Nemli tahtaya dayamış durumdayım sırtımı. Bankın üzerindeki rutubet ince
montumu delip ciğerlerime doğru nüfuz ediyor, ama pek rahatsız değilim bu
durumdan. Kıçımı iyice ileri doğru kaydırıyorum. Vondelpark’daki yerimi
sağlamlaştırma çabası bu hareketim. Vondelpark, Amsterdam’ın ortasında
bağımsızlığını ilan etmiş, devası bir park. Parka girdikten sonra her
adımınızda etrafındaki şehir yavaş yavaş yok oluyor, parkın ortasına
geldiğinizde ise yanına dünyanın kalanını da alan şehir hiç var olmamış bir yer
haline dönüşüyor. Üç gün önce kalabalık bir grupla geldiğim Amsterdam’da nasıl
yapayalnız kaldığımı hatırlamıyorum. Soğuk havalarda insan daha da bir farkına
varıyor etrafında kimsenin olmadığının. Hava puslu. Bulutlar hemen tepemizde.
Ağaçların en tepedeki dallarını seçemiyorum bile. Pusun etrafta yarattığı yarı
saydam buğulu perde, uzaktaki ağaçlara gerçeküstü bir görünüm kazandırıyor.
Zemin sapsarı, cansız yapraklarla örtülmüş durumda. Yaprakların hiçbiri olduğu
yerden kıpırdamıyor, memnun gibiler durumlarından. Havanın estirmeye
çalıştığı melankolik havanın parktaki insanlar üzerinde etkili olduğunu
söylemek zor. Çehrelerde mutsuzluğa, umutsuzluğa, karamsarlığa ait herhangi bir
emare yakalamak için çabalıyor, ama başarısız oluyorum. Başarısızlık ilk defa hırslandırıyor
beni. Daha bir dikkatle turluyorum parkta bakışlarımla. Arka arkaya, yavaş bir
süratle kaykay kullanan baba oğla odaklanıyorum. Gülümsüyorlar, neredeyse aynı
mimiklerle. Hemen arkalarında kalan yalnız kadına bakıyorum. Ne olduğunu
anlayamadığım, yogaya benzer bir spor yapıyor. Her hareketinde hafifliyor
sanki, her hareketiyle atıyor ne varsa kötü. Uzun siyah pardösülü yaşlı adam
minik adımlarla ilerliyor, tasmasını tuttuğu köpeğini yavaşlatmaya çabalarken
hafif bir sırıtma var dudaklarında. Geriliyorum. Bu kadar gamsız, dertsiz,
tasasız gözükmeleri beni daha da hüzünlendiriyor. Gri pus, sadece beni
hüzünlendirmeyi başardığını fark etti sanki, benim etrafımda yoğunlaşıyor.
Benim bile duymadığım alçak bir sesle ofluyorum. Elimi montumun iç cebine
atıyorum. Çakmağı ve parka gelmeden önce uğradığım coffee-shop’dan aldığım
cigarayı çekip çıkartıyorum. Kusursuz sarılmış cigara avucumda bana bakıyor.
Bakışmamız uzun sürmüyor, yerleştiriyorum ağzıma. Üzerinde şirin resmedilmeye
çalışılmış bir bulldog köpeği olan çakmağımla yakıyorum cigarayı. Kağıt
dumanıyla karışık olan ilk nefesi derin ve uzun çekiyorum. Tekrar bakıyorum
etrafımdaki kalabalığa. Herhangi bir değişiklik yok. O zaman ben biraz
değişmeliyim diye düşünüp ilki kadar uzun bir nefes daha çekiyorum cigaradan.
Bu iki derin nefes ağzımı kurutmaya yetiyor. Dilimi dışarı doğru uzatıyorum.
Pek bir işe yaramıyor. Bir süre hareketsiz bekliyorum. Cigara hemen sönmeye
meylediyor, fark ediyorum. Bu cigara işi yalnızlara göre değil. Sönmemesi için
sürekli fırtlaman gerekiyor, ama o zaman da planladığından çok daha hızlı iyi
oluyor kafan. Kafası yerinde kalabalıkların içindeki, kafası iyi yalnız adamlar
kalabalığını cigara üzerinden açıklayacağım bir teori dolaşıyor zihnimde. Teori
bir yerlere ulaşmadan sönmemesi için cigara, bir nefes daha çekiyorum.
Cigaranın ucundaki alev küllerinden doğuyor ve adım adım dudağıma yaklaştırıyor
sıcaklığını. Bu üçüncü nefesle iyice gevşiyorum. Sırtımın dayalı olduğu bankı
ben soğutuyormuşum gibi bir his kaplıyor içimi. Etrafı o kadar dert etmiyorum
artık. Kafası iyi yalnızlar kalabalığına karışmak üzereyim. O sırada biri
oturuyor yanıma. Pek umursamamış gibi yapmaya çalışıyorum.
-Merhaba.
diyor İngilizce. Şaşırıyorum. Yabancı olduğumu nasıl anladı acaba? Yavaşça
çeviriyorum kafamı. Eski, lacivert bir mont var üzerinde. Yakalarını hafif
dikleştirmiş. Kendisi de dik bir şekilde oturuyor bankta. Yaşlı bir adam, fakat
yaşlılığı reddediyor gibi yüzü. Beyaz tenli yüzünü kaplayan tüm çizgiler ve
kırışıklıklar, beceriksiz bir makyöz tarafından yerleştirilmiş sanki. Derin göz
çukurlarının içinde buz mavisi parlak gözler. Beyaz saçlarının arasında tek tük
numunelik siyah teller.
-Merhaba.
diye karşılık veriyorum. Şaşkınlığım hoşuna gitmiş gibi dudaklarını
ayırmadan belli belirsiz gülümsüyor.
-Çakmağını kullanabilir miyim?
diyor. Çakmak elime habersizce yerleştirilmiş gibi çakmağa bakıyorum
sessizlik içinde geçen birkaç saniye.
-Tabi.
diyor ve uzatıyorum. Elini montunun iç cebine atıyor, benim biraz önce
yaptığım gibi ve bir cigara çıkartıyor. Bu cigara benimkine göre daha özensiz
sarılmış, yamuk yumuk. Ama daha samimi bir havası var. Cigarayı seri ama ufak
iki fırtla yakıyor. Kısa öksürüklerin eşlik ettiği bir teşekkürle geri uzatıyor
çakmağı. Ben de cigaramı içip insanları izlemeye devam ediyorum. Kısa süreli
bir sessizliğin ardından ,
-Ne kadar yazık değil mi?
diyor. Sessizliğimi bozmadan kafamı çevirip ne demek istediğini
anlamadığımı gösteren bir bakış atmaya çalışıyorum, ama O bana bakmıyor.
-İsmin ne?
diye soruyor. Cevaplıyorum.
-Ya senin ki?
-Noah?
diye cevap veriyor. Bir kaç fırt daha. Alev dudağıma yaklaştıkça adamın
tuhaflığı rahatsız edicilikten uzaklaşıyor.
-İnsanları diyorum. Ne kadar yazık değil mi? Hepsi ölecek.
diyor. Sesinde gerçek, samimi bir üzüntü seziliyor.
-Herkes ölümlü, yapacak pek bir şeyim yok. Bence o kadar da yazık bir durum
değil.
diyorum.
-Hayır o şekilde değil, ondan bahsetmiyorum. Kıyamet geliyor.
diyor. Filmlerdeki, İncil'den haber veren evsiz adam karakterleri geliyor
aklıma. Bakışları sürekli insanların üzerinde dolaşıyor. Kıyametin birazdan
kopacağına inanmış bir tavrı var.
-O kadar yakın mı sence?
diyorum. İkimiz de cigaralarımızı öpüyoruz yeniden.
-Evet, hem de kendileri getiriyor kıyametlerini.
diyor. Kelimeleri yoğun beyaz dumanın arasından zorlukla yakalıyorum. Kafam
yerinde olsa söylediklerini pek umursamazdım muhtemelen, ama garip bir dürtü
adamı ciddiye almamı söylüyor. Bir fırt daha çekerken gözlerimi kapatıyorum.
Banktan yavaşça yükseliyorum, sırtımdaki soğukluk yine de terk etmiyor beni.
Yükseliyorum. Önce seçemediğim, yukarıdaki ağaç dallarına ulaşıyorum. Sonra
pusla birlikte daha da yukarılara gidiyorum. Bir bulutun üzerinden bakıyorum
dünyaya. Çok da büyük gözükmüyor buradan. Bacaklarımın arasında bir soğukluk
hissediyorum. Bir füze var bacaklarımın arasında. Ata biner gibi oturmuşum
üzerine. Füzenin nereden geldiğini anlamaya çalışırken, füzeyle birlikte hızla
aşağıya, dünyaya doğru gitmeye başlıyoruz. Kafamda bir miğfer var. Nasıl, ne
renk bir miğfer bilmiyorum. Aklıma askerlikte öğrettikleri Amerikan miğferi ile
Alman miğferinin farkları geliyor. Miğferin ırkı olur mu diye düşünmeye
başlıyorum, bir füzeyle birlikte son sürat dünyaya yaklaştığımı unutup.
Bulutları yararak yaklaştıkça dünyaya, kafamdaki miğfer ısınmaya başlıyor.
Elimle almaya çalışıyorum ama dokunamıyorum. Miğfer kafama yapışıyor. Saçlarım,
derim yanıyor. Miğfer kafatasım gibi bir parçam haline geliyor. Bulutlar
dağılıyor. Vondelpark’a doğru, gülen, koşan, oynayan insanlara doğru gidiyorum.
-Ama en azından insanlık kurtulacak.
diye devam ediyor. Açıyorum gözlerimi. Dilim damağıma yapışmış durumda.
Sırtımda soğuk terler. Yararsız bir çabayla dudaklarımı yalıyorum. Çatallı bir
sesle,
-Kıyametten sonra mı? Nasıl olacak?
diye soruyorum.
-Bir gemim var. Garajımda. Sadece boya işi kaldı. Zımparalama işi çok uzun
sürüyor ama yetiştireceğim.
diyor. Adam insanlığı kurtaracak gemisinden bahsediyor. Hem de sadece boya
işi kalmış olan, garajındaki gemiden. İlk söylediğinde garipsemediğim ismini
hatırlıyorum. Adamın şaka yaptığını düşünmeye başlayacakken yeniden garip bir
ciddiye alma dürtüsü hissediyorum.
-İnsanlığın bir gemiye ihtiyacı yok. İnsanlığın tek bir ihtiyacı var o da
yok olmak diyorum.
Bir fırt daha. Kafam çok iyi. Adamla bu kadar konuşmuş olmam bile
şaşırtıyor beni. Çünkü ne zaman kafam iyi olsa, sus pus olurum ben. Kadıköy’de
oturan bir arkadaşım geliyor aklıma. Ne zaman kafam iyi olsa ve sessizleşsem,
inadına konuşturmaya çalışır beni. Şu an burada olmalıydı, görmeliydi beni,
elimde cigara, yanımdaki ihtiyara bir şeyler anlatırken.
-Öyle deme. İnsanlar iyidir. Sadece yeni bir şansa, başlangıca ihtiyaçları
var. Her şey çok daha güzel olacak.
diyor. Ara sıra gelen öksürük nöbetlerine rağmen sesi o kadar yumuşak ve
içten geliyor ki, söylediklerinin nasıl inanarak ağzından
çıktığını hissediyorum. Ama ben adamın insanlar için söylediği
iyimser şeylere inanmamak için yeterince şey gördüğümü düşünüyorum bu
gezegende. Derin bir fırt. Ömrünün sonuna yaklaşıyor cigaram. Dumanla birlikte
çıkıyor kelimeler ağzımdan.
-Üzgünüm. Hiçbir şey daha iyi olmayacak. İnsanoğlu yeterince denedi ve
yeterince başarısız oldu. Yine başlasalar en başından, bir daha aynı yere
ulaşacaklar. Yine öldürecekler, yine zulüm edecekler, yine nefret edecekler,
yine birilerine güç verip sonra ona tapacaklar. İnsan bu. Hayallerimizi
gerçekler zannetmekten vazgeçmeliyiz. O gemi bir kere yüzdürüldü ve işte sonuç
bu. Kendi yarattıkları kıyametlerine, kendi tercihleriyle koşan varlıklar, o
gemiden inenlerin torunları. Bence yapman gereken ilk şey hemen garajına gitmek
ve gemini yakmak.
Sözlerim bittiğinde telaşla cigarayı ağzıma koyuyorum. Adamın
anlattıklarına büsbütün inanıyor gibiyim. Anlattıklarının gerçek olup
olmadığını düşünmeyi bir kenara bırakıp, onu engellemenin yollarını taramaya
başlıyorum zihnimin içinde. Gemiyle uğraşmak yerine yanı başımda oturan
yaratıcısından kurtulmak en kestirme yol aslında. Dönüp yüzüne bakıyorum.
Hareketlerim yavaşlamış durumda yada en azından ben öyle hissediyorum. O ise
hareketsiz yada en azından ben öyle görüyorum. Dediklerimden etkilenmişe benzemiyor.
Umut dolu gözlerle ileride bir yerlere bakamaya devam ediyor. Onu nasıl
engelleyebilirim ki? Çok da utanmadığım bir zayıflığımı fark ediyorum o sırada.
İnsanlığın sonlanmasını isterken, yaşlı tek bir adamı bile öldüremeyeceğimden
eminim. Garip bir hüzün kaplıyor içimi. Dokunsalar ağlayacak gibiyim.
-Umudunu kaybetme.
diyor ve sıcak bir gülümsemeyle göletin kenarında oynayan 3 yaşlarındaki
erkek çocuğunu işaret ediyor. Uzun süredir parkı seyrediyor olmama rağmen fark
etmemiştim o çocuğu. Annesi herhangi bir kaza ihtimaline karşı sadece bir kaç
adım arkasından oğlunu izliyor. Çocuk elinde tuttuğu bir tutam otu, göletin
kıyıya yakın kısmında yüzen bir ördeğe yem olarak uzatmaya çalışıyor. Arada bir
gözlerine kadar inen beresini düzeltiyor. Her halinden anlaşılıyor heyecanlı
olduğu. Tek amaç elindeki otları ördeğe ulaştırmak. O var dünyada, ördek var ve
otlar. Başka kimse yok. Herkesin, her şeyin varlığını inkar ediyor. Annesi,
ben, yaşlı adam, Vondelpark, Amsterdam..... Her şey kayboluyor. Ördeğin karnını
doyurması lazım, ördek bile bunu umursamıyorken. Bir şey düğümlenip oturuyor
boğazıma. Hayır, boğazıma değil, biraz daha aşağıda. Göğsümün ortasında.
Soluklarım sıklaşıyor. Terlemem iyice kontrolden çıkıyor. Gözlerimi kocaman
açıyorum, biraz kıssam ıslanacak yanaklarım.
-Sen hiç ölmek istedin mi, 32 yaşında?
diye soruyorum. İlk defa dönüp yüzüme bakıyor. Gülüşünü
anlamlandıramıyorum. Dalga mı geçiyor, acıyor mu yoksa sadece beni anladığını
mı göstermeye çalışıyor?
-Sen hiç...
diyor ve duraksıyor. Cigarasından devası bir nefes alıyor, tekrar çocuğa
çevirip bakışlarını devam ediyor,
-..yaşamak istedin mi, 75 yaşında?
İyice kaykılıyorum, ensemi banka dayayacak kadar. Yukarıdaki beyaz zemine
bakıyorum, ağzımda son nefesini vermek üzere olan cigara ile. Çekiyorum içime
dumanı. Dudaklarım yanıyor, dudaklarım kuruyor, dudaklarım uyuşuyor. Sonra her
yerim uyuşmaya başlıyor. Ağır çekim bir filmin içerisindeyim. Bitmiş cigarayı
baş ve işaret parmağımın arasına alıp yere atmam dakikalar alıyor. Yukarıya
doğru üflemeye başladığım dumanın bir türlü sonu gelmiyor. Duman yükseliyor,
hemen tepemizdeki bulutla birleşiyor. Hala üflüyorum. Yorgunluk var üzerimde.
Kafam iyi, hem de çok. Belki de diyorum bir şans daha. Bir kez daha başlarsak
olur. Unutursak her şeyi, unutturursak çocuklara her şeyi bu iş tamam.
Öldürmeyi bile aklımdan geçirdiğim adamın gemisi düşüyor aklıma. Sadece diyordu
boya işi kaldı, ah bir de şu zımparalamayı hızlı yapabilse. Ama iki kişi daha
hızlı yapar. İki kişi hem zımparayı, hem de boyayı çok daha çabuk bitirir.
Susuyorum. İşte yine oldu diye geçiriyorum aklımdan. Yine kafam iyi olunca
unutuverdim küslüklerimi, unutuverdim kızgınlıklarımı. Sessizlik iyiden iyiye
çöküyor üzerime. Daha önce hiç konuşmamışım gibi, bir daha en ufak bir ses
çıkaramayacakmışım gibi, derin mi derin, koyu mu koyu bir sessizlik yerleşiyor
iliklerime kadar. Kadıköy’de oturan arkadaşım geliyor
aklıma.