kontrol edemiyor gibiydim. Adımlarım ağır çekim bir hal almıştı artık. Bacaklarımı kontrol etmek için kafamı aşağıya doğru çevirdiğimde, beni yavaşlatanın yorgunluğum ya da sıcaklık olmadığını fark ettim. Patlamanın etkisiyle fabrikanın paketleme bölümündeki köpük blokları un ufak olup etrafa dağılmış, her tarafı kaplamışlardı. Etrafım, dizlerime kadar beyaz köpük taneleri ile doluydu. Birden babama ulaşamayacağımı hissettim. Göğsümün ortasına biri oturmuş, yutkunmamı engelliyordu sanki. Ağlamaya başladığımı, tuzlu göz yaşım ağzıma geldiğinde anladım. Umutsuzca yeni bir adım atmak için ayağımı kaldırdığım anda yüz üstü düşüverdim köpüklerle dolu yumuşacık zemine. Seda yanılmıştı. Canım çok acıyordu.    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder