Bu Blogda Ara

12 Kasım 2015 Perşembe

PARKTA

Nemli tahtaya dayamış durumdayım sırtımı. Bankın üzerindeki rutubet ince montumu delip ciğerlerime doğru nüfuz ediyor, ama pek rahatsız değilim bu durumdan. Kıçımı iyice ileri doğru kaydırıyorum. Vondelpark’daki yerimi sağlamlaştırma çabası bu hareketim. Vondelpark, Amsterdam’ın ortasında bağımsızlığını ilan etmiş, devası bir park. Parka girdikten sonra her adımınızda etrafındaki şehir yavaş yavaş yok oluyor, parkın ortasına geldiğinizde ise yanına dünyanın kalanını da alan şehir hiç var olmamış bir yer haline dönüşüyor. Üç gün önce kalabalık bir grupla geldiğim Amsterdam’da nasıl yapayalnız kaldığımı hatırlamıyorum. Soğuk havalarda insan daha da bir farkına varıyor etrafında kimsenin olmadığının. Hava puslu. Bulutlar hemen tepemizde. Ağaçların en tepedeki dallarını seçemiyorum bile. Pusun etrafta yarattığı yarı saydam buğulu perde, uzaktaki ağaçlara gerçeküstü bir görünüm kazandırıyor. Zemin sapsarı, cansız yapraklarla örtülmüş durumda. Yaprakların hiçbiri olduğu yerden kıpırdamıyor, memnun gibiler durumlarından.  Havanın estirmeye çalıştığı melankolik havanın parktaki insanlar üzerinde etkili olduğunu söylemek zor. Çehrelerde mutsuzluğa, umutsuzluğa, karamsarlığa ait herhangi bir emare yakalamak için çabalıyor, ama başarısız oluyorum. Başarısızlık ilk defa hırslandırıyor beni. Daha bir dikkatle turluyorum parkta bakışlarımla. Arka arkaya, yavaş bir süratle kaykay kullanan baba oğla odaklanıyorum. Gülümsüyorlar, neredeyse aynı mimiklerle. Hemen arkalarında kalan yalnız kadına bakıyorum. Ne olduğunu anlayamadığım, yogaya benzer bir spor yapıyor. Her hareketinde hafifliyor sanki, her hareketiyle atıyor ne varsa kötü. Uzun siyah pardösülü yaşlı adam minik adımlarla ilerliyor, tasmasını tuttuğu köpeğini yavaşlatmaya çabalarken hafif bir sırıtma var dudaklarında. Geriliyorum. Bu kadar gamsız, dertsiz, tasasız gözükmeleri beni daha da hüzünlendiriyor. Gri pus, sadece beni hüzünlendirmeyi başardığını fark etti sanki, benim etrafımda yoğunlaşıyor. Benim bile duymadığım alçak bir sesle ofluyorum. Elimi montumun iç cebine atıyorum. Çakmağı ve parka gelmeden önce uğradığım coffee-shop’dan aldığım cigarayı çekip çıkartıyorum. Kusursuz sarılmış cigara avucumda bana bakıyor. Bakışmamız uzun sürmüyor, yerleştiriyorum ağzıma. Üzerinde şirin resmedilmeye çalışılmış bir bulldog köpeği olan çakmağımla yakıyorum cigarayı. Kağıt dumanıyla karışık olan ilk nefesi derin ve uzun çekiyorum. Tekrar bakıyorum etrafımdaki kalabalığa. Herhangi bir değişiklik yok. O zaman ben biraz değişmeliyim diye düşünüp ilki kadar uzun bir nefes daha çekiyorum cigaradan. Bu iki derin nefes ağzımı kurutmaya yetiyor. Dilimi dışarı doğru uzatıyorum. Pek bir işe yaramıyor. Bir süre hareketsiz bekliyorum. Cigara hemen sönmeye meylediyor, fark ediyorum. Bu cigara işi yalnızlara göre değil. Sönmemesi için sürekli fırtlaman gerekiyor, ama o zaman da planladığından çok daha hızlı iyi oluyor kafan. Kafası yerinde kalabalıkların içindeki, kafası iyi yalnız adamlar kalabalığını cigara üzerinden açıklayacağım bir teori dolaşıyor zihnimde. Teori bir yerlere ulaşmadan sönmemesi için cigara, bir nefes daha çekiyorum. Cigaranın ucundaki alev küllerinden doğuyor ve adım adım dudağıma yaklaştırıyor sıcaklığını. Bu üçüncü nefesle iyice gevşiyorum. Sırtımın dayalı olduğu bankı ben soğutuyormuşum gibi bir his kaplıyor içimi. Etrafı o kadar dert etmiyorum artık. Kafası iyi yalnızlar kalabalığına karışmak üzereyim. O sırada biri oturuyor yanıma. Pek umursamamış gibi yapmaya çalışıyorum.

-Merhaba.

diyor İngilizce. Şaşırıyorum. Yabancı olduğumu nasıl anladı acaba? Yavaşça çeviriyorum kafamı. Eski, lacivert bir mont var üzerinde. Yakalarını hafif dikleştirmiş. Kendisi de dik bir şekilde oturuyor bankta. Yaşlı bir adam, fakat yaşlılığı reddediyor gibi yüzü. Beyaz tenli yüzünü kaplayan tüm çizgiler ve kırışıklıklar, beceriksiz bir makyöz tarafından yerleştirilmiş sanki. Derin göz çukurlarının içinde buz mavisi parlak gözler. Beyaz saçlarının arasında tek tük numunelik siyah teller.

-Merhaba.

diye karşılık veriyorum. Şaşkınlığım hoşuna gitmiş gibi dudaklarını ayırmadan belli belirsiz gülümsüyor.

-Çakmağını kullanabilir miyim?

diyor. Çakmak elime habersizce yerleştirilmiş gibi çakmağa bakıyorum sessizlik içinde geçen birkaç saniye.

-Tabi.

diyor ve uzatıyorum. Elini montunun iç cebine atıyor, benim biraz önce yaptığım gibi ve bir cigara çıkartıyor. Bu cigara benimkine göre daha özensiz sarılmış, yamuk yumuk. Ama daha samimi bir havası var. Cigarayı seri ama ufak iki fırtla yakıyor. Kısa öksürüklerin eşlik ettiği bir teşekkürle geri uzatıyor çakmağı. Ben de cigaramı içip insanları izlemeye devam ediyorum. Kısa süreli bir sessizliğin ardından ,

-Ne kadar yazık değil mi?

diyor. Sessizliğimi bozmadan kafamı çevirip ne demek istediğini anlamadığımı gösteren bir bakış atmaya çalışıyorum, ama O bana bakmıyor.

-İsmin ne?

diye soruyor. Cevaplıyorum.

-Ya senin ki?

-Noah?

diye cevap veriyor. Bir kaç fırt daha. Alev dudağıma yaklaştıkça adamın tuhaflığı rahatsız edicilikten uzaklaşıyor.

-İnsanları diyorum. Ne kadar yazık değil mi? Hepsi ölecek.

diyor. Sesinde gerçek, samimi bir üzüntü seziliyor.

-Herkes ölümlü, yapacak pek bir şeyim yok. Bence o kadar da yazık bir durum değil.

diyorum.

-Hayır o şekilde değil, ondan bahsetmiyorum. Kıyamet geliyor.

diyor. Filmlerdeki, İncil'den haber veren evsiz adam karakterleri geliyor aklıma. Bakışları sürekli insanların üzerinde dolaşıyor. Kıyametin birazdan kopacağına inanmış bir tavrı var.

-O kadar yakın mı sence?

diyorum. İkimiz de cigaralarımızı öpüyoruz yeniden.

-Evet, hem de kendileri getiriyor kıyametlerini.

diyor. Kelimeleri yoğun beyaz dumanın arasından zorlukla yakalıyorum. Kafam yerinde olsa söylediklerini pek umursamazdım muhtemelen, ama garip bir dürtü adamı ciddiye almamı söylüyor. Bir fırt daha çekerken gözlerimi kapatıyorum. Banktan yavaşça yükseliyorum, sırtımdaki soğukluk yine de terk etmiyor beni. Yükseliyorum. Önce seçemediğim, yukarıdaki ağaç dallarına ulaşıyorum. Sonra pusla birlikte daha da yukarılara gidiyorum. Bir bulutun üzerinden bakıyorum dünyaya. Çok da büyük gözükmüyor buradan. Bacaklarımın arasında bir soğukluk hissediyorum. Bir füze var bacaklarımın arasında. Ata biner gibi oturmuşum üzerine. Füzenin nereden geldiğini anlamaya çalışırken, füzeyle birlikte hızla aşağıya, dünyaya doğru gitmeye başlıyoruz. Kafamda bir miğfer var. Nasıl, ne renk bir miğfer bilmiyorum. Aklıma askerlikte öğrettikleri Amerikan miğferi ile Alman miğferinin farkları geliyor. Miğferin ırkı olur mu diye düşünmeye başlıyorum, bir füzeyle birlikte son sürat dünyaya yaklaştığımı unutup. Bulutları yararak yaklaştıkça dünyaya, kafamdaki miğfer ısınmaya başlıyor. Elimle almaya çalışıyorum ama dokunamıyorum. Miğfer kafama yapışıyor. Saçlarım, derim yanıyor. Miğfer kafatasım gibi bir parçam haline geliyor. Bulutlar dağılıyor. Vondelpark’a doğru, gülen, koşan, oynayan insanlara doğru gidiyorum.

-Ama en azından insanlık kurtulacak.

diye devam ediyor. Açıyorum gözlerimi. Dilim damağıma yapışmış durumda. Sırtımda soğuk terler. Yararsız bir çabayla dudaklarımı yalıyorum. Çatallı bir sesle,

-Kıyametten sonra mı? Nasıl olacak?

diye soruyorum.

-Bir gemim var. Garajımda. Sadece boya işi kaldı. Zımparalama işi çok uzun sürüyor ama yetiştireceğim.

diyor. Adam insanlığı kurtaracak gemisinden bahsediyor. Hem de sadece boya işi kalmış olan, garajındaki gemiden. İlk söylediğinde garipsemediğim ismini hatırlıyorum. Adamın şaka yaptığını düşünmeye başlayacakken yeniden garip bir ciddiye alma dürtüsü hissediyorum.

-İnsanlığın bir gemiye ihtiyacı yok. İnsanlığın tek bir ihtiyacı var o da yok olmak diyorum.

Bir fırt daha. Kafam çok iyi. Adamla bu kadar konuşmuş olmam bile şaşırtıyor beni. Çünkü ne zaman kafam iyi olsa, sus pus olurum ben. Kadıköy’de oturan bir arkadaşım geliyor aklıma. Ne zaman kafam iyi olsa ve sessizleşsem, inadına konuşturmaya çalışır beni. Şu an burada olmalıydı, görmeliydi beni, elimde cigara, yanımdaki ihtiyara bir şeyler anlatırken.

-Öyle deme. İnsanlar iyidir. Sadece yeni bir şansa, başlangıca ihtiyaçları var. Her şey çok daha güzel olacak.

diyor. Ara sıra gelen öksürük nöbetlerine rağmen sesi o kadar yumuşak ve içten geliyor ki, söylediklerinin nasıl inanarak ağzından çıktığını  hissediyorum. Ama ben adamın insanlar için söylediği iyimser şeylere inanmamak için yeterince şey gördüğümü düşünüyorum bu gezegende. Derin bir fırt. Ömrünün sonuna yaklaşıyor cigaram. Dumanla birlikte çıkıyor kelimeler ağzımdan.

-Üzgünüm. Hiçbir şey daha iyi olmayacak. İnsanoğlu yeterince denedi ve yeterince başarısız oldu. Yine başlasalar en başından, bir daha aynı yere ulaşacaklar. Yine öldürecekler, yine zulüm edecekler, yine nefret edecekler, yine birilerine güç verip sonra ona tapacaklar. İnsan bu. Hayallerimizi gerçekler zannetmekten vazgeçmeliyiz. O gemi bir kere yüzdürüldü ve işte sonuç bu. Kendi yarattıkları kıyametlerine, kendi tercihleriyle koşan varlıklar, o gemiden inenlerin torunları. Bence yapman gereken ilk şey hemen garajına gitmek ve gemini yakmak.

Sözlerim bittiğinde telaşla cigarayı ağzıma koyuyorum. Adamın anlattıklarına büsbütün inanıyor gibiyim. Anlattıklarının gerçek olup olmadığını düşünmeyi bir kenara bırakıp, onu engellemenin yollarını taramaya başlıyorum zihnimin içinde. Gemiyle uğraşmak yerine yanı başımda oturan yaratıcısından kurtulmak en kestirme yol aslında. Dönüp yüzüne bakıyorum. Hareketlerim yavaşlamış durumda yada en azından ben öyle hissediyorum. O ise hareketsiz yada en azından ben öyle görüyorum. Dediklerimden etkilenmişe benzemiyor. Umut dolu gözlerle ileride bir yerlere bakamaya devam ediyor. Onu nasıl engelleyebilirim ki? Çok da utanmadığım bir zayıflığımı fark ediyorum o sırada. İnsanlığın sonlanmasını isterken, yaşlı tek bir adamı bile öldüremeyeceğimden eminim. Garip bir hüzün kaplıyor içimi. Dokunsalar ağlayacak gibiyim.

-Umudunu kaybetme.

diyor ve sıcak bir gülümsemeyle göletin kenarında oynayan 3 yaşlarındaki erkek çocuğunu işaret ediyor. Uzun süredir parkı seyrediyor olmama rağmen fark etmemiştim o çocuğu. Annesi herhangi bir kaza ihtimaline karşı sadece bir kaç adım arkasından oğlunu izliyor. Çocuk elinde tuttuğu bir tutam otu, göletin kıyıya yakın kısmında yüzen bir ördeğe yem olarak uzatmaya çalışıyor. Arada bir gözlerine kadar inen beresini düzeltiyor. Her halinden anlaşılıyor heyecanlı olduğu. Tek amaç elindeki otları ördeğe ulaştırmak. O var dünyada, ördek var ve otlar. Başka kimse yok. Herkesin, her şeyin varlığını inkar ediyor. Annesi, ben, yaşlı adam, Vondelpark, Amsterdam..... Her şey kayboluyor. Ördeğin karnını doyurması lazım, ördek bile bunu umursamıyorken. Bir şey düğümlenip oturuyor boğazıma. Hayır, boğazıma değil, biraz daha aşağıda. Göğsümün ortasında. Soluklarım sıklaşıyor. Terlemem iyice kontrolden çıkıyor. Gözlerimi kocaman açıyorum, biraz kıssam ıslanacak yanaklarım.

-Sen hiç ölmek istedin mi, 32 yaşında?

diye soruyorum. İlk defa dönüp yüzüme bakıyor. Gülüşünü anlamlandıramıyorum. Dalga mı geçiyor, acıyor mu yoksa sadece beni anladığını mı göstermeye çalışıyor?

-Sen hiç...

diyor ve duraksıyor. Cigarasından devası bir nefes alıyor, tekrar çocuğa çevirip bakışlarını devam ediyor,

-..yaşamak istedin mi, 75 yaşında?

İyice kaykılıyorum, ensemi banka dayayacak kadar. Yukarıdaki beyaz zemine bakıyorum, ağzımda son nefesini vermek üzere olan cigara ile. Çekiyorum içime dumanı. Dudaklarım yanıyor, dudaklarım kuruyor, dudaklarım uyuşuyor. Sonra her yerim uyuşmaya başlıyor. Ağır çekim bir filmin içerisindeyim. Bitmiş cigarayı baş ve işaret parmağımın arasına alıp yere atmam dakikalar alıyor. Yukarıya doğru üflemeye başladığım dumanın bir türlü sonu gelmiyor. Duman yükseliyor, hemen tepemizdeki bulutla birleşiyor. Hala üflüyorum. Yorgunluk var üzerimde. Kafam iyi, hem de çok. Belki de diyorum bir şans daha. Bir kez daha başlarsak olur. Unutursak her şeyi, unutturursak çocuklara her şeyi bu iş tamam. Öldürmeyi bile aklımdan geçirdiğim adamın gemisi düşüyor aklıma. Sadece diyordu boya işi kaldı, ah bir de şu zımparalamayı hızlı yapabilse. Ama iki kişi daha hızlı yapar. İki kişi hem zımparayı, hem de boyayı çok daha çabuk bitirir. Susuyorum. İşte yine oldu diye geçiriyorum aklımdan. Yine kafam iyi olunca unutuverdim küslüklerimi, unutuverdim kızgınlıklarımı. Sessizlik iyiden iyiye çöküyor üzerime. Daha önce hiç konuşmamışım gibi, bir daha en ufak bir ses çıkaramayacakmışım gibi, derin mi derin, koyu mu koyu bir sessizlik yerleşiyor iliklerime kadar. Kadıköy’de oturan arkadaşım geliyor aklıma.   
        


31 Temmuz 2014 Perşembe

DÜNYAYI KURTARMAYAN ADAM

Yuvarlak hatlı, tostoparlak, şişman vücuduyla tezat oluşturan incecik kol ve bacaklarını istemsiz gibi gözüken hareketlerle sallayarak yanıma oturduğu ilk anda onu tanıyamamıştım. Bunun sebebiyse durup dururken yanıma gelmesini beklemiyor olmamdan çok, hemen önümde duran, ilk şişesini tamamen tükettiğim, ikinci şişesini ise yarıladığım ucuz şaraptı. Şarap etkisini göstermeye başlamış, etraftaki her şeyi bulanık görmeye başlamıştım. Öğrencilik yıllarım boyunca, Ankara havasının izin verdiği mevsimlerde açık havada içmeyi en çok sevdiğimiz yerde yıllar sonra oturmuş tek başıma içiyordum; ODTÜ'nün 100.yıl mahallesi tarafındaki kapısının hemen yanında kalan kaldırımlar. Ankara'da yaşayanların dışında, hatta Ankara’yı sevenlerin dışında kimseye hiçbir şey ifade etmeyen Ankara’nın gece manzarasını saatlerce izler, bu seyrimize eşlik etmesi için de yanımıza bol miktarda içecek alırdık. İçeceklerin ne olduğu çok önemli değildi, kanımızdaki alkol oranını arttırması yeterliydi. Elimde şarap şişesiyle o kaldırıma tekrar oturduğum o gece, eskilerinden biraz farklıydı. Bir kere bu sefer tek başımaydım ve ortamdaki içki şişelerinin içlerini boşaltmaları için tek dostları bendim. Bu sırada manzara da eski manzara değildi tabi. Artık Ankara manzarasını, ODTÜ ormanını ortadan yarıp geçen, Ankara trafiğine hiçbir katkısının olmayacağı ve hata olmadığı gün gibi orta olan, ağaç katili, altı şeritli çirkin yol bölüyordu. Ağaç katliamını engellemek için yaptığımız direnişler sonuçsuz kalmış, medeniyet diyerek direttikleri yol, medeniyetten en uzak yöntemler kullanılarak dikilmişti önümüze. Yolu görmezden geliyor,  Ankara’nın göz kırpan sayısız ışıklarına odaklanmaya çalışıyordum. Zaten şarap sayesinde yavaş yavaş flulaşmıştı her şey ve kafamın en sevdiğim yanı tekrar ortaya çıkmıştı. Sarhoş olmaya başladığımda ilk olarak sevmediğim şeylerin görüntüsünü bozuyordu.
O da çömelip, kaldırıma yanıma oturduğunda, onu tanıyabilmek, yüzünü seçebilmek için gözlerimi kısmak, görüntüsünü netlemek zorunda kalmıştım. Yanıma gelen o kilolu adam Dünya’ydı.
-"Hoş geldin." dedim, o kaldırımın kösesine koca kıçını yerleştirip, benim gibi bacaklarını ileriye doğru uzatmaya çalışırken.
-"Hoş bulduk." dedi.
Yerdeki, yarısı dolu olan şişeye baktım, yeni bir dostun gelmesine sevinmiş gibiydi. Sağ elimle aldım şişeyi. Tüm içki şişelerine yaptığım gibi markasının olduğu kağıdı üzerinden sökmüştüm. Artık kağıdın yerinde pis bir yapışkan tabaka vardı ve şişenin avcuma yapışma hissi hoşuma gidiyordu.
"Şarap?" diyerek şişeyi ona doğru uzattım. "İstemiyorum" anlamında kafasını sallarken,
"Teşekkürler" dedi.
Galiba Dünya'nın başının dönmesi için içkiye ihtiyacı yoktu. Israrcı olmadan diktim şişeyi kafama ve büyükçe bir yudumla doldurdum buruk tadı ağzıma.
-"Neden bu kadar çok içiyorsun?" diye sordu.
Soru beni hem şaşırtmış, hem de korkutmuştu. Dünya’yla oturup bütün gece içki alışkanlığımı konuşmak istemiyordum. Cevap vermeden önce elimdeki ve yerdeki iki çıplak şişeye baktım bir müddet.
-“Bir şeyleri tüketmem gerekiyor, alkolü tercih ettim." dedim.
Bildiğini tahmin ettiğim gelir seviyeme pek de uymayan pejmürde kılık kıyafetime hızlı bir göz gezdirdikten sonra anladığını gösteren, belli belirsiz bir "hı hı" çıktı dudaklarının arasından. Bir öncekine göre daha ufak bir yudumun ardından soru sorma sırası bendeydi.
-"Neden geldin?"
-"Bilmem, çok yalnız görünüyordun, yanına geleyim istedim."
"Koca Dünya" yanında olsa dahi hiçbir yalnızlığın yok olmayacağını bilmiyordu belli ki. İyi niyetini göz önünde bulundurarak sessiz kalmayı seçtim.
Bir süre bulanık yolun arkasındaki Ankara’ya birlikte, sessizce baktık.
-"Bir derdin var gibi."
Onun benden daha net gördüğünü varsaydığım dev yolu işaret ederken,
-"Var tabi." dedim.
Sessizliği, konuyu açmamı istediğini gösteriyordu.
-"Bu katil yol, manzaramı da öldürüyor." dedim biraz yükselen bir sesle.
-"Neyi varmış canım yolun?" diye karşılık verdi.
Sesindeki alaycı ton, yolla ilgili sorunumun ne olduğunu anladığını, fakat bu sorunumu umursamadığını gösteriyordu. Bu umursamazlığı canımı sıkmıştı. Ağaçları öldüren, inşaatına engel olmaya çalışan çocukların devlet tarafından gaza boğulup, coplandığı bir yol, nasıl olurda Dünya’nın umurunda olmazdı? Muhabbeti kesip elimle bir olan şişeyi götürdüm ağzıma. Ardından bir süre daha sessizlik. Sohbet canımı sıkmıştı ama sessizliği bölen ben oldum.
"Bir şey soracağım." dedim.
Yolla ilgili derdimi umursamayan Dünya’ya, içime dert olan ve daha önemli gözüken konuları soracaktım. Onun da canı sıkılmalıydı.
-"14 yaşında, ekmek almaya giden bir çocuğu gaz fişeğiyle öldürdüler. Sahilde oynayan çocukların kafalarına füze yağdırarak öldürdüler. Bir başka füze belki de hayatında ilk defa uçağa binmiş çocukları havada yakaladı. Büyüklerin aksine, seninle ilgi güzel planları, umutları olan o kadar çocuğu sana gömdük, şişmedin mi?" diye sordum.
Yüzünü bana doğru cevirdi ama ifadesinde hiçbir değişiklik yoktu.
-"Çocuk cesetleri mideni bulandırmıyor mu?" diye devam ettim soruma.
Derin bir nefes aldı. Bakışlarını tekrar Ankara'ya çevirerek,
-"Galiba artık alıştım." dedi.
Yaşlı Dünya’nın çocuk ölümlerine alıştığını söylediği cevabı korkunçtu ama sanırım haklıydı. Çocuklar sadece şimdi öldürülmemişti, sadece İstanbul’da, Filistin'de, Ukrayna'da öldürülmemişti. Binlerce yıldır, her yerde öldürülüyorlardı. Dünya’nın buna alışması kaçınılmazdı. Nedense birden tekrar karşımızdaki yola odaklandım. Sinirli bir tavırla,
"En azından şu yola bir şey yapabilirdin." diye bağırdım.
Sanki o yolla birlikte tüm çocuk ölümleri yok olacaktı. Sanki her şeyin altında o yol vardı. Sanki kötülüğün simgesiydi yol. Böyle çocukça bir fikre nasıl kapıldığımı ben de merak ediyordum o sırada. Belki de olan bitene çocukça yaklaşırsam, basit bir çocuk oyunu gibi her şeyin masum sonuçlanacağı umuduydu içimdeki. Gülümsedi ama dudaklarından hiçbir kelime dökülmemişti.
-"O kadar imkanın var, her şeyi unut, sadece şu yol, şu köprü" diye tekrarladım kendimi.
-"Doğal afetlerden bahsediyorsan, o iş öyle çalışmıyor." dedi.
-"Ne yani sen yönetmiyor musun?" diye sordum.
Soruma, Dünya’nın tanrıya inandığını gösteren bir cevap almaktan korkuyordum.
-"Tabi ki ben yönetiyorum ama öyle senin istediğin gibi değil. Bir amacı, hedefi filan olmuyor. Olanlar sadece yan etki. Sevmediğin bir yolun yıkılması için bir deprem bekleme kısacası."
Susmuştum. Babası istediği dondurmayı almayan bir çocuk gibi susmuş, başımı öne eğmiştim. Hüznümü gören Dünya konuşmaya devam etti, belki de işe yarar umuduyla,
-"Bak sana ne diyeceğim. Bana boş yere kızıyorsun. Bu canını sıkan şeylerin benimle hiç alakası yok. Ben 4,5 milyar yaşındayım ve hayal edebileceğinden çok daha fazla şey gördüm. Siz insanlarsa sadece 180 bin yıldır üzerimde yaşıyorsunuz. Sizin gibi sebepsiz yere çocuklarını öldüren, ağaçları katleden, kısa ömürlerini kendileri için cehenneme çeviren başka canlı görmedim. Sizin suçunuzu neden bende arıyorsunuz?"
Suçsuzluğuna o kadar kolay inanmadığımı gösteren bir bakış fırlattım gözlerinin içine. Söylediklerine kanıt gösterirmiş gibi devam etti,
-“Sizsiz huzurlu bir gezegen görmek ister misin?"
Kafasını siyah gökyüzüne kaldırdı ve,
-"Bana yeterince uzaktan bakabilirsen, üzerimde böyle sebepsiz katliamlar yaşanmayan dinozorların hayatını görebilirsin" dedi.
Çok isterdim ama mevcut insan yapımı araçların bunu sağlayamayacağını biliyordum. Hüznümü dağıtmayı pek de becerememişti. Birden ayağa kalktı. O an kendisine biraz kaba davrandığımı fark ettim, fakat ayağa kalkıp onu durdurabilecek durumda değildim. Yokuştan aşağıya doğru yürümeye başladı. Bulanık yuvarlak siluetin arkasından bakıyordum. Bir kaç adımdan sonra durdu, yavaşça bana doğru döndü ve,
-"Unutma suç bende değil, ben sadece dönüyorum." dedi
-"O zaman dur dünya.” diye bağırdım.
-"Uyumlu yaşam konusunda dinozorlara benzeyemediniz ama belki sonunuz benzer.” dedi ve göz kırpıp hızla uzaklaştı.
Arkasından ağlayarak birkaç kez “Dur Dünya” diye bağırdım.

*

Polis vurdu. Bir, iki, üç. Kaldırımın üstündeki kafamı hafifçe sağa doğru çevirdim. Kaldırıma uzanmış olduğumu o zaman fark ettim. Kaldırımdan aşağıya sarkan kolumdan süzülen ve parmaklarımdan aşağıya damlayan kırmızı sıvıyı izledim, bana saatler gibi gelen bir süre. Kafamı tekrar yukarıya çevirdiğimde bir kez daha vurdu polis. Görüntüler biraz daha belirginleşmişti bu vuruşla. Tepemde iki polis vardı. Kolumu ağır ağır kaldırdım. Kolumdan akan sıvı kan olmayacak kadar akışkandı. Zihnim berraklaşmaya başlamıştı. İkinci şişe şarabım bitmek üzereyken kaldırımda sızmıştım ve kucağımdaki şişeden dökülen şarap, göğsüme oradan da koluma yürümüştü. Tepemdeki polisler ise kösele ayakkabılarıyla ayak tabanıma yaptıkları ufak darbelerle uyandırmaya çalışıyorlardı beni.
-“Ne yaptınız siz?” diye sordum kızgın bir sesle.
-“Ne diyorsun lan sen? Kalk hadi.” dedi iri ve yaşlı olanı.
-“Gelmeseydiniz Dünya’yı durduracaktım.”
Aynı polis yanındaki genç olana,
-“Kaldır şunu elimden kaza çıkacak.” diye bağırdı.
-“Ne yaptığınızın farkında değilsiniz. Her şeyi bitiriyor, Dünya’yı durduruyordum.” dedim.

Dediklerime kulak asmayan genç polis tam koluma girmek için bana doğru uzanırken kapkara gökyüzünün kızıl bir renk aldığını fark ettik üçümüz de. İki polis de benle birlikte kaldırdılar kafalarını. Kara geceyi, biri büyük, diğeri ise ilkinin yavrusu gibi gözüken iki alev topu ve bunları takip eden iki paralel kızıl çizgi bölmüştü. Dünya’ya doğru yaklaştığı anlaşılan bu devası alev topları, iki polis için, tek başına kaldırımda şarap içen bir adamdan daha korkunç gelmiş olmalıydı. Polisler daha rahat izleyebilmek için filmin sonunu karşı kaldırıma geçerken, ben de olduğum yerde doğruldum gözlerimi gökyüzünden ayırmadan. İki kızıl top da gittikçe büyüyordu. Yerde yan yatan şarap şişesini kaptım ve sağ avcuma yapıştırdım. Gözlerimle önümdeki biçimsiz yolu yükseldiği yere kadar takip ettim. Yolun yükseldiği yerde onu havada tutan beton kolonlara baktım. Dayanmalarının imkanı yoktu. Şişeyi zayıf ve aciz beton kolonlara doğru kaldırdım ve şişenin dibinde kalan bir damla şarabı dilime damlattım. Yolu da, onu havada tutan köprüyü de bir daha görmek isteyenin, çok çok uzaklardan bakması gerekiyordu bu gezegene. 

18 Haziran 2014 Çarşamba

RÜYA

Gördüklerimin rüya olduğunu uyandıktan sonra fark ettiğim,  "meğer hepsi rüyaymış" diye sonlanacak bir hikaye değil bu. Başından beri farkındaydım rüyada olduğumun. Kaldı ki, etrafımdaki tek katlı, bahçeli, şirin evlerin pastel renkleri, üzerinde durduğum arnavut kaldırımlı sokağın sonundaki, sonsuzluğa kadar devam ediyor gibi gözüken çayır, vanilyalı pudingi andıran gökyüzü gerçeklikten çok uzaktı. O an fark ediyordum kusursuz bir yağlı boya tabloya bakarken hissettiği huzurdan çok daha fazlasını hissediyordu insan, tablonun içerisindeyken. Aldığım her nefes biraz daha hafif hissetmemi sağlıyordu. Hafifleşiyordum, ama hızla değil, yavaş yavaş, gram gram, sanki tadını çıkarıyordum. Kucağımdaydı Ozan. Masum bakışlarını üzerime çevirmiş, kontrolsüzce sallıyordu boğum boğum olmuş kollarını. Dört aylık bir bebek ne yaparsa onu yapıyordu işte. Bacaklarını ve kollarını açıkta bırakan kısa bir tulum vardı üzerinde. Beyaz üzerine ince mavi çizgili. Artık dolduruyordu tulumlarının içini. Anladığımı düşündüğü üç, beş harflik alfabesiyle bir şeyler anlatırken bana, bir süre bakıştık. Birden, takibi zor olan kol hareketlerini yavaşlattı ve sonunda iki elini çenesinin üzerine koyarak hareketsizce beklemeye başladı. Bakışları hala masumdu ama sanki artık bana sözleriyle değil de bakışlarıyla bir şey anlatmaya çalışıyordu. Benden beklediği bir şeyler var hissine kapıldım rüyamın ortasında. Ne istediğini söylese hemen yapacaktım orada, fakat o sadece bekliyordu. Bakışlarına daha fazla dayanamayıp koltuk altlarından tutum ve kaldırabildiğim kadar yukarıya kaldırdım Ozan'ı. Yüzü aşağıda, vücudu yere paralel olacak şekilde tutuyordum. İstemsiz gibi gözüken hareketlerine alıştığım kolları, muntazam bir senkronlar iki yana, süzülen bir martının kanatları gibi açıldı. Kafasını yukarı doğru dikmiş, aşağıya değil tam karşıya bakıyordu. O an döküldü işte o cümleler ağzımdan,
-"Uçabilirsin Ozan, ne istiyorsan yapabilirsin."
Sözlerimin bitmesiyle kollarını aşağıya doğru sarkıtması bir oldu. Havada titreyerek tuttuğu kafasını ağır bir şekilde bana çevirdi. İlk anda okuyamadım gözlerini. Kızmış mıydı, üzülmüş müydü, hayal kırıklığına mı uğramıştı? Sanırım hepsi vardı. Böyle güzel bir rüyanın ortasında, hayatı boyunca duyacağı yalanların ilkini babasından duyuyordu.

Uyandım. Uyandığımı anlamak da zor olmamıştı. Boynumdaki ter, ağzımdaki pas tadı, yatak odasının perdesi açık penceresinden beni selamlayan ve Ankara'dan başka bir yerde daha grisini bulamayacağınız bulutlar yardımcı olmuştu bu konuda bana. Dışarıyı izlediğim bir iki saniyelik kısa sürenin ardından, Ozan'ın ince iniltilerinin geldiği tarafa doğru çevirdim kafamı. Beşiğinin içinde yüz üstü dönmeye çabalıyordu. Çıkardığı sesler ve yüzünün aldığı renk o an bunu her şeyden çok istediğini ele veriyordu, fakat uykusunda dönmemesi için yanına sıkıştırdığımız küçük yastık buna engel oluyordu. 

8 Mayıs 2014 Perşembe

ANTİ-MİLİTARİST DARBECİ

Uzun ve çirkin burunlu, ömrünü seneler önce tamamlamış ford otobüsün içerisinde, iki kişinin oturması için dizayn edilmiş koltuğa, iki bacağımın arasında dik bir şekilde tuttuğum tüfeğimle birlikte anca sığmıştım.

G3 piyade tüfeği geciktirmeli gaz kaçırma sistemli mekanizmaya sahiptir ve bu sebepten MG42 piyade tüfeğinde görülen yüksek geri tepme görülmez.

Şanslı günlerimden biri değildi, otobüsün güneş alan tarafına denk gelmiştim. Parlak öğlen güneşinin etkisiyle otobüsün içerisindeki hissedilir sıcaklık, hava durumunun bildirdiği 350C'nin çok üzerindeydi. Koltukların yıpranmış deri kaplamalarının dayanılmaz kokusu içerideki havayı iyiden iyiye ağırlaştırılmıştı. Üç numara tıraş edilmiş ve terden sırılsıklam olmuş kafamı eğmiştim. Miğferim öne doğru kaymış, görüş açımın büyük bölümünü kapatmıştı, fakat bundan rahatsız değildim. Beni "düşman" mermilerinden koruması öngörülen miğfer o gün güneşe karşı koruyordu.

G3 piyade tüfeği tek tek atış yapabildiği gibi, tam otomatik atış da yapabilir.

Askerliğimin acemilik döneminin son haftasındaydım. Nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde uygun adım yürüyüş konusunda iyi olan grubun içine girmiş ve 30 Ağustos kutlamalarında Manisa'nın ortasında gerçekleştirilecek olan törenin yürüyüş takımına seçilmiştim. Ortaokulda asker yürüyüşlerinden not verilen beden eğitimi derslerinde aldığım kırık notlardan sonra aradan geçen 15-16 yılda kendimi geliştirmiş olmalıydım. Ortaokul sınıfımızda uygun adım yürüyüş konusundaki yeteneksizliğim dalga konusu olmuş, beden eğitimi öğretmeni tarafından sürekli "Sen nasıl asker çocuğusun?" sorusuna maruz kalmıştım. Demek ki asker gibi yürüyebilmek için asker çocuğu olmak yeterli değildi, asker olmak gerekiyordu.

G3 piyade tüfeği 20 adet 7,62 x 51 mm fişekli şarjörle beslenir.

4 hafta boyunca giydiğim, artık toprak rengi almış kamuflaj kıyafetimden sonra, üzerimdeki tertemiz, ütülü, koyu yeşil tören üniformasının içerisinde gerçek bir asker görüntüsü sergiliyordum. O gün, yani 30 ağustostan 2 gün önce, sadece prova yürüyüşü için iniyorduk şehrin göbeğine. Askerliğimin en gergin günüydü. Ortaokul yıllarında beceremediğim asker yürüyüşü ile başlayan anti-militarist duruşum, üniversite yıllarına kadar evrilmiş, militarizme karşı kurulabilecek tüm beylik laflarının ardı ardına patlatıldığı sohbetlerin içine sokmuştu beni. Ama o gün, Manisa'nın göbeğinde, halkın önünden omzumda bir piyade tüfeği, mimiksiz bir yüz, simsiyah postallar ve mükemmel tören adımlarıyla geçerek güçlü ordunun simgesi olacaktım. Birazdan, bir prova yürüyüşü olsa dahi, asfalta sertçe vurduğum her adımda, geçmişim usul usul silinecekti. Ortaokulda adımlarını inatla uygun  atmayan ben, dünya ordularını şiddetin kamulaştırılmış halleri olarak tanımlayan ben, alman silah firmasının ürettiği merminin fiyatının, dünyanın bir ucunda öldürdüğü çocuk işçinin ayılık gelirinden yüksek olduğu dünyada bir  şeylerin yanlış olduğuna karar veren ben yok olacaktı. Küçük çocukların önünde attığım her adımda daha da askerliğe yaklaşacak, sadece görünüşümle değil sanki her hücremle bir askere dönüşecektim.

G3 piyade tüfeği otomatik ayarda dakikada 500-600 mermi atar.

Tüfeğin namlusunun altındaki sert plastik kısmı tuttuğum elimi biraz daha sıktım. Terli avucum aşağı doğru kaymaya başladı. Yavaşça kaldırdım kafamı. Otobüste benim gibi oturan diğer askerlere baktım göz ucuyla. Aynı sebepten olmasa da onlar da gergin gözüküyordu. Gerginliğin sebebi belki de haftalardır süren darbe söylentileriydi. Prova yürüyüşünün yapılacağı o gün cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu gerçekleşecek ve muhtemelen ordu mensuplarının pek de desteklemedikleri aday cumhurbaşkanı olacaktı. Haftalar önceden öngörülen bu sonuç darbe söylentilerini başlatmıştı. Birlikte sürekli bu konuşuluyor, herkes haberleri dinlemenin yollarını arıyordu. Bense bu konuya çok da ilgi göstermiyordum. Sanırım derdim komutanın kim olacağı değil benim ne olacağımdı. Otobüsün gölge tarafında, iki sıra önde oturan çocuğu izlemeye başladım. Çocuğu tanıyordum. Bir yan ranzada uyuyordu. Tokat'lıydı. Ordu, "vatanın bütünlüğü" için var olan ama herkesin memleketiyle tanımlandığı bir topluluktu.

G3 piyade tüfeğinin namlu çıkış mermi hızı 782 metre / saniyedir.

Tokat'lı kafasını sürekli sağa sola çeviriyor, fal taşı gibi açtığı heyecan dolu gözlerle dışarıyı izliyordu. Dört haftanın bizi nasıl bu kadar hızlı dışarıya yabancılaştırdığını, Tokat'lının vücut dilinde hayretle izliyordum. Bu sırada arka arkaya sıralanmış beş askeri otobüs şehrin ortasına gelmişti. Otobüs durmuş, rölantide çalışmaya devam ediyordu. Bir parmaktan daha büyük genişlikte açıklık olan pencerelerde camların yaptıkları titreme, otobüsün duruşuyla artmıştı. Şoför tam manuel kapıyı, parlak gri kolu ittirerek açtı. Otobüsün ön tarafında oturanlar, muhtemelen bölük astsubayının emriyle hızlı adımlarla aşağıya inmeye başladılar. Biz arka taraftakiler de ayağa fırladık. Miğferimi, kayışını sıkarak sabitledim. Otobüsten iner inmez gözüme vuran güneş ışığından dolayı kıstım gözlerimi. Işığa alıştığında ağır ağır açtım gözlerimi.

G3 piyade tüfeği boşken 4,25 kg, doluyken 5 kg ağırlığındadır.

Yaklaşık üç metre önümde bir kadın, hemen yanında duran ve elinden tuttuğu 5-6 yaşlarındaki oğluyla şaşkın bir ifadeyle bana bakıyordu. Yüzündeki şaşkınlık yavaş yavaş korkuya dönüştü ve ilk başta anlamadığım bir telaşla oğlunu kucağına alarak koşar adım tam tersi istikamette uzaklaşmaya başladı. İlk anda şaşırdığım bu kaçışın nedenini anlamam uzun sürmemişti. O gün, prova yürüyüşü için sokağa indiğimiz gün 28 ağustostu, yani bayram günü değildi, yani darbeye sebep olacağı söylenen cumhurbaşkanlığı seçiminin yapıldığı gündü ve biz tam beş otobüs asker, ellerinde tüfeklerle şehir merkezine inmiştik. İnsanlar darbe yaptığımızı zannediyorlardı. İşte olan olmuştu. Anti-militaristken önce asker olmuş, sonra da darbeci asker olmuştum. Kadın ve çocuğunun arkasından bakarken bir şeyin farkına varmıştım. Ortada hiçbir sebep yokken sırf sizden daha güçlü olduğu için birinden korkmaktan daha kötü bir şey vardı. Ortada hiçbir sebep yokken, sırf kendisinden daha güçlü olduğunuz için birinin sizden korkması. Kadın aramızdaki üç metrelik mesafeyi saniyeler içinde onlarca metreye çıkarmıştı.


G3 piyade tüfeğinin etkili menzili 400 metredir.                    

3 Nisan 2014 Perşembe

MOLA



BÖLÜM 1
-"......dilenme tesislerinde yarım saat ihtiyaç molası verilecektir. Mola süresinin bitiminde otobüsteki yerlerinizi almanız rica olunur."
Muavinin rahatsız edici sesiyle uyandım. Düzgün bir Türkçe ile yazılmış olan metin, muavinin şiveli konuşmasının üzerinde eğreti durmuştu. Söyleyenini ve ismini bilmediğim kötü bir Türkçe pop şarkısı çalan radyonun sesi, herkesi uyandıracak şekilde açılmıştı. İhtiyaç molası zorunluydu sanırım. Otobüsün içi, koridorun her iki tarafına muazzam bir şekilde sıralanmış floransan lambaların parlak, beyaz ışıkları ile dolmuştu. Gözlerimi yarım açabiliyordum. Otobüsün büyük ve soğuk camına dayadığım kafamı yavaşça kaldırdım. Pürüzsüz camın üzerinde sadece yağlı saçımın bıraktığı biçimsiz şekil, dışarıda ise kapkaranlık bir gece vardı. Uzay boşluğunda yolculuk ediyor gibiydik. Boynumu sağa sola hareket ettirmeye çalışsam da pek başarılı olamadım. İki büklüm uyuduğum koltukta her yerim tutulmuştu. Kurumuş olan ağzımı açabilsem, seslenebildiğim ilk kişiden su isteyecektim ama bu imkansız gibiydi. Boğazımda oluşan kuruluğu gidermek için çıkardığım bir iki öksürük sesine yanımdaki iri adam, benimkinden daha kalın bir sesle eşlik etti. Adamın göbeği neredeyse önündeki koltuğa değecekti. Sıcak otobüsün içerinde, hareketsiz bir şekilde, üzerindeki kalın boğazlı kazak ve balıksırtı ceketle nasıl oturduğuna şaşırmış, bu görüntüyle karşılaşır karşılaşmaz istemsizce sağ kolumun çıplak kısmını soğuk otobüs camına yapıştırmıştım. Camdan gelen serinlik, dirseklerimden yukarıya doğru bir karınca gibi ilerledi. Boynumu saran serinlik oradan ağzıma, ağzımdan da aşağıya doğru akarak susuzluğumu biraz olsun çekilir hale getirdi. Su isteği aklımdan usulca uzaklaştığı o an garip bir his kapladı içimi. Nereye gittiğimi hatırlayamadığımı fark ettim. Etrafa belli etmemeye çalıştım kapıldığım dehşeti. Sırtımdaki dayanılmaz ağrıyı ve koltuğumun yarısını kullanan iri adamı umursamadan doğruldum. Zihnimin içinde telaşlı bir şekilde arıyordum otobüsün nereye gittiği sorusunun cevabını ama her geçen saniye soruma cevaplar bulmak yerine, yeni sorular getiriyor, hatırlamadığım tek şeyin otobüsün gittiği yer olmadığını vuruyordu yüzüme. Nereden geldiğimi, neden bu otobüste olduğumu, otobüsün gittiği yerde birinin beni bekleyip beklemediğini, geldiğim yerde otobüs kalkana kadar inatla uzaklaşmadan bana el sallayan birilerinin olup olmadığını, ismimi, kim olduğumu, hiçbir şeyi hatırlamıyordum. O an acil durum çekicine uzanabilsem camı un ufak edip çığlık atarak otobüsten atlayacaktım. Solumdaki iri adama baktım. Ondan isteyemedim otobüsten uzaklaşmak için bana müsaade etmesini. Otobüs sanki gittikçe daralıyor, bulunduğum koltuğa doğru katlanarak küçülüyordu. Göz ucuyla camın hemen altındaki numaradan hangi koltukta olduğuma baktım. Pencere şeklinin yanında "30" yazıyordu. 30 numaralı koltuktaydım. Benim miydi o koltuk? Ben miydim o iri adamın yanında uyuklayan yolcu? Eğer öyleyse neden kim olduğum konusunda hiçbir fikrim yoktu. Başkasının yerine, başkasının koltuğunda, başkasının yapması gereken bir yolculuğu yapıyor gibiydim. Koltuğun asıl sahibi sanki birazdan otobüsün koridorundan yavaş adımlar ve şaşkın bir suratla gelecek ve beni yerinden kaldırarak oturacaktı koltuğa. Beni kaldırmak için kibarca "Pardon bu koltuk benim sanırım." diyerek elindeki bileti okuyamayacağım uzaklıkta tutmak yerine, yavaşça kaldırarak göğsüme doğrulttuğu pompalı tüfeği ateşleyecek, ben otobüsün camından dışarıya fırladıktan sonra da iri adamdan izin isteyerek yerine geçecekti. Artık nefes almamı bile engelleyen o otobüsün içinden çıkabileceksem, pompalı tüfeğiyle 30 numaralı koltuğun asıl sahibinin gelmesine bile razıydım. 30 numaralı yolcu muydum, değilsem kimdim ve bu koltukta ne geziyordum? Kafamda dolaşan soruların kontrolünü kaybetmeye başladığım sırada gözüme takıldı önümdeki koltuğun arkasındaki cebe sıkıştırdığım kitap. Kitabın arka yüzü bana dönüktü. İsmini göremediğim kitabın rengi hiç tanıdık gelmedi. Kitap ayıracı olarak kullandığım ve yarısı kitabın dışına sarkmış durumdaki otobüs biletiydi asıl ilgimi çeken. Otobüs bileti tüm sorularımı cevaplayabilirdi. Kim olduğumu, nerden gelip nereye gittiğimi söyleyebilirdi bana. Oturuşumu çok bozmadan cama yapışmış olan sağ elimle uzanıp aldım kitabı. Biletin olduğu sayfayı açtım. Hemen bilete bakmak yerine, sanki sorularımın cevabını bulacakmışım gibi kaldığım sayfaya göz gezdirdim. 29. sayfada kalmışım, hatırlamıyordum. Sayfanın ortasındaki paragraflardan birini rastgele seçip okumaya başladım.

"Antik Yunan kültürü uzmanları, o dönemde yaşamış insanların fikirlerini kendilerine ait saymadıklarını söylüyorlar. Antik Yunanlılar akıllarına bir fikir geldiğinde, bir tanrı veya tanrıçanın kendilerine bir emir verdiğini sanıyorlardı. Apollon onlara cesur olmalarını söylüyordu. Athena ise aşık olmalarını söylüyordu. Günümüz insanları ise ekşi kremalı patates cipsi reklamı duyar duymaz, satın almak için hemen sokağa fırlıyorlar ama buna özgür irade diyorlar artık."

Okuduğum paragraf ne okuduğum kitabı ne de başka bir şeyi hatırlamam konusunda bir ipucu sağlamıştı. Paragrafı okumayı bitirdiğimde girmişti otobüs mola verilecek olan tesise. Otobüs biletine ya da kitabın ismine bakmadan aynı şekilde tekrar koydum kitabı önümdeki koltuğun arkasındaki cebe. Bilette okuyacaklarım bir şeyleri hatırlamamı sağlamadığı gibi, kapıldığım dehşeti daha da derinleştireceğinden korkmuştum sanırım. Dinlenme tesisinin soluk ışıklı panosunda, isminin yazılı olduğu kısımdaki lambalar ömrünü doldurmuş olacak, sadece "....DİNLENME TESİSİ" kısmı okunabiliyordu. Küçük tesis, uzayda yaptığımız yolculuk sırasında karşımıza çıkan başı boş bir uydu gibiydi. Biz orda bulunmadıkça herhangi bir hayat belirtisinin olmadığı bir uydu. Otobüs uzun tıslamalarla durdu. Tesisteki tek otobüs bizimkiydi. Otobüsün kapıları son tıslamayla açıldı. Otobüsteki herkes hızlı adımlarla indi aşağıya. Kimi direkt tuvalete hareketlendi, kimi çantalarından ya da ceplerinden çıkardıkları sigara paketlerine sarıldı. En son inen, bana "İnmeyecek misin?" diye sorar gibi bir bakış fırlatan muavin olmuştu. Otobüsün içindeki Türkçe pop şarkısını ve floransan ışıklarını karanlık bir anda yutuverdi. Sessiz ve karanlık otobüsün içerisinde tek başıma, 30 numaralı koltukta oturuyordum. Biraz önce, göğsümde büyük bir delik eşliğinde bile olsa otobüsten inme arzum, Türkçe pop şarkısıyla birlikte kaybolmuştu. Otobüsten inmek, otobüsü yıkayan hortum ve su birikintilerin arasından sekerek yürümek, soğuk tuvalette yan yana işeyen şoför ve muavinin esprilerini dinlemek, siyah kumaş pantolonu, beyaz gömleği ve siyah papyonuyla tezat oluşturan eski gri hırkalı, genç, köse garsonun çay bardağı dolu tepsisinden çay almak istemiyordum. Tesise doluşan yolcuları izlerken, yeşil telleri iki yana ayrılmış fırçanın cama yapışmasıyla irkildim. Fırça hızla aşağı yukarı hareket ederken, içinden fışkıran su ağır ağır aşağıya süzülüyordu. Fırçayı, camdan akan sudan dolayı bulanık görebildiğim, lacivert tulumlu, sarı çizmeli bir adam sürtüyordu cama. Adamın bulanık yüzünü izlemeye başladım. Ne yapıyordu bu tesiste? Ömür diyor muydu geçirdiği şeye bu yerde? Benim, kendimle ilgili her şeyi unutup kaybolduğum anda geldiğim bu tesiste, sadece kaybolanların geleceği bu yerde, astronotların sadece zorunda kaldıklarında uğradığı bu uyduda, "A" ile "B" arasındaki doğru parçasının ortasındaki bir noktada, "gitmek" ve "gelmek" fiillerinin üçüncü şahıslara mahsus olduğu, durmanın en hakiki eylem olduğu bu tesiste. İnip aşağıya sorsaydım o tulumlu adama, orada kalmayı mı yoksa benim gibi kaybolmayı mı tercih ederdi? Camdaki sular aşağı süzüldükçe adamın yüzünün hatları keskinleşmeye başlamıştı. Camda hiç su kalmayıp adamın yüzünü gördüğüm anda yapıştım koltuğa. Lacivert tulumun içerisinde, fırçayı tutan adam bendim. Avucumu cama yapıştırdım. Adam da ben de hareketsiz, birbirimize bakıyorduk. Gözlerimi açıp hepsinin rüya olduğunu fark etmek istiyordum. Rüya ama kimin rüyası. 30 numaralı yolcunun rüyası mı, lacivert tulumlu, otobüsü yıkayan adamın rüyası mı? Gerçek mi, rüya mı, kimin gerçeği, kimin rüyası?


BÖLÜM 2

-".... abi kalk hadi, uyan, otobüs geldi."
Garson çocuğun dürtmeleriyle uyandım. Gözlerimi yavaşça açtım. Garson çocuk başımda dikilmiş kısık gözlerle bana bakıyordu. Belli ki o da otobüsün gelmesiyle uyanmıştı derin uykusundan. Üzerindeki siyah kumaş pantolon, beyaz gömlek ve siyah papyon zorunluydu ama muhtemelen gri hırkayı üşüdüğünden giymişti. Dinlenme tesisinin otobüs yıkama için kullanılan çeşmenin yanındaki mermere oturmuş, uzun süre otobüs gelmediğinden de beklerken uyuyakalmıştım. Tulumumun paçalarını sarı lastik çizmemin içine sokarken biraz önce gördüğüm garip rüyanın etkisinden kurtulmaya çalışıyordum. On yıldır çalıştığım o dinlenme tesisine otobüsün içindeki bir yolcu gibi gelmiştim ilk defa. Sürekli bir yere giderken yada bir yerden dönerken gördüğüm yolcular gibi.  Hiçbir zaman bir yerde duramadıklarını, yerleşik durumu bilmediklerini düşündüğüm yolcular gibi. Benim yaşadığım, çalıştığım o yeri yolculukları sırasında zorunlu bir uğrak yeri olarak gören yolcular gibi. Benim varlığımdan bihaber olan yolcular gibi. Benim yüzümü sadece yıkadığım camın ardından bulanık bir yüz olarak gören yolcular gibi. Çeşmenin soğuk suyuyla yüzümü yıkadım. Gözümü tam açabildikten sonra kaptım fırçayı ve otobüse doğru ilerledim. Benim dünyamın yarım saatlik misafirlerinden bir yenisi. Tek otobüs vardı o an tesiste. Otobüsten yolcular inmeye başlamıştı. Her gün yüzlerce gördüğüm o yolculardan biri olmak çok garip hissettirmişti bana rüyamda. Fakat asıl garip hissettiren rüyanın sonu olmuştu. Rüyanın sonunda benim oturduğum koltuğun yanındaki camı yıkayan görevlinin yine kendim olduğunu görüyordum. Kendimle göz göze gelmiştim ve tam o sırada garson çocuk uyandırdı beni. İnmekte olan yolcular otobüsten uzaklaşınca yıkamaya başladım otobüsü. Yavaş yavaş arka camlara doğru ilerlediğimde otobüsün içinde sadece bir yolcunun kaldığını fark ettim. Tıp ki biraz önceki rüyamda benim yolcu olarak otobüste tek başıma kalmam gibi. Tam o yolcunun bulunduğu camı yıkarken, gözümü onun bulanık yüzüne doğru diktim. Sanki garson çocuk uyandırmadan önce gözlerimin önündeki sahneyi bu sefer başka bir açıdan izliyorum. Camı yıkamam bitmişti ama nedense geçemedim bir sonraki cama. Ne olduğunu anlayamadığım bir güç beni olduğum yerde tutuyordu. Fırçayı yere indirdim. Tazyikli su yerdeki betondan çizmelerime fışkırıyordu ama umursamıyordum. Bakışlarım yukarıda, otobüsün içindeki yolcunun üzerindeydi. Camdaki sular ağır ağır süzüldü, yolcunun yüz hatları belirginleşmeye başladı. Yolcunun yüzünü tam olarak görebildiğim anda korkudan bayılacak gibi oldum. Muhtemelen yolcu da aynı korkuyu yaşıyordu. Yolcu bendim. Dışarıdan otobüsün içindeki kendime bakıyordum ya da otobüsün içinden dışarıdaki kendime bakıyordum. Bunun bir rüya olmasını umuyor, garson çocuğun gelip beni uyandırmasını istiyordum, ama hangimizi uyandıracaktı ondan emin değildim.

BÖLÜM 3

-"......dilenme tesislerinde yarım saat ihtiyaç molası verilecektir. Mola süresinin bitiminde otobüsteki yerlerinizi almanız rica olunur."
Muavinin rahatsız edici sesiyle uyandım. Otobüs yavaşladıkça daha fazla titremeye başlayan cam, kafamı lastik bir top gibi sektirmeye başlamıştı. Tutulan boynumdan dolayı çok yavaş kaldırabildim kafamı. Yanımdaki iri adamdan dolayı cama yapışmış gibiydim. Otobüsün içindeki parlak ışıktan dolayı kıstığım gözlerimle dışarıya bakıyordum. Finaller biter bitmez sonuçların açıklanmasını beklemeden yurt odasındaki pılımı pırtımı toplayıp atlamıştım otobüse. Annemlerin yanı gitmeyeli neredeyse bir yıl olmuştu. Bu yaz tatilinde evde geçirdiğim süreyi biraz uzun tutarak, babamla aramda oluşan buz dağını eritemesem bile en azından daha da büyümesini engellemeyi amaçlıyordum. Tıslama sesleriyle birlikte dinlenme tesisindeki yerini almıştı otobüs. Tenha dinlenme tesisini görünce hatırladım, muavinin sesiyle uyanmadan önce gördüğüm ilginç rüyayı. O an durduğumuz dinlenme tesisine çok benzer bir tesiste otobüs yıkayan görevlilerden biriydim. Hatta tek yıkama görevlisi bendim sanırım. Dinlenme tesislerinde ömrünü geçiren insanlar hep ilgimi çekmişti ama özellikle yıkama görevlilerini daha dikkatli bir gözle izlerdim. Yüzlerini ıslak camın ardında gördüğümüz, seslerini hiç duymadığımız, ellerinde fırça olamadan görmediğimiz adamlardı onlar. Bizim ihtiyaç molası için durduğumuz yerde yaşamlarını tüketen insanlar. Hayatları boyunca yüz yüze geldiği tüm insanların kendilerini bulanık gördüğü insanlar. Herhalde onlara bu kadar kafayı taktığım için kendimi onlardan biri olarak görmüştüm. Rüyamın asıl ilginç olan kısmıysa sonuydu. İçinde tek bir yolcunun kaldığı otobüsün camını yıkarken, otobüsteki o tek yolcunun da kendim olduğunu fark ediyordum. Önce yıkadığım camın ardında bulanık olan yolcu silueti gittikçe belirginleşiyor ve sonunda kendimle göz göze geliyordum. Rüyamda çok korkmuştum. Neyse ki muavin yetişmişti imdadıma. Rüyanda kendini görmek garip bir his. Hangisinin gerçek kendin olduğunu kestiremiyorsun. Rüyamı düşünürken tüm otobüs aşağıya inmiş, ışık ve radyo kapatılmıştı. Aşağıya inmek istememişti canım. Uzanıp önümdeki koltuğun arka kısmındaki cebe koyduğum ve uykuya dalmadan önce henüz başını okuduğum kitabımı aldım. Kitap ayracı olarak kullandığım otobüs biletini içinden çekip, tesisin loş ışıklandırmasından gelen ışığın yardımıyla kaldığım sayfadan okumaya başladım. İki sayfa okumuştum ki, otobüsteki rahatsız uykunun başımı ağrıttığını fark ettim. Okumaktan vazgeçip, kaldığım 29. sayfaya yerleştirdim otobüs biletimi ve kitabı tekrar cebe koydum Tam o sırada otobüsün camına yapışan yeşil telli fırçanın görüntüsüyle irkildim. Fırçanın içinden gelen sular yavaşça aşağıya süzülüyordu.

17 Mart 2014 Pazartesi

KÖPÜKLÜ DÜNYA

Parmak uçlarım sızlamaya, hareketlerim yavaşlamaya başlamıştı. El bileklerimde başlayan ağrı omuzlarıma kadar ulaşmış, nefesim kesilmeye yüz tutmuştu. Fırat'la çaktırmadan birbirimize bakıyor, ilk vazgeçen olmamak için ikimiz de direniyorduk. Büyük planımızı gerçekleştirmek için çabalamamız gerektiğini biliyorduk. Harcadığımız yarım saatin sonunda ayak uçlarımızda bir iki dakika bile durmadan uçuşan köpüklerin hüzünlü bir şekilde yanımızdan uzaklaşma görüntüsü hevesimizi kırmaya çalışsa da, bizi vazgeçirmeyi başaramamıştı. Dünyayı beyaz köpüklerle dolu bir gezegen haline getirecektik. Üzerinde hiçbir pencere bulunmayan, apartmanımızın pürüzlü, gri yan duvarına sürterek un ufak ettiğimiz beyaz köpük blokları, enerjimizle birlikte yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Babam ilçenin var olma sebebi olan beyaz eşya fabrikasının paketleme bölümünde çalışıyordu. Sülalemizin, 5 yaşında olmama rağmen beni adam yerine koyup sohbet eden tek bireyi alkolik amcamın gecenin muhtelif saatlerinde evimize yaptığı ziyaretlerin birinde getirdiği oyuncak itfaiye arabası dışındaki tek oyuncağım, babamın fabrikadan getirdiği ve fabrikadaki buzdolaplarının, çamaşır makinelerinin paketlenmesinde kullanılan beyaz köpük bloklarıydı. Bu köpük blokları bazen savaşın en kanlı cephesinde girdiğim çatışmalarda tüfeğim, bazense hırsızları kovaladığım polis arabamın direksiyonu oluyordu. Ama bu sefer bu beyaz köpük blokları, bir daha kullanamayacak olsam da, çok daha büyük bir amaca hizmet edecekti. Küçük köpük taneleriyle tüm dünyayı dolduracak, beyaz bir denize dönüştürecektik. Fırat'a bu planı anlatıp onu yanıma çeken bendim fakat o farkında olmasa da fikrin asıl sahibi Seda'ydı. Mahallenin erkeklerinin tamamına yakınının aşık olduğu Seda. Güzel kızdı Seda. Uzun, ince telli, kahverengi düz saçları beline kadar geliyordu. İnce kaşlarının altındaki kocaman gözleri ile attığı bakışlarından büyülenmemek mümkün değildi. Hele bir de kıpkırmızı dudaklarının yanına yerleşen iki küçük çukurun eşlik ettiği gülümsemesine denk gelirseniz, koca gezegende bakışlarınızı çevirmeye değecek başka bir şey bulamazdınız. Ona aşık olmak o kadar basitti ki, mahallenin neredeyse tüm erkeklerini seçeneksiz bırakmış, hepsinin eksiksiz bir teslimiyetle kalplerini sunmalarını sağlamıştı onun aşkına, aşklarına karşılık alma ihtimallerinin ne kadar zayıf olduğunu bilseler de.
İki hafta öncesine kadar ben de hepsi gibi umutsuz bir aşk yaşıyordum, ta ki onun bana aşık olduğunu net bir şekilde gösteren o sözleri ondan duyuncaya kadar. Artık emindim onun da bana sırılsıklam aşık olduğundan. Onun bana aşık olduğunu fark ettikten sonra, aşkım, bizim mahallede yaşayan bir erkek için çok normal bir refleks olmaktan çıkmış, derinleşmiş, içinden ne kadar çırpınırsam çırpınayım çıkamayacağım bir girdap halini almıştı. Tam iki hafta önce cuma günüydü. Gün çok normal devam ediyordu. Mahallenin trafik tarafından kirletilmeyen dar bir sokağına dört büyük taşın yardımıyla, iki küçük kale kurmuş, terden t-shirt'lerimizi sırtımıza yapıştıran, mücadele dozu yüksek bir maç yapıyorduk. Mahallenin çocuklarının çoğunun babası, benim babam gibi beyaz eşya fabrikasında çalışıyordu. Hepimizin ailelerinin ekonomik durumu birbirine çok yakındı. Annesi de çalışan üç beş çocuğun yarattığı ufak farkları saymazsak, sınıf farkının neredeyse hiç bulunmadığı bir sokaktaydık. Bizim apartmanın birinci katında oturan Serdar'lar bu ufak farkı yaratan birkaç aileden biriydi. On daireli apartmanda sadece onların evinde telefon vardı mesela. Acil bir durum olduğunda bir yere telefon edilecekse, Serdar'lara gidilir ve rica edilirdi. Annesi ve babası hiçbir karşılık beklemeden herkesin hizmetine sunarlardı telefonlarını, çünkü yeterdi onlara komşularına yardım etmenin gururu. İşte Serdar gibi bir iki çocuk daha vardı, kötünün iyisi bir ekonomik duruma sahip. Hepimizin ayağında Sportaç marka ayakkabılar vardı ve Adidas ayakkabılar bize fabrikası kadar uzaktılar, tabi "Addidas" ayakkabıları ile "Adidas"a bir "d" harfi kadar yaklaşan bazılarımızı saymazsak. O gün biz kan ter içerisinde topun peşinden koşarken, mahallenin kızları da kaldırıma oturmuş maçımızı izlemeye başlamışlar, arada bir de bir şeyler fısıldaşarak gülüşüyorlardı. Tabi ki Seda da aralarındaydı ve hepimiz tüm hünerlerimizi sergilemeye çalışıyorduk kızların önünde. Arada bir en romantik olanlarımız kızların ilgisini çekmek için topu hızla kızların olduğu tarafa doğru vuruyorlardı. Hiç birimiz kızların ilgisini çekecek daha etkin bir yol görmemiştik hayatımızda, işe yarıyordu. Tam kaldırımın yanında, dizlerimde derman kalmadığı, aldığım hiçbir nefes yorgunluktan dönmeye başlayan başımı durduracak kadar oksijeni sağlayamadığı bir anda meşin yuvarlak önüme doğru yuvarlanmıştı. Topu durdurup, göz ucuyla kızlara doğru bakmıştım. Hepsi bana bakıyordu, Seda da. Kafamı rakip kaleye doğru çevirdim. Gol için karşımda iki küçük engel vardı. Biri rahatlıkla çalımlayacağım çelimsiz Tuğrul, diğeri ise mahallenin kova kalecisi Kamil. Fakat hesaba katmamıştım topu bulunduğum yerden kaleye kadar sürmemi imkansız kılacak asıl engel olan yorgunluğumu. Topu yavaşça ileri doğru sürerek attığım ilk adımda, yorgunluğumun yanında, Seda'nın bakışlarından dolayı içimi saran müthiş heyecanın da etkisiyle tökezlemiş ve kızların tam önünde yere kapaklanmıştım. Futbolla hayatın ikiz kardeş gibi birbirlerine benzediklerini o an anlamıştım. İkisinde de incecik bir ipin üzerindeydik ve ne tarafa düşeceğimizi kestirmek çok zordu. Çok basit gözüken yarım dakikalık bir top sürmenin sonunda aşkım Seda'nın gözünde bir kahramana dönüşecekken yere kapaklanmış ve tüm şansımı kaybetmiştim. Kızlar gülüyor, erkekler ise benden uzaklaşan topun peşinden koşmaya devam ediyorlardı. Dizim kanamaya başlamıştı. Kafamı kaldırıp Seda'ya bakamıyordum bile. Saatlerdir topun peşinde koşturmuştum ama o anki kadar terlememiştim. Artık kendime aşık olacak yeni birileri bulmam gerektiğini geçiriyordum aklımdan ama dedim ya futbol çok benziyordu hayata ve kızların neden etkileneceğini kestirmek mümkün değildi işte. Ben üzerindeki kirden dolayı simsiyah olmuş dizimin ortasından koyu kırmızı bir nehir gibi aşağı yavaşça akan kanımı izlerken, Seda, onun da bana aşık olduğunu kesin olarak anladığım o cümleyi kurmuştu yanındakilere.
-"Aslında her yer yumuşak olsa kimsenin düştüğünde canı acımaz, dizi kanamaz."
Birden kafamı Seda'ya doğru çevirdim. Ben neşesini gizleyemeyen şaşkın bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde, o hemen yanındakilerle başka bir şey konuşmaya başlamıştı ama artık ne fark ederdi ki ne konuştuğu. Belli etmişti bir kere bana olan sevgisini. Yoksa neden benim yere kapaklanmam, dizimi kanatmam, acı içinde kıvranmam umurunda olsun ki? Neden benim canımı yakan sert dünyayı yumuşatma fikri gelsin aklına? O an hissettiğim heyecanı tarif etmek mümkün değildi. Biraz önce yere kapaklandığımda bir daha hiç bir zaman o kadar terleyemeyeceğimi düşünmüştüm, fakat hayat saniyeler içinde nasıl da yanıldığımı göstermişti. Ter tüm vücudumu basmış, nefes alış verişlerim düzenden iyice uzaklaşmış, vücudumda dolaşan adrenalin miktarı kontrolden çıkmıştı. İkimiz de beş yaşındaydık ve önümüzde aşkımızı yaşayacağımız koca bir ömür vardı. Vücudumun verdiği tepki azdı bile. İşte o gün o farkında olmasa da, büyük planım için fikri vermişti  bana. Kimsenin canı yanmasın diye düştüğünde, dünyanın her yerini yumuşak bir şeylerle kaplamak. Bu planı gerçekleştirmek içinse en uygun hammadde, en ucuz ve ulaşılabilir olanıydı tabi ki, yani ne miktarda istersem isteyim babamın fabrikadan bana getirebileceği beyaz köpükler. Evet şimdiye kadar istediğimden çok daha fazlasını istemem gerekecekti babamdan ama sorun değildi. Bu zamana kadar beyaz eşyaları sahiplerine çizilmeden götürme veya bana silah, araba gibi lojistik destek sağlama amaçlarına hizmet eden köpükler, şimdi, un ufak olup dünyayı yumuşacık bir yer haline getireceklerdi. O an elimizdekilerle tüm dünyayı kaplayamazdık belki. O gün sadece başlangıç olacaktı. Eğer hesaplarım tutarsa bir kaç gün benzer azmi gösterirsek amacımıza ulaşabilirdik. Zaten altı üstü diz yüksekliğine kadar köpükle doldurmak dünyayı yetecekti.
Başlangıç olarak o günü seçmemin bir kaç sebebi vardı. Babam o gün akşam vardiyasındaydı ve görece geç gidebilirdim eve. Bizim mahallede akşam olduğunda sokakta kalan çocuklardan, o gün kimin fabrikada akşam vardiyasında olduğunu rahatlıkla anlayabilirdiniz. Acıkmış olmama rağmen eve gitme isteği hiç yoktu içimde. Aslında haftalardır akşam saatlerinde evden olabildiğince uzak olmaya çabalıyordum. Nedeniyse babam ve annemin haftalardır her akşam pür dikkat izlediği ve sürekli aynı şeyi anlatan haber bültenleriydi. İzlemek istemesem de ister istemez kulak misafiri oluyordum. Komşumuz olan ülkeyle çıkmak üzere olan savaştan bahsediyorlardı. Hemen sınırda olan ilçemiz de komşumuzun ilk saldıracağı yerlerden biriydi. Annem ve babamın heyecanı da bu yüzdendi. Muhtemelen böyle bir saldırıya ihtimal vermediğimden, sıkılıyordum savaş haberlerinden. Sonuçta biz komşuyduk. Apartmanımızda gürültü, geç kalan aidat, merdiven temizliği gibi çok önemli konularda tartışmalar çıksa da, ne küskünlükler iki günden fazla sürüyordu ne de küsülen komşunun evi bombalanıyordu. Komşu ülkemiz de bize kısa süreli küsebilir ama bombalamaya kalkmazdı, kaldı ki biz hemen sınırdaydık, bize darılması bile mümkün değildi bence. Annem ve babamsa, tam tersi benim gereksiz gördüğüm bir dikkatle bu haberleri izliyorlar, evin oturma odasındaki kokuyu bile keskinleştiren gergin bir ortam yaratıyorlardı. O akşam, gece yarısına kadar babam fabrikada olsa da evde haber bülteninin açık olduğundan emindim. Sokak, sıkıcı haber spikerinin sesinin yankılandığı oturma odamızdan daha cazip geliyordu. Birkaç saat önce sıkılıp yakar top oyunundan çıkmıştım. Sıkılmamam da mümkün değildi. Benim için çok basit bir oyundu yakar top. Yaşıtlarımdan hep daha çevik olmuştum. Oyunun başlamasının üzerinden sadece beş dakika geçmişti ki havada yakaladığım on topla, on can kazanmıştım. Benimle birlikte herkes sıkılmaya başlamış, benim pes etmemi beklemeye başlamıştı. On tane canım vardı, beni yakmaları ve saf dışı bırakmaları mümkün gözükmüyordu. Bu ıstırabı mahalle arkadaşlarıma daha fazla çektirmek istememiş, on canımı da yanıma alıp çıkmıştım oyundan. Hepsinin yüzüne geniş bir gülümse yerleşmişti. Neyse ki benimle birlikte Fırat da oyundan çıkmıştı. İki kişi yapacak bir şeyler ararken söylemiştim ona dünyayı köpükle doldurmayı düşündüğümü. Fikir ilginç gelmiş olacak, zor olamamıştı ikna olması. Hemen eve gidip ne kadar köpük blokum varsa apartmanımızın yan tarafındaki boşluğa getirmiştim. Vakit kaybetmeden koyulmuştuk köpük üretmeye.
Kollarımdaki sızıya biraz olsun dayanabilmek için sıktım dişlerimi. Fırat'a doğru baktım. Dünyayı köpükle kaplama konusunda onu ikna etmiş olsam da benim kadar tutkulu olmadığını hissedebiliyordum. Kollarım artık kopma noktasına gelse de mükemmel bir iştahla kaptım elimizde kalan son köpük blokunu ve yavaş hareketlerle sürtmeye başladım duvara. Duvara sürtülerek parçalanacak başka köpük bloku kalmamıştı elimizde. Fırat bunu da fırsat bilerek,
-"Yarın devam ederiz." diyerek beni son köpük blokuyla baş başa bıraktı ve koşarak eve gitti.
Apartmanımızın suratsız yan cephesinin önünde, ben ve beyaz köpük bloku baş başa kalmıştık. Blok, duvara her sürtüşümde biraz daha ufalıyor, yok olmaya yaklaşıyor, ben de yalnızlığıma doğru yaklaşıyordum. Blok artık sadece sağ elimde tutabilecek kadar küçüldüğünde kafamı aşağıya doğru eğdim ve ne kadar köpük oluşturabildiğimizi kontrol ettim. Bulunduğumuz mevsime eğreti duran rüzgar yeni parçaladığım bloktan düşen köpük parçaları dışında hiç bir şey bırakmamıştı etrafımda. Canım sıkıldı bir anda. Beklediğimden uzun ve zor bir süreç olacağını anlıyordum Seda'nın istediği gibi dünyayı köpüklerle doldurmanın. Kızarmış avucumun içerisinde kaybolan pingpong topu ebatlarına kadar erimiş köpükle oturdum yere. Sırtımın terden sırılsıklam olduğunu o an anlamıştım. Hızını arttıran rüzgar terli sırtıma sanki dev bir buz kütlesi yerleştirmişti. Kafamı kaldırıp yukarıya doğru baktım. Rüzgar günün tek beklenmeyen misafiri değildi. Dakikalar içerisinde başlayacak olan yağmurun habercisi kapkara bulutlar kaplamıştı gökyüzünü. Elimdeki küçük köpük blokunu havaya doğru fırlattım. Blok elimden ayrılır ayrılmaz, hafif vücudunun kontrolünü tamamıyla rüzgara bırakmış, havada daireler çizerek uzaklaşmıştı. Son blokun uzaklaşmasıyla içime oturan yalnızlığa çok fazla dayanamamış ve hızlı adımlarla eve gitmiştim. Kapıyı açtığında annemin yüzündeki telaşı rahatlıkla fark edebildim. Neler olduğunu sormama fırsat vermeden,
-"Gel." dedi ve hızla oturma odasına doğru geçti.
Ayakkabılarımı çıkartırken, annemin ilgisini terli sırtımdan daha çok çeken şeyin ne olduğunu düşünüyordum. Oturma odasına girdiğimde tanıdık sıkıcı ses alışılandan daha yüksek bir ses tonuyla çıkması beklenen savaştan bahsediyordu. Annem odanın ortasında tam televizyonun karşısında dikilmiş, sağ baş parmağının tırnağını kemirerek ekrana bakıyordu. Annemin gerginliğini azaltmak için,

-"Boş ver anne.." diye söze başlıyordum ki, dışarıdan apartmanımızın bile sallanmasına sebep olan o patlama sesini duyduk. Patlama sesine annemin ince çığlığı karışıverdi. Hemen pencereye doğru hareketlendik. Tüm apartmanların dairelerinde bizim gibi endişeli siluetler oluşuvermişti anında. Ne olduğunu anlamaya çalışırken annemin ağlamaya başladığını fark ettim. Bacağına doğru sokuldum. Desteğime ihtiyacı var gibiydi. Tırnağını yemeyi bırakmış, muhtemelen farkında olmadığı bir sertlikle saçlarımla oynamaya başlamıştı, pencerenin camına dayadığı kafasını bir sağa bir sola çevirirken. O sırada haber bültenin bizim ilçeden bahsettiğini duyduk. Annem hemen televizyonun sesini açtı. Tekrar başlamıştı tırnaklarını yemeye. Haber bülteni, haftalardır sanki başlamasını ister gibi durmaksızın bahsettiği savaşın artık başladığını söylüyordu. Savaş benim için daha beklenmedik olmasına rağmen annemden daha sakin karşılamayı bilmiştim, ta ki bombaların ilçedeki beyaz eşya fabrikasına, o an babamın akşam vardiyasında çalıştığı fabrikaya düştüğünü öğrenene kadar. Annemden daha uzun yeni bir ince çığlık sesi yükselirken, ben iyice sessizliğe gömülmüştüm. Sanki zaman durmuştu. Bize saldırmaz dediğim komşumuz, babamın üzerine bombalar yağdırmıştı. Annem kendisini kanepeye atmıştı. Ben hareketsiz dikiliyordum televizyonun karşısında. Annemin çığlıkları boğuk ve çok uzaklardan geliyor gibiydi kulağıma. Televizyonun sesiniyse duymaz olmuştum. Başım dönmeye başlasa da duruşumu koruyordum. Gözlerimi kapattım. Ne kadar bir süre o şekilde beklediğimi hatırlamıyorum. Gözlerimi tekrar açtığımda televizyonun sesi ve annemin çığlıkları eski kuvvetiyle geri dönmüştü kulağıma. Hızla kapıya doğru koştum. Seri hareketlerle geçirdim Sportaç ayakkabılarımı ayağıma. Dış kapının kulpunu iki elim ve vücudumun ağırlığının yardımıyla aşağıya indirdim ve dışarı çıktım. Annem, dış kapının açılma sesiyle hareketlendiğimi fark etmiş olacak, bu sefer benim ismimi haykırarak arkamdan geldi. Hiç duraklamadan, basamakları ikişer ikişer inmeye başladım. Annem hem ağlıyor, hem bağırıyor, hem de bana yetişmeye çalışıyordu. Sokağa indiğimde ciddi bir kalabalığın oluştuğunu ve hepsinin aynı tarafa, fabrikanın bulunduğu yöne doğru baktığını gördüm. Hemen aralarına karıştım. Kalabalıktan dolayı ilerleyemiyor, fabrikayı da göremiyordum. Tek görebildiğim fabrikanın bulunduğu bölgede gökyüzünün kırmızıya boyandığıydı. Bu şekilde annemin beni rahatlıkla yakalayacağı ortadaydı. Hemen apartmanımızın yan tarafındaki boş araziye yöneldim. Boş arazideki kestirmeyi kullanarak ulaşacaktım fabrikaya. Gürültülü kalabalığın arasında annemin ismimi bağırdığını duyabiliyordum. Onu bu şekilde telaşlandırmak istemiyordum ama fabrikaya gitmem gerekiyordu. O an annemin yanına gitsem beni bırakmaz, fabrikaya gitmemi engellerdi. Çünkü fabrikada birilerini kurtarabileceğimden habersizdi. Gündüz oynadığımız yakar top oyununda on can kazandığımı bilmiyordu. Fabrikaya yetişebilirsem, on kişiyi kurtarabilirdim. Sahip olduğum can bana yeter de artardı bile. Kalabalığı ve annemi arkamda bırakarak girdim boş araziye. Hava kararmış, soğumuş, eve girerken yukarıda bıraktığım kara bulutlar ince ama hızlı bir yağmur dökmeye başlamıştı. Boş arazi önümde sonu olmayan bir yol gibi uzanıyordu. Koşmaya başladım. İnce yağmur taneleri çarpıyordu yüzüme. Soğuk hava hızla alıp verdiğim soluklarla ciğerimi yakıyordu. Bir ara fazla oksijenin etkisiyle gözüm kararmış ama durmayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Fabrika görüş alanıma girdiği anda karşılaştığım görüntüyle, daha önce kapılmam gereken telaş ve korku kaplayıverdi içimi. Koca fabrika bir alev topu gibiydi. İlçede bulunan dört ambulans ve iki itfaiye aracı fabrikanın önüne gelmişlerdi, fakat dev alevlerin önünde çok çaresiz görünüyorlardı. Keşke amcam oyuncağı yerine gerçeğini alsaydı diye geçirdim içimden. Fabrikanın ön tarafındaki kalabalığı aşmak mümkün gözükmediğinden hemen arka tarafa, babamın çalıştığı paketleme bölümüne doğru hareketlendim. Fabrikanın etrafında geniş bir daire çizerek paketleme bölümü tarafından fabrika alanına girdim. Fabrikanın bu arka girişinde, öndekine nazaran çok daha az insan toplanmış, hiçbir ambulans ya da itfaiye aracı gelmemişti. Yangından bir şekilde kurtulan, yüzü kapkara olmuş, tulumlarının büyük bölümü yanmış işçilere bu ufak kalabalık yardım etmeye çalışıyordu. Gözlerim babamı arıyordu. Önce ona yardım etmeliydim. Fabrikanın girişinde iki yüksek bayrak gönderinde ulusal bayrak ve firmanın bayrağı rüzgarın etkisiyle yırtılacakmış gibi dalgalanıyor, bayrak iplerinin gönderin boş çelik gövdesine yaptığı sert vuruşlar ince bir çınlama sesi çıkarıyordu. Normalde böyle bir dalgalanma görüntüsü bir gurur göstergesi olabilirdi ama o akşam, fabrikada çalışan işçiler sebebini hiç anlamadıkları bir savaşın ilk kurbanları olmuş ve hayatta kalabilenleri can çekişirken, iki bayrak da oradan kaçmaya çalışıyor gibi gözüküyorlardı. Varlığımı fark etmeyen kalabalığın arasından sıyrılarak fabrikaya iyice yaklaştım. Etrafımda kimse kalmamıştı. İnsanlar daha uzak bir mesafeden çaresizce izliyordu yangını. Sırtım rüzgarın etkisiyle buz kesmişken, yüzüm yangından gelen sıcak havayla ısınmaya hatta yanmaya başlamıştı. Adımlarımı yavaşlatmıştım. Yorgunluğum sanki ayaklarıma yapışmış, yangından gelen sıcaklığında yardımıyla beni fabrikadan uzak tutmaya çalışıyordu. Bir an önce babamı bulmak istiyordum ama bacaklarımı kontrol edemiyor gibiydim. Adımlarım ağır çekim bir hal almıştı artık. Bacaklarımı kontrol etmek için kafamı aşağıya doğru çevirdiğimde, beni yavaşlatanın yorgunluğum ya da sıcaklık olmadığını fark ettim. Patlamanın etkisiyle fabrikanın paketleme bölümündeki köpük blokları un ufak olup etrafa dağılmış, her tarafı kaplamışlardı. Etrafım, dizlerime kadar beyaz köpük taneleri ile doluydu. Birden babama ulaşamayacağımı hissettim. Göğsümün ortasına biri oturmuş, yutkunmamı engelliyordu sanki. Ağlamaya başladığımı, tuzlu göz yaşım ağzıma geldiğinde anladım. Umutsuzca yeni bir adım atmak için ayağımı kaldırdığım anda yüz üstü düşüverdim köpüklerle dolu yumuşacık zemine. Seda yanılmıştı. Canım çok acıyordu.