Bu Blogda Ara

26 Ocak 2012 Perşembe

SENARİST OLMAK İSTEYEN SENARİST

Fırlattığı izmaritin havada taklalar atarak alçalmasını izledi, kaldırımdaki su birikintisinde tüm parlaklığını kaybedene kadar. Ciğerlerindeki son dumanı da dışarıya üfledikten sonra kapattı pencereyi.  Odadaki tek ışık kaynağı açık durumdaki bilgisayarıydı. Blog'unu bir kez daha kontrol etti. Yarım saat içerisinde  11. kez kontrol ediyordu blogu, ama hala son koyduğu hikaye kimse tarafından okunmamıştı. Kendine itiraf etmese de canı sıkılmıştı. Bilgisayarı kapattı ve dışarı çıkmaya karar verdi. Apartmandan çıktığında önce motosikletine doğru hareketlendi ama havadaki koku çok hoşuna gitmişti. Tam ters istikamete doğru dönüp, dik yokuştan aşağıya, Kızılay'a doğru yürümeye başladı. Bu serin eylül akşamı, yürüyüşün iyi geleceğini  umdu. Akşam üstü yağan yağmur dinmiş, ama şehre serinliğini ve toprak kokusunu bırakmıştı. Kaldırımdaki su birikintilerine basmamak için zikzaklar çizerek yürüyordu. Sigara almak için elini cebine doğru götürüyordu ki, ciğerlerinin sigara dumanı yerine toprak kokusu ile bayram etmesinin daha iyi olacağını düşündü. İzmarit katili küçük kaldırım göllerinin arasından yaptığı slalomlar Kızılay'a ulaştığında son buldu. Bu güzel yürüyüşün sonunda, güzel müzik dinlemeyi hak ettiğini düşünüyordu. Hafta içi uğramayı pek alışkınlık haline getirmediği barlardan birine attı kendini. Hafta sonları kapsının önünde bile ufak çaplı bir festival kalabalığını toplayabilen barın tenha olması hoşuna gitmişti. Loş barın en karanlık köşesindeki ufak yuvarlak masaya oturdu. Masaya geçmeden ısmarladığı birası hemen arkasından gelmişti. Soğuk bira bardağını, masanın üzerinde ıslak daireyi oluşturacak kadar bile vakit tanımadan kapı verdi ve bir iki yudumda yarıladı. Sıcak yaz akşamlarının yerini serin eylül akşamlarına bırakması susuzluğunu pek etkilememiş gibiydi. Sahnede çalan grubu ilk defa görüyordu. Muhtemelen barın diğer karanlık köşelerinde oturan iki yalnız adam da pek tanımıyordu grubu. İçeride grubu sadece, sahnenin önünde ayakta eğlenen 4 kişilik topluluk tanıyor gibiydi. Büyük ihtimalle onlarda arkadaşlarıydı. Grup Ankara gecelerinin tanınan gruplarından  değillerdi belki ama, "black night" ı canlı hiç bu kadar güzel dinlememişti.


Müziğin güzelliğinden dolayı, barın tenhalığı canını sıkmıştı. Eğer bu grup hafta içi bar sahneleri denizin tek incisi değilse, barları hafta içleri daha sık ziyaret etmesi gerektiğine karar verdi. Arkasına yaslandı ve şarkıya eşlik etmeye başladı. Kesinlikle 7 kişilik izleyici kitlesinden fazlasını hak ediyorlardı. Şarkının sonlanmasıyla, grup için üzülmeyi kesmiş ve kendisi için üzülmeye başlamıştı. Kendi durumunun sahnedeki gruptan daha içler acısı olduğunu biliyordu. 6 kişinin takip ettiği ufak hikayelerini paylaştığı blogu ve bu 6 arkadaşının gazıyla bastırdığı, blogundaki hikayeleri içeren ve 5 adet satan kitabı dışında neyi vardı. Bundan daha fazlasını hak edip etmediği konusunda emin değildi, tek emin olduğu daha fazla ilgi hoşuna gidecekti. Aslında küçük hikayelerini  okuyanların sayısı 6 yı geçmese de, paylaşmış olmak onu az da olsa tatmin ediyordu. Asıl canını sıkan aylarını harcadığı senaryosunu kimseyle paylaşamamasıydı. 1,5 sayfalık hikayelerini bile zar zor birilerine okuturken, 420 sayfalık bir senaryoyu kime, nasıl okutacaktı. Zaten senaryolar arkadaşlarla paylaşılsın diye değillerdi ki. Senaryonun, senaryo olabilmesi için bir filmin olması lazımdı. Türkiye'de senaryosunu gönderebileceği kimse gelmiyordu aklına. Uzun sessizlikler ve biraz zorlayarak da olsa içinde kendimizi bulduğumuz tespitlere boğulmuş filmler dışında iyi film çıkarmayan bir ülkeydi Türkiye. Böyle bir sinemacılar topluluğunun içerisinde, 420 sayfalık karanlık gelecek çizen bir senaryonun çok fazla ilgi çekmeyeceği kesindi. Filme dönüşmeyen 420 sayfalık bir senaryonun, sadece 6 kişi tarafından okunan 1,5 sayfalık bir hikayeden daha değerli olmadığını ilk fark edişi değildi, ama bu gerçeği 420. sayfanın son cümlesinde fark edişi biraz geç bir aydınlanma olmuştu. 6 ay önce o son sayfayı tamamladığından beri düşünüyordu ne yapacağını bu senaryoyla. Bir filme dönüşmese de senaryosunun güzelliğinden hiç şüphe etmemişti. Karanlık şimdiki zamanı yaşayan bir ülkede, karanlık bir gelecek hikayesi çıkarmanın çok da kolay olmadığını savunuyordu hep kendi kendine yaptığı tartışmalarda. 22. yüzyılın ortalarında geçiyordu karanlık gelecek hikayesi. 21. yüzyılın ortalarında solum yoluyla bulaşan ve tüm dünyaya kısa bir sürede yayılan virüs, bilim dünyasının nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde, sadece 3 kuşakta insanların kromozomlarındaki telomerlerde mutasyona sebep oluyordu. Bu mutasyon 22. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ortalama insan ömrünü 46'ya çekiyordu. 50 yaşın üzerini gören kimse olmayacaktı. Bu kısım senaryosunda pek üzerinde durmadağı giriş kısmıydı. Asıl işlemek istediği konu, 50 yaşın üzerini görmeyen toplumun, devletin "asiler" adını verdiği topluluk öncülüğünde, 24 yaşına kadar meslek edinmek için eğitim gördükleri, 24 yaşından ölene kadar da köle gibi çalışdıkları sisteme baş kaldırmalarıydı. 50 yaşında öleceklerini bilseler, kimsenin bu saçma sistemin içinde bir şeyler için çabalamayacağı, bunun da tüm bu koşuşturmanın ve çabanın 50 yaşından sonraki hayat için olduğu saçmalığının kanıtı olduğu hep düşündüğü bir şeydi. Senaryosuyla, bunun farkında olmayan insanlara anlatmaya çalışmak istiyordu çabalarının gereksizliğini. İzlediği onca film, hikayesini bir belgesel olmaktan çıkarıp bir sinema filmi haline getirmesi için, çizdiği karanlık dünyayı küçük insan ilişkileri üzerinden anlatması gerektiğini öğretmişti. Bu iç karartan 22. yüzyıl dünyasını, her şeye rağmen sistemi ayakta tutmak için gittikçe daha da diktatörleşen devlet başkanı ile asilerin önde gelenlerinden biri olan 17 yaşındaki kızı arasındaki ilişki üzerinden anlatıyordu. Senaryosunu hızlı bir şekilde aklından geçirirken bile heyecanlanmıştı. Birasının bittiğini, garsonun boş bira bardağını "bir tane daha iste misin" anlamında yüzünün 3 santim uzağına yaklaştırdığında fark etti. Evet anlamında salladı kafasını. Boş gözlerle ikinci birası masasına gelene kadar izledi garsonu ve bardak masa ile tanışmadan yine yarıladı birasını. Senaryosuna ne kadar güvense de, burada bu senaryoyla hiç bir iş yapamayacağını biliyordu. Geleceğinde, izlediği filmlerde defalarca gördüğü o sahne kendisini bekliyor diye çok korkuyordu. Hiç satmayan kitapların yazarlarıyla, hiç film olmayan senaryoların senaristleriyle aynı kafede yan yana oturup kahve yudumlamak istemiyordu. Bunu için bir şeyler yapmalıydı. İlk defa o an geldi aklına senaryoyu Türkiye dışından birileriyle paylaşmak. Karanlık bir gelecek hikayesi dendiğinde aklına ilk gelen iki üstat da ölmüştü. Film çekmek istiyorsa yaşayan birilerine ihtiyacı vardı. Ona film çekmesinde yardımcı olacak bir yönetmene, böyle bir senaryoyla ilgilenecek bir yönetmene,  böyle bir senaryoyla başarılı olmuş bir yönetmene, ya da iki yönetmene. Wachowski kardeşlere ihtiyacı vardı.  22.yüzyılda geçen salgın hastalık, diktatör bir devlet başkanı ve 17 yaşında asi bir kız ögelerini içeren bir film çekmek istiyorsa, Matrix üçlemesi ve V for Vendetta ya imza atmış yapımcı kardeşlerden daha iyi seçenek yoktu. Yüzüne dev bir gülümseme yerleşti.  Kalan birasını bir dikişte bitirdi.

Sıcak bir sabahtı. Sokaklarda dolaşarak geçirdiği gecenin ardından uykusuzluğu mu, yoksa yakıcı sabah güneşi miydi gözünü tam açamamasının sebebi anlayamamıştı.  Wachowski kardeşlerin ofisinin bulunduğu Melrose bulvarına yakın bulabildiği en ucuz otelden bir gün önce ayrılmak zorunda kalmıştı. Bir bar masasında, Wachowski kardeşlere ihtiyacının olduğuna karar verdiği akşamdan tam bir ay sonra atlamıştı Los Angles uçağına. Bu seyahati finanse edecek parayı sağlamak için sattığı motosikletine müşteri bulmak sandığından kısa sürmüştü. Asıl zaman alan şey, senaryosunun İngilizce bir özetini çıkarmak olmuştu.  Saharan Otelde kaldığı bir hafta boyunca her gün ofislerine gitmiş, saatlerce orada beklemiş ama kardeşlerle görüşme fırsatı yakalayamamıştı. Bu bir haftada cebindeki tüm parayı tüketmiş ve son gecesini sırtında bir çantayla Hollywood sokaklarında gezerek geçirmek zorunda kalmıştı. Uykusuzluk ve yorgunluğun etkisiyle göz kapaklarını zor açık tutuyordu. Kurumuş ağzı ve kısık gözleriyle ofisin önüne gelmişti.  Bugün son şansıydı. Bugün de görüşmeyi beceremezse tıpış tıpış dönecekti Ankara'ya. İçeride beklemek yerine ofisin önünde kardeşlerin gelişini beklemeye karar verdi. Yakan güneşin altında iki saat bekledikten sonra, yanındaki adama hararetli bir konuşmayla bir şeyler anlatmaya çalışarak hızlı adımlarla yolun karşısından gelen Andy Wachowski'yi görünce tüm yorgunluğunu unuttu. Çok heyecanlanmıştı. Yaklaşık bir aydan beri kafasında kurduğu cümlelerin tamamı uçup gitmişti aklından. Kuru ağzını biraz olsun ıslatabilmek için yutkundu ve tam yanından geçerken;
"Bana beş dakikanızı ayırabilir misiniz?"
diye bağırdı. Yorgunluktan 10 yıl yaşlı gösteren yüzü müydü, yoksa kötü aksanı mı bilmiyordu ama Andy Wachowski'nin dikkatini çekebilmişti. Gülümseyen bir yüzle kendisine beş dakika ayıran adamı, ayak üstü kim olduğunu ve nereden geldiğini anlattıktan sonra, ofisinde senaryosuna göz atması için ikna etmişti. Böyle bir adamın kendisine nasıl vakit ayırdığına çok şaşırmıştı. Susuzluğunu azaltmak için istediği soğuk suyu yudumluyordu karşısındaki Andy senaryosunu okurken. Hayallerine hiç bu kadar yaklaşmamıştı.  Heyecanını bastırmaya çalışırken, Andy kağıtları yavaşça masaya bıraktı.
-"Aslında güzel hikaye" dedi.
Sesindeki ton bir şeylerin eksik olduğunu düşündüğünü ele vermişti.
-"Ama, aşık adam yok. İzleyici yerine kendilerini koyacağı aşık adam ister"
Hiç beklemediği bir tepkiydi. Koca hikayede bulduğu açık bu muydu? Matrix'i yapan adam, karşısında oturmuş hikayesinde aşıkların eksik olduğunu söylüyordu. Bir anda siniri heyecanının üstüne çıktı;
-"Açıkcası sizden beklemediğim bir tepkiydi"
-"Aslında tam benden beklemen gereken bir tepki"
-"Nasıl"
-"Filmleri mi izledin mi?
-"Defalarca"
-"Matrix i"
-"Defalarca"
-"O zaman Trinity nin nasıl hayata döndüğünü hatırlarsın"
-"Üçlemede dayanamadığım tek sahnedir. V for Vendetta ya ne diyeceksin.  Yüzünü görmedikleri bir adamın yerine kendilerini koymak isteyeceklerini sanmam. Hikayesinde aşk var mı o bile tartışılır."
-"Yapma, Evey'nin V'nin maskesini dudağından öptüğünü unutuyorsun heralde"
Senaryosunu beğendirmek istediği adam ile oturmuş ve onun senaryolarını tartışıyordu. Bir yere varmayacağı kesindi. Varamadı da. Hatırlayamadığı 5 dakika içerisinde Andy Wachowski'ye "senaryoma ısmarlama aşk ekleyemiyeceğim" diye bağırmış ve kendini ofisin önünde bulmuştu. Henüz bir senarist olmayı başaramadan, idealist bir senarist olmuştu. Ankara'ya dönmek zorunda olan idealist bir senarist. Bir taksiye atlayıp hava alanına gitse iyi olacaktı. Andy Wachowski'yi gördüğü anda unuttuğu yorgunluğu güçlenerek dönmüştü. Göz kapakları tekrar ağırlaştı. Taksiye binmeden önce yolun karşısındaki kafe de koyu bir kahve içip kendisine gelmesi iyi olacaktı. İçeri girdi ve bar taburelerine benzeyen yüksek sandalyelerden birine oturdu ve garsondan bir cafe americano istedi. Kahvesi hemen gelmişti. O sırada hemen yanındaki koltuğa oturan saçı başı dağılmış yaşlı adam garsona samimi bir ses tonuyla seslendi ve
-"Her zamankinden" dedi.
Garson adamın siparişini hazırlarken
-"Kitap işi ne durumda" diye sordu.
Yaşlı adam;
-"Her zamanki gibi. 20 adet satmaz muhtemelen" dedi.
Gözlerini artık açık tutamıyordu. Kahvesinden büyük bir yudum aldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder